Âlemin “Dişilik” İlkesiyle Yönetilmesi

İş yerimde ismini sorduğum bir kızdan “Şâhsanem” cevabını aldığımda çok şaşırmıştım. Aslında kendisi de isminden pek hoşnut değildi. Çünkü “sanem” kelimesi “put” anlamına gelmektedir. Ama sonradan “sanem” isminin bir başka anlamının daha olduğunu öğrendim. “Çok güzel kadın/dişi” demekti. Böylece “Şâhsanem” birleşik ismi, güzel kadınların şâhı veya güzelliğin zirvesindeki kadın mânâsına geliyordu. Fakat bu olaydan sonra zihnime şöyle bir soru takıldı. “Neden Mekke müşrikleri, tapındıkları putlarına erkek değil de dişi ismi veriyorlardı?” Gerçekten de Kur’ân’da adı geçen üç put olan “Lât, Uzzâ ve Menât” putları “müennes/dişi” isim taşıyordu. Bu isimler Necm 53/19. âyette gündeme getirilmekte ve devam eden âyetlerde bu konuda müşriklere çok anlamlı bir soru yöneltilmekteydi:

Hiç düşündünüz mü [neden taptığınızı] Lât ve ‘Uzzâ’ya? Ve [üçlünün] üçüncüsü ve sonuncusu olan Menât[a]?1

Neden kendiniz için [yalnız] erkek çocuklar [istersiniz de] O’na kız çocuklar [isnâd edersiniz?] Bakın, bu kesinlikle haksız bir taksimdir!2

Öncelikle hemen ifâde edeyim ki, “Mi‘râc” gibi olağanüstü bir mânevî hâdiseye işâret eden Necm 53/1-18. âyetlerinden sonra bu âyetlerin gelmesi çok şaşırtıcıdır. Öyle ya Hz. Peygamber’in mânevî seyri gibi insanlık açısından en yüksek derecede gerçekleşen bir ulvî/semâvî çizgiden, –putların isimlerini açıkça sayarak– birden süflî/arzî bir konuya geçmek ilgisiz/gereksiz bir zamanlama olarak görülebilir. Ama Allāh’ın bir adı da “Hakîm”dir ve şüphesiz bu bizim ilk planda göremediğimiz, idrâkinde zorlandığımız birçok hikmeti içinde taşımaktadır.

Müşriklik yani Allāh’a eş koşma, daha önceki yazılarımızda da değindiğimiz gibi Allāh’ı inkâr etme veya kabul etmeme şeklinde bir inanış değildir. Çünkü Kur’ân’ın ifâdesiyle, “Onlara kendilerini kimin yarattığını sorsanız, elbette Allāh diyecekler3 inancının sâhibidirler müşrikler. Hatta onlar, Allāh’ın yanına ve yerine koydukları –aracı– putlara tapınmalarını bile şöyle açıklarlar: “Biz bunlara sırf bizi Allāh’a daha çok yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz!4

Anlaşılan odur ki, âyetlerde müşriklere sözü edilen putlara neden taptıkları bir kez daha sorulmakta ve onlara kız/kadın ismi vermeleri hususu eleştirilmektedir. Aslında müşriklerin bu tavrı İslâm öncesi Arap inancının melekleri “Allāh’ın kızları” olarak gören düşünüşünün bir uzantısından başka bir şey değildir. Bu düşünüş putlara da yansımış ve onlar da meleklerin bir sembolü olarak dişi isimlerle anılmıştır. Kur’ân müşriklerin bu inancını birçok âyetinde kökten reddetmekte ve Allāh’ın her türlü eksiklikten uzak olduğunu ve dolayısıyla da “oğul/kız” gibi kendini ya da cinsini devam ettirmek anlamında, ancak yaratılmışlara yakıştırılabilecek her türlü nitelemelerin üstünde bulunduğunu vurgulamaktadır:

Yine de, bazıları kalkıp: ‘Rahmân kendine bir oğul edinmiştir!’ diyor. O yüceler yücesi [ölümlülere özgü bu tür eksiklerden]  mutlak anlamda uzaktır!5

Şimdi [söyleyin,] Rabbiniz oğullar [vererek]  sizi seçip akladı da, kendisine melek görüntüsü altında kızlar mı edindi? Doğrusu, çok ağır bir söz sarfediyorsunuz!6

Bakın, [ancak] öteki dünyâya [samimiyetle] inanmayanlar, melekleri dişi varlıklar olarak görürler; ve onların bu konuda hiçbir bilgileri olmadığından yalnızca zannın ardından giderler; ama zan, hiçbir zaman gerçeğin yerini tutmaz.7

Şimdi onlardan sana cevap vermelerini iste. Senin Rabbinin kızları var da onların [yalnız] erkek çocukları mı var? Yoksa melekleri dişi yarattık da o [meleklere ilâhlık isnad ede]nler bunu gördüler mi?8

Kur’ân’ın kız/erkek konusunda müşriklerin çarpık düşünce yöntemlerini reddettiği diğer âyetler de Nahl 16/57-59. âyetleridir. Bu âyetlerde müşriklerin, hor ve nefret ettikleri kız çocuklarını Allāh’a, hoşlarına giden ve beğendikleri erkek çocuklarını ise kendilerine nispet etmeleri saçma ve çelişkili bir tavır olarak gösterilmektedir. Aslında –bırakalım Allāh’a herhangi bir şekilde çocuk isnâd etmeyi– bu tercih bile müşriklerin üstün bir varlık olarak gördükleri Allāh’a sözde saygılarını yalanlayan bir yaklaşımdır. Bu nedenle âyetin sonu “yazıklar olsun, izledikleri bu düşünce tarzı ne kötü” diyerek noktalanmaktadır.

Müşrik Arap inancının kadını/dişiyi “hor/küçük/yük” gören, ama dişi isimlerini putlara ve meleklere vermekten kaçınmayan bu kanaati yanlış olmakla beraber, bu yanlış kanaatte bile “âlemin dişilik ilkesiyle yönetilmesi” veya “bütün yaratılış sürecinin dişilik ilkesiyle yönetilmesi” gerçeğine çağrışım yapacak önemli izler bulmak mümkündür. Bu tespitin/düşünüşün hareket/kaynak/çıkış noktasını da Hz. Peygamber’in: “Bana sizin dünyânızdan üç şey sevdirildi: Kadın, güzel koku ve gözümün nûru olan namaz” meâlindeki meşhur hadîs temellendirmektedir. Bu hadîsi yorumlayan İbn Arabî,9 sayılan bu üç nesneden güzel koku anlamındaki “tîb” kelimesinin müzekker/eril olmasına rağmen, Hz. Peygamber tarafından bilerek/bilinçli selâse şeklinde müennes/dişil10 biçimde ifâde edilmiş olmasının çok derin bir sembolik anlam taşıdığı görüşündedir. Bunun da insana, bütün yaratılma sürecine, –aslında– dişilik ilkesinin hâkim olduğunu telkîn ettiğini söylemektedir. İbn Arabî bu yorumunu örneklemeye/desteklemeye çalışarak şu ilâveleri de yapmaktadır: “Bütün Varlığın orijinal temeli olan Zât müennes bir isimdir. Bütün varlıkların sûretlerinin aracısız ontolojik temeli olan İlâhî Sıfatlar söz konusu olduğunda sıfat da müennes bir kelimedir. Allāh’ın yaratıcı kudret’i de müennes bir kelimedir. Şu halde yaratılma sürecine hangi vechesinden yaklaşılırsa yaklaşılsın hep müennes bir isimle karşılaşılmaktadır.”

İbn Arabî’nin bu yaklaşımı Kâşânî tarafından daha farklı bir üslupla şöyle ifâde edilmektedir: Her şeyin nihaî temeline “ana/ümm” denir; çünkü ana, bütün dalların kendisinden çıktığı ağaç gövdesidir. Allāh’ın: “Ey insanlar! Sizi tek bir nefs’ten yaratan ve ondan da zevce’sini yaratan ve ikisinden de pek çok kadın ve erkekleri türeten Rabb’inizden sakının!11 dediği zaman konuyu nasıl tasvîr ettiğini görmüyor musun? Burada da gördüğün gibi Âdem’in zevcesi” müennestir, ama zevcesinin yaratılmış olduğu “nefs” de müennes bir kelimedir12. Tıpatıp aynı şekilde, artık üzerinde hiçbir şeyin bulunmadığı “menşe’lerin Menşe’i” de, müennes bir kelime olan Hakîkat kelimesiyle ifâde edilir. Kezâ, ilâhî Cevher’i ifâde eden Ayn ve Zât kelimeleri de müennes kelimelerdir. Şu halde, hadîste Hz. Peygamber’in kadını erkeğe üstün göstermedeki niyeti,13 kendinden neşet eden her şeyin menşei ve kaynağı olmak bakımından kadının haiz olduğu özel öneme dikkati çekmektir. Ve bu, yalnızca Tabiat için değil fakat Hakîkat için de geçerlidir.

Hilkat yani yaratılış, hiç şüphesiz, İslâm’ın dünyâ görüşünün dayandığı temel kavramlardan biridir. Allāh’ın yaratıcı “Ol!/Kün!” kelimesinin bütün varlıkların “varlık olarak” zuhûrlarında kesin bir irâdesi vardır. Bu yönüyle, âlemin varlık olarak zuhûru demek olan hilkat de, doğal olarak, Hakk’ın Kendi tecellîsi ile özdeş olmaktadır. Varlığın ontolojik temeli, Vâhid olan Hakk’tır. Ama Vâhid, kevnî vechesiyle göz önünde tutulacak olursa, farklı üç veçhesi vardır. Bunlar: 1) Zât14, 2) İrâde15, ve 3) Emr16. Bu üç veche bütün “hilkat/yaratılış” sürecini temsil etmektedir. Bu süreci kısaca şu şekilde tasvir etmek de mümkündür. Önce Vâhid olan Hakk’ta zâtî bilinç ya da İlim kıyâm eder ve İlâhî Bilinç’te a’yân-ı sâbite zuhûra gelir. Bu, mümkün olan Kesret’in doğuşunun işâretidir. Böylelikle “Zât Hazreti” yani Zât olarak Zât’ın ontolojik düzeyi “İlâh Olma /İlâhiyyet/ Ulûhiyyet Hazreti”ne nüzûl eder. Bundan sonra ikinci safhada, a’yân-ı sâbitenin bu İlâhî Bilinç’te adem hâlinde bulunuyorken bu sefer varlık hâlinde zuhûr etmesinin İlmi’ne dayanan İrâde zuhûr eder. En son safhada da, bu İrâde’ye dayanan “Ol!/Kün!” emri verilir ve âlem de böylece yaratılmış olur. 

Bu anlatım Fâil yani Hakk yönünden üçlülüğün yapısını tasvir etmektedir. Ama yalnızca Hâlik/Yaratıcı yönünden üçlülük herhangi bir tesir icrâ etmemektedir. Hakk’ın yaratıcı fiilinin gerçekten de sonuç verebilmesi için bu irâde ve emre muhâtap olanda da yani yaratılacak olanda da karşılıklı bir üçlülüğün bulunması gereklidir. Hilkat ancak ve ancak aktif/fâil üçlülüğün pasif üçlülükle mükemmel bir biçimde çakışması hâlinde kuvveden fiile çıkabilir. Bu üçlülük sâyesinde o şeyin de, kendi cihetinden, yaratılması ve varlıkla vasıflandırılması mümkün olur. O nesnedeki üçlülük: 1) Onun şey oluşu17, 2) Onun “Kün emrini” işitmesi18, ve 3) Yaratıcı’nın onun yaratılması/hilkati ile ilgili olan emrine boyun eğmesidir. Böylelikle yaratılanın üçlü tekliği Yaratıcı’nın üçlü tekliğine tekābül etmiş olur. 

Birincisi Yaratıcı’nın Zâtı’na tekābül eden, adem hâlindeki şeyin a’yân-ı sâbite’sinin zâtıdır. İkincisi Yaratıcı’nın irâdesine tekābül eden, şeyin “Ol! emrini duyması, algılaması ve idrâk etmesidir. Üçüncüsü ise Yaratıcı’nın “Ol!” sözüne tekābül eden, o şeyin kendisine varlık veren emri itaatkâr bir şekilde kabullenişidir. Bu bakımdan “tekvîn” yani “varlıkla vasıflandırılmak, varlığa büründürülmek” yaratılmış olan şeye izâfe edilmelidir. Çünkü “Ol!” emrinin zuhûrunda eğer o şeyde bizâtihî varlık kazanmak kuvveti olmasaydı, o şey aslā var olamazdı. Bu bakımdan, kendisini ademden19/yokluk hâlinden varlığa dönüştürmüş olan, bizzat o şeydir. Burada, yaratılış sürecinde yaratılacak olan şeyin kuvvet’nin vurgulanmış olması dikkat çekicidir. Bir şey, zannedildiği kadar da pasif yani mekanik ya da kuvvetsiz bir biçimde yaratılmamakta, aksine kendi yaratılışına müsbet bir biçimde iştirâk etmektedir. 

Allāh bir şeye varlık vermeye karar verdiğinde ona yalnızca “Ol!” der ve o şey de bu emrin cevabı olarak varlığa bürünür. Bu süreçte o şeyin varlığa bürünmesi Allāh’ın bir fiili değil, bizzat o şeyin bir fiilidir. Varlığa bürünme yani şeyin Emr’e uyması o şeyin bizâtihî kendisine mahsustur. Çünkü bu oluş o şeyin kuvvetindedir; yani gizli bir biçimde o şeyde bilkuvve/potansiyel mevcuttur. Bu açıklama göstermektedir ki şey “Ol! emrini duyar duymaz bu emre derhal uymakta ve hemen varlığa bürünmektedir. O şeyin böyle hareket edebilmesinin sebebi ise, a’yân-ı sâbite’nin aslında gizli ve bâtınî varlık hâli olması dolayısıyla, o şeyin zâten “Âlem-i Gayb”da bilkuvve/potansiyel olarak mevcut olmasında aranmalıdır. Bâtınî her şey, bizâtihî, zâhirî varlığa bürünmek kuvvetine sâhiptir. Bunun sebebi ise Bâtın ismiyle isimlendirilen Zât ile Zâhir ismiyle isimlendirilen Zât’ın aynı oluşu ve emri kabul eden kābil’in de eninde sonunda Fâil ile aynı oluşudur.

Hilkatin son safhası olan tekvînin Hakk’a değil de eşyâya atfedilebilmesi ayrıca şu şekilde de açıklanmaktadır: Allāh “tekvîn20 işinin Allāh’a değil yaratılan şeyin kendisine atfedildiğini beyân etmiştir. Bu işte Allāh’a atfedilen yalnızca O’nun Emr’idir. Allāh bu işteki katkısını: “Muhakkak ki Bizim bir şeye kavlimiz/sözümüz, onun yaratılmasını irâde ettiğimizde ona Ol! Dememizdir; o da olur [yani varlığa bürünür]21 diyerek açıklamaktadır. Şu halde “tekvîn”, her ne kadar yaratılacak olan şey Allāh’ın Emr’ine itaatle hareket ediyor olsa da, yine yaratılan şeye atfedilmektedir. Biz bu beyânı olduğu gibi kabul etmek zorundayız, çünkü Allāh sözünde sâdıktır. Nitekim bir misâl vermek gerekirse kendisinden korkulan ve kendisine isyân edilmesi mümkün olmayan bir âmir, eğer kölesine “Kalk!/kum!” derse, köle efendisinin bu emrine uyarak derhal ayağa kalkar. Onun ayağa kalkışında efendisinin ona bunu emretmiş olmasından başka bir şey yoktur. Kölenin bizzat ayağa kalkması ise efendisinin fiili değil bizzat kendi fiilidir. Buna göre yaratılmışların âlemi fâiliyyet’in pençesindedir. Bu âlemi teşkil eden eşyâ da kendi yaratılışına müsbet bir biçimde, bilfiil katkıda bulunmaktadır.

Kile şekil vererek –çanak-çömlek gibi- bir takım eşyâ yapan bir sanatkâra bakıldığında, sathî bir gözlemle, kilin kendisi bakımından hiçbir müsbet “fâiliyyeti” hâiz olmadığı ve sanatkârın hoşuna giden hangi şekil olursa olsun o şekle girdiğini müşâhede etmek mümkündür. Böyle bir teşhiste bulunan bir kimsenin gözünde o sanatkârın elindeki kilin hâli mahzâ pasiflik, mahzâ fiilsizliktir. Bu kimse kilin de, kendi yönünden, sanatkârın faaliyetini müsbet bir biçimde tâyin ettiğini farketmemektedir. Hiç şüphesiz bu sanatkâr kilden oldukça büyük bir çeşitliliğe sâhip pek çok eşyâ yapabilir, ama ne yaparsa yapsın kilin tabiatının kendisine vaz ettiği mahdut sınırların ötesine geçmesi mümkün değildir. Başka bir şekilde ifâde edecek olursak, aslında, kilin kuvveden fiile çıkan mümkün bütün şekillerini tâyin eden, kilin bizzat kendisidir. İşte “yaratılış” sürecindeki bir şeyin durumu da aşağı-yukarı bunu andırır.

Bütün bu ifâdelerden çıkarılan sonuç şudur ki; yaratılışa katkıda bulunan bütün unsurların/etkilerin taşıdığı ilke müzekker/eril olmasına rağmen, yaratılış sürecine “dişilik ilkesi” damgasını vurmaktadır. Aslında bir erkeğin bile varlığa büründürülmesi iki müennes ilke arasında gerçekleşmektedir. Bunlardan biri Mutlak Varlık’ın özüne/cevherine işâret için kullanılan “Zât22 isminin müennes/dişi olmasıyla, diğeri ise doğumu ile erkeği dünyâya getiren varlığın “müennes/dişi23 oluşuyladır.

Gerçekte Hakîkat, mutlak “fâil” olmak hasebiyle, her şeyin Baba’sıdır.24 Ama aynı Hakîkat, pasifliği/münfailliği dolayısıyla kezâ Ana’dır da. Hakîkat’in gerçek tabiatı taayyün ile lâ-taayyün’ün tevhîdini gerektirir. Buradaki “Taayyün” ya da daha kesin anlamıyla “belirginleşmiş, tâyin edilmiş olma” Hakk’ın pasif vechesine, yani belirgin, tâyin edilmiş bir nesnede tecellî eden Hakk’a, “Lâ-taayyün” ise Hakk’ın fâil vechesine, yani Fâil-i Mutlak olarak Hakk’a işâret etmektedir. Başka bir deyişle “Lâ-taayyün” müzekker/baba ilkesini, “taayyün” ise müennes/ana/dişi ilkeyi gösterir.

Bunu biraz açarsak şunu söylememiz mümkündür. İlk taayyünle25 yani Hakk’ın bütün Esmâü’l-Hüsnâ’yı cemeden, aynı çatı altında birleştiren Zât-ı Vâhid” mertebesinde Hakîkat, “fiil/aktiflik” ile “münfail/pasiflik” arasında, “zâhirî” tecellîler ile “bâtınî” tecellîler arasında mükemmel bir mîzan ve denge gerektiren bir durumdadır. Ve bu Hakîkat her bir sûrette Bâtın olması itibâriyle “Fâil”, fakat Zâhir olması itibâriyle de “Münfail” olur. Yani başka bir ifâde ile Vâhid olarak Hakk bilkuvve bütün nesnelerde olmakla beraber bilfiil gene de Bir’dir. Böylece Hakk ne sırf zuhûr tecellîsi ve ne de sırf bütün tecellîsi hâlindedir; ama, tâbir câizse, bu iki kutup arasında mükemmel bir dengeyi muhafaza eder.

Bir başka husus da şudur: Her bir taayyün etmiş varlık kendi hakîkati açısından göz önüne alındığı zaman, Hakk’tan gayrı değildir. Taayyün etmiş bir varlık, bu anlamda, “kendinde hâzır ve nâzır olan” Hakk’a bağlı olup O’nun desteğine sâhiptir. Şu halde her şey bu mutlak/ontolojik temel açısından “pasif/müennes” olup bu sonuncusunun bir tecellîgâhıdır; buna karşılık bu temel “aktif/müzekker/fâil” olup o nesnenin bâtınında gizli kalmaktadır. Farklı bir anlatımla, taayyün etmiş olması açısından her şeyin “pasif” olmasına karşılık Hakk’ın tecellîgâhı olması açısından da zâtı itibâriyle “aktif”tir. Bu bakımdan nereye giderse gitsin ve nasıl zâhir olursa olsun Hakîkat’in “aktiflik/fiil” ve “pasiflik/münfail”, ya da “babalık vechesi” ve “analık vechesi” şeklinde iki vechesi vardır. İşte bu da Hz. Peygamber’in “Bana sizin dünyânızda üç şey sevdirildi…” diye başlayan hadîsinde kelimelerin neden müennes şeklini kullanmış olmasını açıklar.

Öz olarak, “Hilkat”in nihaî ve gerçek menşei olan Hakk’ın Zât’ında, Zât kelimesinin müennes olmasının da göstermekte olduğu gibi, bir çeşit müenneslik bulunmaktadır. Bundan başka, yaratılış sürecinin ontolojik yapısını tahlilî olarak incelediğimizde de, daha ilk “Taayyün-i Evvel” ya da “Feyz-i Akdes” safhasında bile, “babalık vechesi” ile birlikte hareket eden “analık vechesi”ni karşımızda bulmaktayız. Kısacası İlâhî Zât, Varlığın bütün sûretlerinde hâzır ve nâzır olan “pasif/münfail unsuru temsil etmesi bakımından, her şeyin Ana’sıdır ve bu da bize “âlemin dişilik ilkesiyle yönetilmesinin” ne anlama geldiğini hem öğretmekte ve hem de açıklamaktadır.

Necmettin Şahinler

Yazarın Tam Kelimelere Sığınmak (İnsan Yayınları, 2013) adlı kitabından alınmıştır.

  1. Necm 53/19-20: “Efe raeytümü’l-lâte vel uzzâ, ve menâte’s-sâlisete’l-uhrâ.↩︎
  2. Necm 53/21-22: “Elekümü’z-zekeru ve lehü’l-ünsâ, tilke izen kısmetün dîzâ.↩︎
  3. Zuhruf 43/87. ↩︎
  4. Zümer 39/3. ↩︎
  5. Enbiyâ 21/26. ↩︎
  6. İsrâ 17/40. ↩︎
  7. Necm 53/27-28. ↩︎
  8. Sâffât 37/149-150. ↩︎
  9. “Âlemin Dişilik İlkesiyle Yönetilmesi” başlıklı bu makālede, İbn Arabî’nin görüşleri değerlendirilirken Toshihiko İzutsu’nun İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar-Kavramlar adlı eserindeki “Yaratılış (Hilkat)” bölümünden istifâde edilmiştir. bkz. adı geçen eser, tercüme eden: Ahmed Yüksel Özemre, Kaknüs Yayınları, İstanbul 1998, ss. 281-308. ↩︎
  10. Arapça dilbilgisine göre eğer sayılan nesneler arasında bir tâne bile müzekker kelime bulunsa sayılanların hepsi birden sanki müzekker imişler gibi muâmele görür ve söz konusu nesnelerin sayısı da müzekker biçimde kullanılır. ↩︎
  11. Nisâ 4/1. ↩︎
  12. Her ne kadar Âdem bir erkekse de onun ilk yaratıldığı nefs müennestir. ↩︎
  13. Burada, Hz. Peygamber’in sayılan üç nesneden birinin müzekker olmasına rağmen bunları gösteren üç sayısını müennes selâse kelimesiyle ifâde etmiş olması îmâ edilmektedir. ↩︎
  14. Mutlaklığı yönüyle Zât olarak değil, fakat Kendini izhâr etmesi bakımından. ↩︎
  15. Bu mertebede Hakk irâde sâhibi yani Mürîd olarak Kendini izhâr eder. ↩︎
  16. Buna Kelime ya da kavl de denir. Bu mertebede de Hakk bir Âmir olarak Kendini izhâr eder. ↩︎
  17. Şey’iyyeti. ↩︎
  18. Semâ’. ↩︎
  19. İbn Arabî’nin gözünde yokluğun tümüyle şartsız bir adem değil de somut varlık düzeyindeki “adem” oluşudur. Ona göre yokluk, a’yân-ı sâbite düzeyinde ya da, aynı şey demek olan, Allāh’ın Bilinci’ndeki “varlık”tır. Onun “yokluk” dediği, ontolojik görüş açısından, “mümkün olan”dan yani varlığa bürünebilme kuvvetine sâhip olandan başka bir şey değildir. ↩︎
  20. Varlığa büründürülmek, varlıkla vasıflandırılmak. ↩︎
  21. Nahl 16/40. ↩︎
  22. Te’nîs-i Zât. ↩︎
  23. Te’nîs-i Hakîkî. ↩︎
  24. Ebb. ↩︎
  25. Taayyün-i Evvel. ↩︎

Paylaş

PAYLAŞ

E-bülten aboneliği