Anarsam Sen’i anarım, dudağımı açarsam Sen’i söylemek, Sen’i övmek için açarım. Neşelenirsem neşeme sebep olan Sen’sin. Senden daha taze, senden daha yemyeşil bir ağaç. Senden daha nurlu, senden daha aydınlık bir ay. Senden daha erken kalkan bir seher. Senden daha tatlı bir şeker görmedim ben.1
Kur’ân Allah’ın adı ile (Besmele) başlar ve sonunda insanlar (Nâs) kelimesiyle biter. İşte Kur’ân’ın bütün dizisi, bu başlangıç ve sonuç arasındaki bağlantıların, Allah’tan insanlara gelen ve insanlardan Allah’a giden varlık ve hayat ilişkilerinin sonsuzluk zevkiyle anlatımı üzerine kurulmuştur. Allah-insan diyaloğunun biri yukarıdan aşağı (Allah’tan kula), ötekisi aşağıdan yukarı (kuldan Allah’a) iki görünümü vardır. Birinci görünüm vahiy ve ilhâmı, ikinci görünüm ise duâ faaliyetini ortaya çıkarır. İnsanın duâ faaliyetinin, belirli vakitlere bağlanmış en mükemmel şekli namaz, vakte bağlanmamış en ideal şekli de zikir’dir. Namazla zikir arasındaki ayırıcı farkı en çarpıcı bir şekilde ortaya koyan âyet Nisâ 4/103’tür:
“Namazı bitirdiğinizde Allah’ı anın –ayakta iken, otururken ve uzanmış halde- ve yeniden güvenliğinizi sağladığınızda namazlarınızı (eksiksiz) eda edin. Namaz bütün mü’minler için (günün) belli zamanları ile kayıtlı kutsal bir yükümlülüktür.”
Zikir kelimesi ve türevleri, Kur’ân bünyesinde 250’ye yakın yerde geçmektedir. Diğer duâ hallerinin aksine zikir, yalnız insan için kullanılmıştır. O, insana özgü bir duâ biçimidir. Bunun sonucu olarak, Yaratan yalnız zikir şeklinde yapılan duaya doğrudan doğruya iştirak etmektedir.
“Öyleyse Beni anın ki Ben de sizi anayım; Bana şükredin ve Beni inkâr etmeyin.”2
Bunun içindir ki Kur’ân, namazın üstünlüklerini saydığı ayetin sonunu şu şekilde bağlamaktadır:
“Fakat Allah’ı zikir çok daha büyük ve üstündür…”3
Gerçekten de namaz, büyük kitlenin ulvî âlemlerle ve Yaratıcı ile asgarî ve resmî teması olmasına karşılık zikir daha seçkin ruh ve şahsiyetler, daha zorunlu gayretler isteyen bir iç faaliyettir. Şah Veliyyullāh Dehlevî (1703-1762) zikrin bu özelliğine dikkat çekerken şöyle diyor: “Namaz, Allāh’ın yüceliği hakkındaki tefekkür ve sürekli zikir istisna edilirse, amellerin en üstünüdür. Tefekkür ve sürekli zikre gelince onlar sadece ulvî ruhlardan beklenebilir. Ne yazık ki, bu ruhların sayısı son derece azdır.”
Kur’ân çok ilginç bir biçimde, itmînan ve felâhın zikir sâyesinde elde edilebileceğini söylüyor. İtmînan, insanın iç dünyasının huzur, ferah ve sükûnet bulması ve ilâhî aydınlıkla rahatlaması anlamındadır. Kur’ân şöyle diyor:
“Onlar ki, inanmışlar ve Allah’ın zikriyle kalpleri huzur/doyum/itmînan bulmuştur. Gözünüzü açın, kalpler/gönüller yalnız ve yalnız Allah’ın zikri ile huzura/itmînana erişir.”4
Felâha gelince; o bir şeyi yarmak, yarılan şey içinden sıyrılıp çıkmaktır. Zikir, insanı ölümlü ve eğreti varlıkların çemberinden, hatta çukurundan, onları yarmak sûretiyle çıkarmakta ve böylece bir felâh unsuru olmaktadır.
“(Bu dünyada) arınmayı başaran ise (öteki dünyada) mutluluğa/felâha ulaşır.”5
Gazzâlî, İhyâ adlı eserinde zikrin Allah’a erdirici rolü üzerinde etraflıca durmuş ve özetle şu gerçeğin altını çizmiştir: “Allah’a varmadan kurtuluş, Allah sevgisinde fânî olmadan Allah’a varış, sevileni sürekli anmadan da fânî oluş mümkün değildir. İşte, zikrin önemi buradan anlaşılmaktadır.”6
Yine bir başka sûfî İbn Seb’în’in zikir hakkındaki düşüncelerini şöyle özetleyebiliriz: “Zikir, ebedî mutluluk ve ölümsüzlüğün yoludur. Allah’ın insanı anması yalnız zikir sâyesinde gerçekleşmektedir. Zikir Allah’ın fiil ve tasarrufuna iştirak ettirici bir kudrettir. Kalbin fiil ve nutku zikirdir. Varlığın sırlarını tanımak (müşâhede) zikir sâyesinde mümkün olmaktadır. Takvâ, zühd vs. gibi aslî kavramların gerçek hedeflerine varmaları zikir sâyesinde mümkün olacaktır.”
Tasavvufî bir terim olarak: “Gaflet alanından varlığın esasını seyredebilme (müşâhede) fezâsına çıkış” olarak tanımlanan zikrin terminolojik anlamı ile lûgat anlamı arasında çok sıkı bir ilişki bulunmaktadır. Benliğin hatırlama gücü, hatırlamak gibi anlamlar taşıyan zikir kelimesi iki türlü hatırlamaya işaret etmektedir: 1) Unutulan şeyi hatırlamak; 2) Unutmamak için sürekli hatırda tutmak. Aynı kökten türeyen tezkir (hatırlatma) ve tezekkür (hatırlama) Kur’ân bünyesinde sık rastlanan kelimelerdir. Kur’ân, Peygamber’i tezkire yani hatırlatmaya, öğüt vermeye çağırırken, Peygamber’in muhataplarını, bu demektir ki bütün insanlığı da tezekküre dâvet etmektedir.
“Tâ-hâ (Ey İnsan). Biz bu Kur’ân’ı sana zahmet çekesin diye indirmedik. Yalnızca, (Allah’tan) korkan herkese bir öğüt/uyarı/hatırlatma olsun diye (indirdik).”7
“Rabb’inizden size indirilene uyun; O’ndan başka dostların ardına düşmeyin. Siz ne kadar az öğüt alıyorsunuz.”8
Zikirle ulaşılmak istenen hedef, unutulan şeyi hatırlama hedefi olup unutmamak için hatırda tutma bunun yardımcısıdır. O halde nedir unutulup da hatırlanmak istenen? Bu sorunun cevabı mîsak veya elest gününde saklıdır. Mîsak, Allah ile insan arasındaki “ezelî mukavele” anlamına gelmektedir. O halde insan ruhuyla Allah arası tüm ilişkilerin dayanağı bu “ezelî ahd”den kaynaklanmaktadır. Buna “bezm-i elest, elest günü, kālû belâ” da denir. İşte zikirde aslî gaye; “Mîsaka, yani Allah ile ruhumuz arasındaki ezelî antlaşma anındaki hâlimize dönmeye çalışmaktır.”
Zikrin kazandıracağı hatırlama veya hatırlatmanın, başka bir ifadeyle zikir yolunda kurulacak iç bilgi ve tecrübenin insanın tekâmülü ve hayatın seyri bakımından taşıdığı önem büyük olacaktır ki, Kur’ân insanın zikirden uzak kalmasını büyük bir talihsizlik olarak nitelendirmekte ve talihsizliği insanın sonsuzluğa giden yolunu huzursuz edici bir biçimde kararttığını söylemektedir:
“Benim zikrimden yüz çevirene dar bir geçim vardır. Ve onu kıyamet günü de kör olarak haşrederiz.”9
“Ve: Vay Allah’ın zikrine gönülleri kapalı katı kalplilere. Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.”10
Kur’ân, bütün insanlığı çeşitli vesilelerle mîsakı, mîsak anındaki aslî ve arı benliklerini hatırlamaya çağırıyor. İlmî bir gerçek olarak bilinen şeyin zikir yoluyla kavranmasına çalışmak bizi nereye götürecektir? Bu sorunun cevabını şöyle verebiliriz: “İnsanın, Allah’tan ayrıldığı ânı kavramaya ve o andaki saf benliğine ulaşmaya.”
“Hatırlamıyor mu insan bundan önce onu yarattığımız zamanı? Ve o zamanda o hiçbir şey değildi.”11
Dikkat edilirse insan hiçbir şey olmadığı zamanı hatırlamaya çağrılıyor. Yani, madde planında zuhur etmeden önceki hâlini hatırlaması isteniyor. Bu, az önce belirttiğimiz mîsak ânını hatırlamak demektir. O halde zikir insanı “şey” olmadan önceki mekân ve zaman kayıtlarından âzâde hâline götürmenin ve o hâliyle taşıdığı yeteneklerle varlığı kavramasını imkân dâhiline sokmanın yoludur.
Zikrin gaye edindiği hatırlatma veya zikirden gaye olan hatırlama gerçekleşince insan aslî varlığı ile beraberlik şuuruna erecektir. İnsanın böyle bir noktaya varması ise üç merhaleden geçen bir zikirle mümkün olmaktadır: 1) Yalnız kendi varlığı ile zikir; 2) Bütün varlığı kuşatarak, büyük Kâinat hâlinde zikir; 3) Aslî varlığı olan Allah ile birlikte zikir.
Bunlardan birincisi, başlangıç zikridir ki; Allah’ı rastgele, hiçbir disipline bağlı olmadan anmadır. İnsanların çoğu hayatlarını bu zikirle tamamlarlar. Burada bütün iş dile ve kelimelere kalmakta, kalp ve şuurun iştiraki ya hiç olmamakta veya yeterli ölçüde olmamaktadır.
İkinci merhalede; başlangıç zikri ilerleyince, Kâinat insanın iç benliğinde kaybolmaya ve insan, küçük cüssesine rağmen bütün Kâinatı kuşatarak tüm varlıkla birlikte zikretmeye başlar. İşin bu safhası, bir gönül eğitimi görmeye bağlıdır. Bu safhada, varlıkların, Kur’ân tarafından tesbih ve hamd diye adlandırılan faaliyetlerinin tümü insan benliğinde duyulur. Yani insan, bir Kâinat hâline gelerek varlığın duâdan ibaret faaliyetini benliğinde yaşar.
Üçüncü ve en ileri etap olan Allah ile zikir ise zikredenin zikredilende (zâkirin mezkûrde) fânî olup varlığından sıyrıldığı zaman tecellî eden bir hâldir. Bu noktaya kadar ki zikirler Allah’ın: “Beni zikredin” emrinde ifadesini bulurken bu makamda zikir: “Ben de sizi zikredeyim” beyanındaki sırra denk düşmektedir.
Zikrin yapılışına gelince aklımıza yer-zaman, seçilecek lafızlar, ferdî ve toplu halde zikir, sesli veya gizli zikir gibi hususlar gelmektedir. Önce yer ve zamandan başlarsak İslâmiyet’in genelde bütün ibadetler için yer ve zaman gözetmediğini bilmekteyiz. Aynı tespit zikir için, çok daha öncelikle geçerlidir. Her yerde ve her zaman zikredilebilir. Çarşıda, pazarda, atölyede, direksiyon başında, büroda… Esas zikir de böyle yapılandır. Her şey Allah’ı anmaktadır. Her şeyle birlikte ve her yerde zikredebilmekse, kâmil insanın başarabileceği bir iştir. “El işte, gönül oynaşta olmalı” denmiştir. Zaman meselesi için de aynı şeyler söylenebilir. Fakat mutlaka bir zaman belirlemek isteniyorsa gece, sabahın erken saatleri, akşam üstleri tercih edilmelidir.
Zikredenin zikir için seçeceği lâfız cümle veya cümleler çok önemlidir. Bu seçimde isabet tasavvufî eğitim açısından son derece anlamlı olmanın yanı sıra, mürşidin eğiticilik kabiliyetini de göstermektedir. Bilinmekte ve kabul edilmektedir ki, ilâhî isim ve sıfatların her birisinin ayrı bir tecellîsi vardır. Mürşid eğittiği müridinin durumuna bunların hangisinin uygun geleceğine karar verecek noktaya gelmiş kişidir ve bu kararı onun dışında ikinci bir şahıs veremez. Mevlânâ: “Gönülden dile yol olduğu gibi dilden de gönüle yol vardır, Allah’ın sevgisini de onun aziz olan isimleriyle elde etmek mümkündür.” diyor. İşte dil ile gönlün bu etkileşimini, müridin gayesine uygun tarzda yönetmek irşâdın esaslı unsurlarından biridir. “Lâ ilâhe İllallāh, Allāh, Hû, Hakk, Hayy, Kayyûm, Kahhâr” gibi isimler tarîkat virdlerinde en çok yer alan zikirlerdir.
Açık ve gizli zikir konusuna gelince, insanların yaratılış ve kabiliyetleri çok değişiktir. Öyle ki her insanı başlı başına bir evren saymak mübalağalı bir tespit değildir. O halde her ferdi kendi yapısı içinde ele almak ve iç tecrübesini bu yapının gerekli kıldığı usullerle imkân dâhiline sokmak icabeder. Gerçek bu olduğu içindir ki tasavvuf büyükleri, zikir konusunda katı bir şekilcilik yerine, sâlikin kişilik yapısı ve kabiliyetine göre bir yol tutmayı tercih etmişlerdir. Anlamışlardır ki, belirli bir noktaya gelmiş bir sûfî için çok verimli olabilen bir usul, bir başka noktadaki sûfî için hiç de iyi olmayan sonuçlar verebilir. O halde cehrî veya sırrî zikirlerden birini seçme, sübjektif durumlara nazarandır.
Ferdî ve toplu zikir üzerine ise şunlar söylenebilir. İbadet ve zikirde esas gaye ferdî gayretle elde edilir. Bununla beraber zikir gibi ulvî bir aksiyonun sosyal sonuç ve semereleri de olacaktır. Bu sosyal sonuçların elde edilmesi, ferdî tecrübe ve gayeyi aksatsa da, toplumu, ferde tercih eden İslâm kamu düzeni, bu konuda da fertten fedakârlık istemekte ve onu, topluluğun üstünlüğünü kabule çağırmaktadır. Cemaatin sevabı daima fazladır. Buradaki sevabın, sosyal düzenin güçlendirilmesine hizmetten kaynaklanan bir keyfiyet olduğunda kuşku yoktur. Çünkü ibadet ve zikrin, birer tecrübe olarak değerleri, ferdî olduklarında belirgin hâle gelir. Ancak toplu halde zikir ve ibadetin, oluşacak kamu vicdan ve şuuruyla meydana getireceği ve dünya nizamı bakımından büyük kıymetler ifade eden sonuçları vardır. Ferdin çok daha ileri âlemlerde elde edeceği iç tecrübelerinin sınırlı bir ortamda kalmalarına mukabil bunlar, seviyeleri ne olursa olsun, geniş bir çevreyi nasiplendirdiği için, övgüye lâyıktırlar.
Zikirde esas gaye “sürekli zikir edebilme noktasına” ulaşmaktır. Tasavvufta buna “zikr-i dâim” (sürekli zikir) denmektedir. Sürekli zikrin iki mertebesi vardır: Basit ve başlangıç mertebesi ve son ve kâmil mertebe. Birinci mertebe dil ile irâdî olarak zikirdir ki, başlangıç noktasındakilerin yetişmeleri için bir görev olarak kendilerine verilir. Bu anlamda bütün ibadet sorumlulukları birer zikirdir. Namaz bile…
Zikr-i dâimin kemâl mertebesine gelince bu, tasavvufta kastedilen en ileri mertebe olup, çalışmamızın baş tarafında tespit ettiğimiz zikrin üçüncü merhalesinin devam ettirilmesidir. Yani zâkirin mezkûrde (Allāh’ta) fânî oluş hâlinin sürekli kılınması. Bunun için belirli vakitler, günler, usuller, şartlar yoktur. Bu mertebe bireysel olup topluluklara teklifi söz konusu değildir. Bu mertebenin bitmesi, aşılması da düşünülemez. Çünkü bu mertebe ilâhî oluşa tam bir iştirak getirdiği için, Allah ve O’nun tasarrufları gibi süreklidir. O halde zikr-i dâim, hayata, bir faal ve yaratıcı kuvvet olarak iştirak eden insanın zikridir. Zikr-i dâim, maksud olan birliği, tenhada, hayat ve insanın uzağında değil, çoklukta, hayat ve insan kalabalığının içinde arama sırrına erenlerin zikridir. Her ân ve her hâlde Allah ile olma şuuru, bu zikrin esasıdır. Bu şuur, varlıktaki güzellik ve iyilik ile birleşmedir. Bu birleşme nihâyet insanın içinde gerçekleşeceğinden ahlâkî mükellefiyeti insanın kendisine saygısı hâline getirir ve ahlâkî davranış bir angarya ve çile olmaktan çıkar. Peygamberler ve kâmil insanlar bunun en çarpıcı örnekleridir. Kısaca söylemek gerekirse: “Sürekli zikir, bütün Kâinatı bir mabet hâlinde görebilen ölümsüz ruhların zikridir.”
Sözü Kur’ân’la bitirelim:
“İnananlar için hâlâ vakti gelmedi mi ki, kalpleri Allah’ın zikri ve Hakk’tan inen için ürpersin….”12
“Allah’ın zikrine karşı kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun!”13
“Rabb’ini öz benliğinin içinde yalvarıp ürpererek, bağırtılı olmayan bir sesle sabah-akşam zikret. Sakın gāfillerden olma.”14
“Aklı ve gönlü işletenler o kişilerdir ki, ayakta, otururken, yan yatarken hep Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler: Ey Rabb’imiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Şânın yücedir senin. Ateş azâbından koru bizi.”15
“Öyle erler vardır ki, ne bir ticâret, ne bir alış-veriş onları Allah’ın zikrinden, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerle gözlerin döneceği/yer değiştireceği günden korkarlar.”16
“Ey îman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız, sizi, Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Böyle bir şey yapanlar, hüsrâna uğramışların ta kendileridir.”17
Necmettin Şahinler
“İnsan ve İç Denetim” (İnsan Yayınları, 2012) kitabından alınmıştır.
- Mesnevî’den. ↩︎
- Bakara 2/152: “Fezkurûnî ezkurkum veşkurû lî ve lâ tekfurûn(tekfurûni).” ↩︎
- Ankebût 29/45: “…ve le zikrullâhi ekber(ekberu)…” ↩︎
- Ra‘d 13/28: “Ellezîne âmenû ve tatmainnu kulûbuhum bi zikrillâh(zikrillâhi) e lâ bi zikrillâhi tatmainnul kulûb(kulûbu).” ↩︎
- A‘lâ 87/14: “Kad efleha men tezekkâ.” ↩︎
- Gazzâlî, İhyâ, I, 428 vd. ↩︎
- Tâ-hâ 20/1-3: “Tâ, hâ. Mâ enzelnâ aleykel kur’âne li teşkâ. İllâ tezkireten li men yahşâ.” ↩︎
- A‘râf 7/3: “Ittebiû mâ unzile ileykum min rabbikum ve lâ tettebiû min dûnihî evliyâ(evliyâe), kalîlen mâ tezekkerûn(tezekkerûne).” ↩︎
- Tâ-hâ 20/124: “Ve men a’rada an zikrî fe inne lehu maîşeten danken ve nahşuruhu yevmel kıyâmeti a’mâ.” ↩︎
- Zümer 39/22: “…fe veylun lil kâsiyeti kulûbuhum min zikrillâh(zikrillâhi), ulâike fî dalâlin mubîn(mubînin).” ↩︎
- Meryem 19/67: “E ve lâ yezkurul insânu ennâ halaknâhu min kablu ve lem yeku şey’â(şey’en).” ↩︎
- Hadîd 57/16: “E lem ye’ni lillezîne âmenû en tahşea kulûbuhum li zikrillâhi ve mâ nezele minel hakkı…” ↩︎
- Zümer 39/22: “…fe veylun lil kâsiyeti kulûbuhum min zikrillâh(zikrillâhi)…” ↩︎
- A‘râf 7/205: “Vezkur rabbeke fî nefsike tedarruan ve hîfeten ve dûnel cehri minel kavli bil guduvvi vel âsâli ve lâ tekun minel gâfilîn(gâfilîne).” ↩︎
- Âl-i İmrân 3/191: “Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).” ↩︎
- Nûr 24/37: ↩︎
- Münâfıkûn 63/9: “Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tulhikum emvâlukum ve lâ evlâdukum an zikrillâh(zikrillâhi), ve men yef´al zâlike fe ulâike humul hâsirûn(hâsirûne).” ↩︎