İnsânların yaşamlarını en düzgün biçimde sürdürebilmeleri ancak, inanç, idealler ve yasaların tek bir kaynağa dayanması durumunda mümkün olabilir. Allah, insânların hareketlerine ve davranışlarına egemen olduğu gibi onların yüreklerine ve içlerinde sakladıkları her türlü sırra da egemendir. O, insânların davranışlarının ve tutumlarının karşılığını, dünya hayatında, gönderdiği dini hükümlere/kanunlara göre; âhiret hayatında ise yapacağı sorgulamaya göre en adil biçimde verecektir. Ancak otorite parçalanarak anlayışlar farklı kaynaklara temellendirildiğinde, Allah’ın otoritesi sadece vicdanlara ve insânların iç dünyalarına indirgenip, rejim ve yasalar konusundaki otorite de Allah’ın dışında birine verilecek olursa; işte o zaman, insânlığın ruhu, farklı iki otorite, farklı iki yönelim, farklı iki yöntem arasında parçalanmış demektir. İşte bu durumda insânların yaşamlarında aksaklıklar, bozukluklar ortaya çıkmaya başlar. Nitekim, Kur’ân’da çeşitli vesilelerle bu bağlamdaki aksaklıklara ve bozukluklara işaret edilmektedir.1
Bu nedenledir ki din, insânlar için bir yaşam düzeni olmak üzere gönderilmiştir. Dinin, belirli bir yöreye, bir ulusa ya da tüm insânlığa gönderilmiş olması, söz konusu olguyu değiştirmez. Dinin içinde; yaşama en doğru yaklaşımı sağlayacak bir inanç sistemi, insanların yürekleriyle Allah arasında bir bağ oluşturacak ibadet esasları ve bunların yanısıra yaşamı biçimlendirecek bir düzen/sistem/kanun söz konusudur. Bu üç açı, Allah’ın dininin temel direkleri konumundadır. İnsânlığın yaşamının sağlıklı ve düzgün bir biçimde olması, ancak yaşam düzeninin Allah’ın dinine göre belirlenmesi durumunda mümkün olur.
İşte Mâide/44. âyeti de bu noktada Kur’an’ın üzerinde en çok durulan ve farklı yorum zenginliklerine konu olan bir âyetidir ve şöyle başlamaktadır: “Şüphe yok ki, içinde rehberlik ve aydınlık bulunan Tevrat’ı indiren Biziz. Kendilerini Allah’a teslim eden peygamberler, ona dayanarak yahudi itikadına uyanlar hakkında hüküm verirlerdi; [eski] din adamları ve hahamları da öyle yaptılar, çünkü Allah’ın kelâmının bir kısmı2 onların himayesine emanet edilmişti; ve hepsi onun doğruluğuna şahitlik yaptılar. Bu nedenle, [ey İsrâiloğulları,] insanlardan korku duymayın, yalnız Benden korkun; ve Benim mesajlarımı önemsiz bir kazanç karşılığı değiştirmeyin: Çünkü Allah’ın indirdiklerine göre hüküm vermeyenler, gerçekten hakikati inkâr edenlerdir!”3
Âyet önce tüm ilâhî vahiylerin olduğu gibi Tevrat’ın da Allah tarafından indirildiğini ve içinde muhatabı olan toplumu/insânları yâni İsrâiloğulları’nı hidâyete ulaştırabilecek bir nûr/aydınlık taşıdığını söylemektedir. Aynı zamanda tevhid inancını ve bu inanca bağlı ibâdet sistemini de beraberinde getirmiş olan Tevrat, yalnızca insânların vicdanları ve yürekleri için doğru yol kılavuzu olsun diye değil, yaşanan hayata Allah’ın sistemi/irâdesi doğrultusunda yön vermek ve insânı bu sistem çerçevesinde korumaya almak için de gönderilmiştir. Bu nedenle gerek Allah’a teslim olmuş peygamberler gerekse Allah’a bağlı bilginler ile din adamları, Allah’ın bu kitabının görevli koruyucuları ve doğruluğunun şahitleri sıfatı ile toplumun sorunlarını çözmede Tevrat ile hüküm verirler. Âyette geçen “Rabbanîler”, kendisini, özellikle Rabbini tanımaya ve O’na itaat etmeye adayan kişilere işâret etmektedir. Aynı zamanda bu ifâde “din ve ilim konusunda derinleşen, hem ilim ve amelde hem muallimlikte kemale ermiş kişileri ” tanımlamaktadır. Ahbar ise “âlim, din büyüğü, faziletli kimse” anlamına gelmektedir, Yahudi şeriatını ve dinî ilimleri öğreten, dinî ahkâma vâkıf olup Yahudi halkı arasında ortaya çıkan meseleleri halleden kişileri ifâde etmektedir.
Âyetin devâmından şunu da anlıyoruz ki; Allah’ın indirdiği hükümlerle toplumu yönetmeye ve maddi/mânevî sorunları çözmeye çalışan din âlimleri, bilginler, yargıçlar, yöneticiler bir anlamda “yasama/yürütme/yargı” sorumluluğunu yüklenmiş olanlar, bu görevlerini yaparken insânın doğasından/nefsinden kaynaklanan bazı zaafları da gösterebilirler. Bu zaafları insânı yaratan varlık olarak en iyi bilen Allah, insânların bir çoğunun indirilen hükümlere razı olmayacaklarını veyâ boyun eğmeyeceklerini iyi bildiğinden onları uyarmakta, yöneticilere “insânlardan değil yalnızca kendisinden korkmalarını” söylemektedir. Yani bunun anlamı, hem hükmü uygulayanların hem de bu hükme muhatap olanların bu konuda Allah’ın rızasına ve irâdesine uygun davranmaları; kişisel çıkarlarını/tutkularını ön plâna çıkararak adaletten/barıştan/iyilikten ayrılmamaları, ellerindeki imkân ve güçleri her türlü yola başvurarak Allah’ın hükümlerinin yürürlüğe konmasını engellemek üzere harcamamalarıdır.
İşte bu nedenle uyarının arkasından Allah, bu yönetici kesime “mesajlarımı/âyetlerimi önemsiz bir kazanç karşılığında değiştirmeyin/satmayın” demektedir. Ama ne var ki; Allah’ın kitabının koruyucuları ve bu kitabın doğruluğunun en yakın tanıkları olan din adamları; dünya hayatının çekiciliğe kapılıp Allah’ın hükümlerini istemeyen yetkili/varlıklı kişilerle çıkar ilişkisine girmişler ve onların yaptıklarını bazen suskun kalarak bazen de âyetleri bükerek/çarpıtarak ya da dini kılıflar/fetvalar bularak meşru göstermek için çaba harcamışlardır. Şüphesiz bu insânlar, özellikle yahudileşen din bilginleri; dünyevi maaş, makam, ünvan, güç uğruna âhiretlerini tehlikeye atmış, dini az pahaya sattıklarından kazançları sadece cehennem olmuştur. Bir emâneti yüklenmiş olanların, bu emânete ihânet etmesinden, koruyucu ve tanıklık konumundaki kişilerin gerçeği saptırmasından, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeleri gerekirken, birilerine hoş görünmek adına zulme ortak olmasından daha kötü bir şey düşünülemez.
Allah’ın bu sapmayı/çarpıtmayı, âyetin son cümlesinde son derece kesin bir ifâde ile hakîkati inkâr etmekle eş değer tutması çok düşündürücü bir noktadır. Aynı zamanda âyetin Arapçasında “men” şart edatının kullanılması bu hükmün, herkesi kapsayabileceğinin göstergesidir. Yâni bu hüküm, zaman ve mekân sınırlarını aşmakta, hangi kuşakta ve hangi ulusta olursa olsun, Allah’ın indirdiği âyetlere göre hüküm vermeyen herkesi kapsama alanı içerisine almaktadır. Allah’ın indirdiği âyetlere göre hüküm vermemenin bu ağır ve trajik sonucu, anlaşılıyor ki, bu tavrın ihmalden değil inkârdan kaynaklanmış olmasındandır. Çünkü Allah’ın âyetlerine göre hüküm vermeyen bir kimse, bir yandan Allah’ın ilâhlığını ve bu ilâhlığının niteliklerini reddetmekte diğer yandan da ilâhlık hakkını ve ilâhlığın niteliklerini kendisine mal etmeye kalkışmaktadır.
Mâide/44. âyetin bu son cümlesinin anlaşılması üzerine müfessirler arasında çok farklı görüşler ve tartışmalar olmuştur. Bu yaklaşımları sonuç olarak şu iki şıkta toplamamız mümkündür: Birinci şıkta, eğer bir kimse/grup Allah’ın hükmüne aykırı hükümlerde bulunursa ve kendi hükümlerinin doğru, Allah’ın hükümlerinin ise yanlış olduğuna veya Allah’ın hükümlerinin artık günümüz çağında geçersiz olduğuna itikat ediyorsa, bu kimse/grup, âyetin ifâdesi ile kâfir kavramı içerisindedir. Ama eğer bu kimse/grup Allah’ın hükümlerinin hak, kendi koydukları hükümlerin ise batıl olduğunu kabul ediyor; fakat bilmeden veya nefsine, heva ve hevesine uyarak veya mecburiyet altında Allah’ın hükümlerine zıt hükümler ortaya çıkarıyorlarsa, Allah’ın hükümlerinin doğruluğunu, kalben tasdik ettikleri için mümin sayılırlar. Demek ki, “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeme”nin hükmü her koşulda aynı değildir. O halde durumu ve şartları hesaba katmadan her yöneticiyi, her hâkim ya da avukatı “tekfir etme”4 ancak ideolojik bir bakışın ve bilgi eksikliğinin ya da en iyimser yorumla heyecanın sonucudur.
Bu konuda farklı bir yaklaşım da şöyledir: Kur’ân’da, insânın siyâsal hakimiyetinden, yani hüküm verme yetkisinden şikâyet yoktur; şikâyet, insânın hüküm ve hâkimiyetinde Allah’ın indirdiğinin dışlanmasıdır. Daha açık bir deyişle, kötü olan; yönetim ve egemenlikte Allah’ın indirdiğinin devre dışı tutulması, onun yerine insânın irâde ve keyfiyetinin geçirilmesidir. O halde omurga kavram, ‘‘Allah’ın indirdiği’’dir. Hüküm, Allah’ın indirdiği ve ‘‘Allah’ın gösterdiği’’ ile yürütülecektir.5 Allah’ın indirdiği ve gösterdiği ise kullanımı emredilen ‘‘ilke kaynakları’’n tümüdür. Bunlar: Yaratılış kanunları/sünnetullah, İlâhî vahiy/Kitap, Akıl, Bilim ve Mâruf, yâni ortak-evrensel insânlık değerleridir. Bu nedenle eğer Allah için O’nun dini adına konuşmak gibi bir hak ve ödevden söz edeceksek, bilmeliyiz ki, bu hak öncelikle aklın ve varlık kanunlarının hakkını verenlerindir.6
Necmettin Şahinler
Mirat Haber, 8 Aralık 2023 tarihinde yayınlanmıştır.
- Enbiyâ, 21:22; Mü’minûn, 23:71; Câsiye, 45:18. ↩︎
- Tevrat’ın Allah’ın vahyinin tümünü kapsamadığına ve büyük bölümünün henüz vahyedilmediğine işârettir ↩︎
- Mâide, 5:44. “İnnâ enzelnet tevrâte fîhâ huden ve nûr(nûrun), yahkumu bihen nebiyyûnellezîne eslemû lillezîne hâdû ver rabbâniyyûne vel ahbâru bi mestuhfizû min kitâbillâhi ve kânû aleyhi şuhedâe, fe lâ tahşevûn nâse vahşevni ve lâ teşterû bi âyâtî semenen kalîlâ(kalîlen) ve men lem yahkum bimâ enzelallâhu fe ulâike humul kâfirûn(kâfirûne).” ↩︎
- “Küfre nisbet etmek, mümin diye bilinen bir kişi hakkında kâfir hükmü vermek” demektir ↩︎
- Nisâ, 4:105. ↩︎
- Yûnus, 10:100. ↩︎