Sabah Mûte’ye doğru 3.000 kişilik müslüman ordusu duâlarla uğurlanırken, Hz. Peygamber Zeyd b. Hârise’yi, Ca’fer b. Ebû Tâlib’i ve Abdullâh b. Revâha’yı yanına çağırdı ve onlara şöyle söyledi: “Orduya Zeyd b. Hârise kumandanlık edecek, o ölürse yerine Ca’fer b. Ebû Tâlib geçecek. Ca’fer de ölürse kumandayı Abdullâh b. Revâha ele alsın. O da ölürse müslümanlar içlerinden birini komutan seçsin.” Hz. Peygamber’in dilinden dökülen bu sözlerin tek anlamı vardı. Sayılan bu isimler “şehid” olacaktı. Ne Hz. Peygamber çok sevdiği bu yakın dostlarına bu sözleri söylerken tereddüt içerisindeydi ne de onu dinleyenler. Yaşayacakları, Ezelî Senaryo’nun Mûte’de ortaya koyulacak bir sahnesinden başka bir şey değildi. Bu geçici sahneden sonra dekor değişecek, üçü de ebedî bir mekânın değişmez misafirleri olarak kendilerine vaad edilen esenliğe ve mutluluğa kavuşacaklardı.
Bu savaş, müslümanlar ile Rumlar arasındaki ilk savaştı. Gerekçesi de Busrâ’ya/Havran’a İslâm’a dâvet mektubu getiren elçi Hâris b. Umeyr’in buranın emiri hıristiyan Şürahbil b. Amr tarafından öldürülmesiydi. Hâris, Hz. Peygamber’in öldürülen tek elçisiydi ve bu olay cezâsız bırakılamazdı. Müslümanlar Mûte’ye geldiklerinde karşılarında kendi sayılarının çok üzerinde bir ordu ile karşı karşıya kaldıklarını gördüler. Ya bu gelişmeyi Hz. Peygamber’e duyurup geri dönecekler veya kalıp yardımcı kuvvet bekleyecekler ya da Uhud da söyledikleri cümleyi burada da tekrarlayacaklardı. Cümle şuydu: “Önümüzde iki şeyden biri var; ya zafer ya şehidlik.” Bizans İmparatoru Heraklius ise bu güç dengesizliğinden şaşkındı, bunca zahmete ve külfete bu kadar az sayıda insan için katlanmaya değer miydi diye Şürahbil’e sitem etmekten geri durmadı. Ama bilmediği bir şey vardı: “Bazen görünüş ile hakîkat birbirinden farklı olurdu.”
Savaş Mûte’de idi; ama Hz. Peygamber Medîne’de sanki arada hiç mesafe yokmuş gibi görürcesine savaşı naklen sahâbeye anlatıyordu. Zaten sırada bir değişiklik de yoktu. Zeyd, Ca’fer ve Abdullâh’ın şehidliğinden sonra sancak şimdi Hâlid b.Velîd’in elindeydi. Onun için “Allah’ın Kılıcı” demişti Hz. Peygamber ve sonra da hep böyle anıldı. Kendi ifadesiyle o gün elinde dokuz kılıç parçalanmıştı. Sonunda Hâlid b. Velîd, akşam saatlerinde geri çekilen orduyu toparladı ve sabahleyin yeni bir hücumla Rumlar’ı sindirdikten sonra üstün bir maharetle geri çekilerek daha fazla zâyiat vermeden askerlerini Medîne’ye döndürmeyi başardı. Hz. Peygamber bu savaşı anlatırken gözlerinden yaşlar boşalıyordu. Namaz vakti geldiğinde namazı kıldırdı ve her zaman yaptığı gibi topluluğa yüzünü dönmeden Mescid’den ayrıldı.
Sabahleyin şafakta Mescid’deydi Hz. Peygamber. Üzüntüsü hafiflemişti. Gördüğü bir rüyayı sahâbîlerle paylaştı. Zeyd, Ca’fer, Abdullâh ve savaşta şehid olanların tümü cennetteydiler ve altından sedirler üzerinde oturuyorlardı. Hatta Ca’fer’i melekler gibi uçarken gördüğünü de ilave etti. Bir ilginç ayrıntı da Abdullâh b. Revâha’nın oturduğu sedirin hafif eğriliğiydi. Neden böyle olduğunu soranlara da Hz. Peygamber şu cevabı vermişti: “Zeyd ve Ca’fer hiç tereddüt etmeden savaşa ilerlediler; ama Abdullâh önce biraz tereddüt etti sonra ilerledi.” Gerçekten de sancak kendisine geçtiğinde bir an nefsinin bir ayartısına kulak vermişti Abdullâh; ama sonra ona: “Anladığım kadarıyla sen pek cennetten hoşlanmamış gözüküyorsun? Ben seni kendime boyun eğdireceğim diye yemin ettim. Sen, buna ya kendiliğinden teslim olursun ya da bunu sana zorla kabul ettiririm” diyerek düşmanın arasına dalmıştı. Hz. Peygamber şehid olanların ailelerini ziyarete gitti ve onlara bu müjdeleri verdi. Bir taraftan da müslümanlardan, kendi ihtiyaçlarını karşılayamayacak kadar acılı olan şehid evleri için yemek hazırlamalarını istedi.
Bu arada yeni bir gelişme oldu. Kureyşliler Benî Bekr kabîlesiyle birlikte müslümanların müttefiki olan Huzâa kabîlesine saldırarak Hudeybiye Anlaşması’nı bozmuş oldular. Hatalarını anladılar, ama iş işten çoktan geçmişti. Sonunda bozulan bu akdi tekrar yenilemek için Ebû Süfyân’ı Medîne’ye gönderdiler. Hz. Peygamber ile görüşen Ebû Süfyân yeni bir anlaşma yapamadan geri döndü. Çünkü Hz. Peygamber kararını vermişti ve Mekke üzerine yürüyecekti. Artık müslümanlarla Mekkeliler arasında son sözün söyleneceği saat yaklaşmıştı. Ebû Süfyân’ın Medîne’ye gelişinde yaşadığı bir olay kendisini çok şaşırtmıştı. Hz. Peygamber ile evli olan kızı Ümmü Habîbe’yi evinde ziyarete gittiğinde oturmak istediği bir mindere kızı tarafından oturtulmamıştı. Sebebini sorduğunda ise kızından şu çarpıcı cevabı almıştı: “O, Hz. Peygamber’in yatağıdır. Oraya necis müşrikler oturamaz.”
Ey Tâlib! Zeyd’in, Ca’fer’in ve Abdullâh’ın da işleri, eşleri ve çocukları vardı. Onlar da Medîne hurmalıklarının gölgesinde dinlenmeyi çok isterlerdi. Ama Hz. Peygamber isimlerini saydığında gidip gitmeme konusunda hiç tereddüt göstermediler. Çünkü onlar, kendi irâdelerini Hz. Peygamber’in irâdesinde yok edip “Fenâ fi’r-Resûl” olmuşlardı. Ey Tâlib! Bir de kendi itirazlarını, tereddütlerini, bahanelerini bir düşünsene! Ne yol kardeşlerinle “ikiz kap” olabildin ne de rehberinle. Nefsin, bahane üretme kaynağı olmuş farkında değilsin. Ey Tâlib! Şunu iyi bil: “Bahane arayanın bahanesi arttırılır.” Hakîkat yolu tereddüt değil, bir teslimiyet yoludur. Bu yolda aklını, daha üst bir akılda –Akl-ı Küll– eritmeden yürümek zordur. Zamanının şehidi/şâhidi olmak istiyorsan nefsinle mücâhedeyi elinden bırakma. Mekke’nin/Kalbin Fethi ancak böyle gerçekleştirilir.
Necmettin Şahinler
Yazarın Aşk Bazen… – Son Sevgili’den İzler (İnsan Yayınları, 2010) adlı kitabından alınmıştır.