Bu konuyu “Şehrin Öbür Ucundan Koşarak Gelen Adam” adlı kitabımın ilk makâlesinde detaylı olarak yazmıştım. Fakat onu buraya alıntılama kolaylığı yerine tekrar farklı bir yaklaşımla yazmamın daha anlamlı olacağını düşündüm. Kur’ân’da üç yerde bahsedilir bu koşarak gelen adamdan; bunlardan biri şimdi konumuz olan Yâsîn 36/20. âyette, diğer ikisi ise Mü’min 40/28 ve Kasas 28/20. âyetlerde geçmektedir. Her okuduğumda sürekli dikkatimi çekmiştir bu gizli/sırlı adam ve aklıma hep irfânî meclislerde çok anlatılan bir menkîbeyi getirmiştir. Rivâyet odur ki Hızır, bir câmide sohbet yapılırken direğin dibinde uyuyan bir adamı, dinlemesi için uyandırmıştır. Adam da ona “Beni rahat bırak, yoksa senin Hızır olduğunu tüm cemaate söylerim, sonra da yakanı kurtaramazsın” demiştir. Bunun üzerine Hızır, Allāh’a yönelir ve “Rabbim! Bu nasıl iştir. Bana verdiğin listede bu zâtın ismi yok” diyerek merâkını gidermesini ister. Allāh da ona şu cevabı vermiştir: “Sana verdiğim liste beni sevenlerin listesidir. Bir liste de bende var ki, onda sadece sevdiklerimin ismi yazılıdır.“
Anlaşılıyor ki; şehrin öte ucundan koşarak gelen adam da böyledir. Yani tanınmayan, namsız, nişânsız, iddiasız, kimsenin dikkatini çekmeyen, parmakla gösterilmeyen, bir iş yapılırken hesaba katılmayan sırlı/gizli biridir. Yalnız bu adamın tek özelliği Allāh, din, peygamber, tebliğ, mükâfat/cezâ ve hesap günü hakkında “risâlet yolu” dışında, başka özel/ledünnî bir yolla üstün/derin ilim sâhibi kılınmış olmasıdır. Bu farklılık bize –Hz. Mûsâ ve Hızır örneğinde olduğu gibi– bir peygamber dahi olsa, o peygamberin üzerinde bir başka bilgi sâhibinin yeryüzünde bulunabileceğini göstermektedir. Zaten “her bilenin üstünde daha iyi bir bilen vardır“1 âyeti bu gerçekliği vurgulamaktadır. Bu yola bir isim vermek gerekirse “velâyet yolu” demek sanıyorum en isâbetli tanımdır. Şehrin öte ucundan koşarak gelen adamlar her zaman diliminde vardır; ama Allāh bu kişileri, Zât’ına mahsûs tecellîleriyle ve onlara lutfettiği hakîkî “teslimiyet libâsı“yla beşerin basarından setretmiştir. Fakat şu bir gerçektir ki, bu sırlı kişiler yeri ve zamânı geldiğinde gidişe/oluşa müdâhale etmekten, düğüme kılıç vurmaktan, elini taşın altına koymaktan çekinmezler ve kaçınmazlar. Umutların tükendiği, çârelerin bittiği bir anda umut olur, yol gösterirler, bunalan, çıkmazda ve darda kalan insânlığa her zaman koşarak gelirler.
Tekrar âyete döndüğümüzde ismi verilmeyen bu adamın mürsellerle kavmi arasındaki tartışma sürerken araya girdiğini görüyoruz: “Derken şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi. ‘Ey kavmim!’ dedi, bu elçilere (Resûller) uyunuz.“2 Âyette “şehrin öbür ucu” veya “şehrin diğer yakası” olarak da çevrilebilen “aksa’l-medîne” ifâdesi konusunda müfessirler çok farklı yorumlarda bulunmuşlardır. Bu yorumların içerisinden en akla yatkını; bu zâtın, kavminin/toplumunun o günkü anlayış/inanış ve yaşam biçiminden olabildiğince uzak, aynı zamanda “Elçilere uyun” şeklindeki yol gösterici îkazından da anlaşılacağı üzere, Allāh tarafından özel bir ilimle donatılmış mahfî bir kul olduğudur. Yine bu kişinin kavmi tarafından tanınan, ve sözüne güvenilen biri olduğu da görülüyor. Bir başka önemli husus ise bu kişinin, “resûller/elçiler” konusunda bilgisinin bulunması ve onlara uymanın ebedî kurtuluş için kaçınılmaz bir şart olduğu gerçeğinin –yakînen– farkında olmasıdır.
Sonra sözlerine şöyle devam eder bu adam ve mürsellere uymama konusunda tavır gösteren kavmine, mürselleri şöyle tanıtır: “Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbî olun, çünkü onlar hidâyete ermiş kimselerdir.“3
Kur’ân, mânevî hizmet veya irşâd olayını, ücretsiz-karşılıksız bir faaliyet olarak görür. Bu nedenle Allāh adına yapılan bir hizmetten karşılık beklemeyi, “Allāh’ın âyetlerini basit bir ücret mukābili satmak“4 olarak nitelendirir. Bunu yapanları da “İnsânlara doğruyu ve güzeli buyurup kendi benliklerinizi unutur musunuz?“5 şeklinde azarlar. “Ücret istememek“, tüm peygamberlerin ve bu peygamberlerin mîrasından nasiplenmiş benliklerin değişmez tavrıdır. Anlaşılıyor ki, şehrin öbür yakasından gelen adam bütün bu gerçeklerin farkındadır. Ama onun en güzel vurgusu; “hidâyet üzere olmak“la, “ücret istememek” arasında kurduğu anlamlı ilişkidir. Bu çerçeveden baktığımızda hidâyet üzere olmanın en belirgin göstergesi, ücret istememek olarak karşımıza çıkmaktadır. Aydınlık getiren ve bilgiyi taşıyan benlik, ücret istemez. Çünkü onun ücretini insânoğlu ödeyemez. Allāh âdeta bu insânların ödüllendirilmesinde yetkiyi kendi tekelinde tutmuştur. Hidâyet, Allāh’ın yüce isimlerinden biri olan “Hâdî“ye dayanır. Hâdî, “Kullarına kendisini tanıma yollarını gösterip, onlara ulûhiyyet ve rubûbiyyetini tasdik ettiren; insânlara kurtuluş yolunu gösteren; her mahlûku, varlığını sürdürebilme yolunda gereken şeyleri yapmaya sevk eden” şeklinde açıklanmaktadır. Hidâyet üzere olanlar, kısaca Allāh’ın Hâdî6 ve Mehdî7 kullarıdır.
“Şehir” kelimesinin irfânî dilde bir karşılığı da “İlim“dir. “Ben ilim şehriyim, Ali ise bu şehrin kapısıdır“8 diyen Hz. Peygamber bu anlamı vurgulamıştır. Hatta buna benzer Hz. Îsâ’nın da şöyle bir sözü vardır: “Yüksek bir dağ üzerinde kurulu tahkim edilmiş bir şehrin, düşmesi de gizli kalması da mümkün değildir.“9 Bu sözüyle Hz. Îsâ, velâyeti gerçekleşmiş olan bir zâtın kendisini herkesten gizlemesinin mümkün olmadığını îmâ etmiştir. Bu durumda “aksa’l-medîne” tanımlamasının, sözü edilen o kişinin, ilmin en uzak noktasına ulaşmış, en ileri boyutuna geçmiş, gizli/sırlı bir zât olduğuna işâret ettiği anlaşılıyor. Daha önce beden şehrine gönderilen üç elçiyi/mürseli sayarken onların “Rûh, kalp ve akıl” olduğunu söylemiştik. Şimdi ise bu şehre öte ucundan yani ilim/akıl ötesinden bir elçinin daha geldiğini hem de koşarak geldiğini görüyoruz. İşte bu elçinin adı “aşk“tır ve “aşk her zaman koşarak gelir“; akıl gibi düşünerek/ölçerek/biçerek değil. Çünkü Yûnus’un dediği gibi: “Aşk gelince cümle eksikler biter.“
Aşkı seçmek, aklı ikinci plana atmak, birini diğerine tercih etmek değil, birini diğerine basamak yapmaktır. Aklı gidebileceği sınıra kadar kullanabilmek ve kaldığı noktadan îtibaren aşkla yola devam etmektir. Din, sadece helâllerin ve haramların bilgisinden ibâret olmayıp, insâna, aslının ne olduğunu, kendisinin kim olduğunu ve değerini bildiren ve aynı zamanda yaşatan bir hayat tarzıdır. Aşkın olduğu yerde muhabbet ve teslimiyet vardır. Aşk, sayılarla/sûretle oyalanmaz, özle ilgilenir. Akıl, yatay alanı düzenler, aşk ise dikey. Akıl toplar, çıkarır, böler, işlemini zamana yayar. Aşk ise çarpar, hızla gelişir, âniden karşına çıkar, yapacağını yapar. Aşk, detayları siler/kapatır, gözü sadece sevilendedir. Yürüyerek vakit kaybetmez, hep koşar; sevdiğinin coşkusunu her yöne taşır. Kısaca; “Akıl tedbir alır, aşk ise tekbir. Akıl abdestini su ile alır, aşk ise Hû ile.“
Necmettin Şahinler
Yazarın Atan Kalpten Bilen Kalbe (İnsan Yayınları, 2015) adlı kitabından alınmıştır.
- Yûsuf 12/76. ↩︎
- Yâsîn 36/20: “Ve câe min aksal medîneti raculun yes’â kâle yâ kavmittebiûl murselîn(murselîne).” ↩︎
- Yâsîn 36/21: “İttebiû men lâ yes’elukum ecren ve hum muhtedûn(muhtedûne).” ↩︎
- Bakara 2/41. ↩︎
- Bakara 2/44: “E te’murûnen nâse bil birri ve tensevne enfusekum ve entum tetlûnel kitâb(kitâbe) e fe lâ ta’kılûn(ta’kılûne).” ↩︎
- Zât’ına yönelen yolu kuluna gösteren, onu bu yola dâhil edip Kendi’ne ulaştıran. ↩︎
- Doğru yola iletilen. ↩︎
- Süyûtî, Câmi’u’s-sağîr, I, 93. ↩︎
- Ahmed Yüksel Özemre, Hz. Îsâ’nın 114 Hadîsi, Mücahid Toma’nın Kitabı, Hadîs No: 32, s. 187. ↩︎