Aynaya baktığında görmektesin kendini.
Lâkin, bu idrâk sırlar vehminin de fendini.
Ayna içine nasıl ediyorsun ki rihlet?
Sen misin aynadaki tecellî? Bir tahlil et!
İki boyutlu ancak, fehmeyle ki, gördüğün;
Sense üç boyutlusun. Burda, işte, kördüğüm!
Sağ elini kullansan, aynadaki solaktır.
Bunun sırrı aynanın sırrına muallâktır.
Şu hâlde bu tecellî aynın değildir senin.
Ama gayrın da değil! İdrâk et, derin derin!
İşte sana bir misâl, mantıka da aykırı;
Zira, bir şey: bir şeyin ya aynıdır, ya gayrı!
Akl-ı Meâş’a göre yoktur bir üçüncü hâl.
Bu örneğin fehmi de bu Akl’a göre muhâl.
İşte Hakk da bu Kevn’i Kendi’ne seçti mir’ât.
Bu aynada seyretti tecellîsini kat kat.
Bu kapsamda mahlûkāt aynı olamaz Hakk’ın.
Ama gayrı da değil! Rabbim, şu işe bakın!
İnce bir idrâktir bu. Sakın kaymasın ayak!
“Panteizm”e düşmeden fehmedilsin bu siyâk.
Kevn Hakk’ın aynasıdır, nereye bakarsan bak!
İnsânı ârif kılan bu sibaktır, bu sibak!
Bu nefeste geçen bazı deyim, kavram ve kelimelerin kısa açıklamaları:
Lâkin: Ama, ancak, fakat, şu kadar var ki.
İdrâk: Algılama.
Sırlamak: Saklamak, örtmek, gizlemek.
Vehim: Kuruntu.
Fend: Hile, tuzak.
Rihlet: (1)Taşınma, göçme; (2) Ölme.
Tahlîl: İnceleme, çözümleme, analiz.
Muallâk: (1) Bağlı; (2) Sürüncemede kalmış iş.
Gayrı: Ayrı, başka, diğer.
Akl-ı Meâş: Gündelik akıl, aklın en alt tabakası, dünyâda geçim işini düşünen akıl.
Muhâl: İmkânsız, mümkün olmayan.
Kevn: Kâinat, âlem.
Mir’ât: Ayna.
Mahlûkāt: Yaratılmış şeyler, canlılar.
Siyâk. Sözün gelişi, ifâde şekli.
Sibâk: (1) Bağ, bağlantı; (2) Bir şeyin geçmişi.
1-4. Beyitler:
Aynaya baktığında görmektesin kendini.
Lâkin, bu idrâk sırlar vehminin de fendini.
Ayna içine nasıl ediyorsun ki rihlet?
Sen misin aynadaki tecellî? Bir tahlil et!
İki boyutlu ancak, fehmeyle ki, gördüğün;
Sense üç boyutlusun. Burda, işte, kördüğüm!
Sağ elini kullansan, aynadaki solaktır.
Bunun sırrı aynanın sırrına muallâktır.
Bir kudsî hadîste Cenâb-ı Hakk “gizli bir hazîne” olduğunu ve “bilinmeyi” istediğini söylemektedir. Fakat şu da kaçınılmaz bir gerçektir ki insânoğlunun Hakk’ı bilebilmesi ancak O’nun tecellîleri aracılığıyla mümkündür. Hakk’ın Zât’ını bilmek muhâldir. Başka bir deyişle ifâdeye çalışırsak Hakk ancak “tecellîlerinin büründüğü sûretlerde” bilinir ve görülür. Etrafımızdaki her şey ilâhî tecellînin çeşitli sûretleridir. Bu nedenle tecellî kavramı önemli bir anahtar kavramdır ve bu kavram anlaşılmadan “İnsan Hakk’ı hangi sûrette bilebilir?” sorusuna cevap verilemez. Hakk’ın varlığa tecellîsinin nasıllığını ise insâna idrâk ettirmede kendisinden yararlanılan en önemli sembol ayna sembolüdür.
İşte Ganiyy-i Muhtefî de, 1–4. beyitlerinde insân-ayna ilişkisi üzerinde durmakta ve bu örnekten hareketle insânın Hakk’ı müşâhedesi ile Hakk’ın zâtî tecellîsi arasındaki bağıntıya dikkat çekmektedir.
Bilindiği gibi aynalar nesnelerin sûretlerini yansıtırlar. Fakat onları bâzen gerçekte oldukları gibi yansıtırlar, bâzen de az ya da çok değişmiş ya da dönüşmüş olarak gösterirler. Nitekim büyük bir cisim dışbükey küresel bir aynada küçük, iç bükey silindirik bir aynada (eğer cisim ayna ile odak doğrusu arasında bulunmakta ise) uzun ve hareket hâlindeki bir aynada da hareket hâlinde görünür. Ayna bâzen -özellikle içbükey bir ayna söz konusu olduğunda ve cisim de aynaya aynanın odak noktasından daha uzak bir konumda bulunuyorsa- kendi özel yapısından dolayı cismi tepetaklak gösterebilir. Bu takdirde –her ne kadar tepetaklak görünüyorsa da– aynaya bakanın soluna sûretinin solu, sağına da sağı tekābül eder. Çoğu kere ise –söz konusu aynanın düzlemsel ayna olması hâlinde- bakanın sağı, aynada görünenin solu olur. Aslında aynaya bakan ile aynada görünen arasında, mecâzî mânâda değil de cisimler söz konusu olduğunda bile, birinin üç-boyutlu olmasına karşılık, aynadaki sûretin iki-boyutlu olarak tecellî etmesi bakımından büyük ve aşılması mümkün olmayan bir fark bulunmaktadır. Özetle söylemek gerekirse, aynaya yansıyan görüntü aslını ne kadar hatırlatsa da gerçekte aslından çok şey yitirmiş bir görüntüdür.
Ganiyy-i Muhtefî, aynaların bu aldatıcı ve yanıltıcı konumlarını idrâk etmenin ancak aynaların sırrını çözmeye bağlı olduğunu 4. beyitte söylemektedir. Acaba sözünü ettiği bu sır ne olabilir? Deneye açık düşüncemiz bizi şu noktaya getirmektedir: Bizler bir ayna içerisindeki sûretlere ya da kendi sûretlerimize baktığımızda, bu sûretleri ya da kendi sûretlerimizi aynada gördüğümüzü bildiğimiz halde aynanın kendisini göremeyiz. Sırf görünebilir oldukları için, eşyânın ayna içindeki sûretleri ya da hayalleri bizim nazarımızla aynanın arasına girmekte ve tıpkı gözlerimizden aynayı saklayan bir perde imiş gibi hareket etmektedirler.
Hakk, “bilinsin diye” kendini âleme izhâr eder (gösterir). Lâkin kendini her ferdî şeyin mevcûd olan eğilimine (istidâdına) uygun ve onun gereği olarak izhâr eder ve Hakk’ın kendini izhâr ettiği odak noktası (mihrak) yani tecellîsinin eriştiği nesne (tecellîgâhı) kendine bilinç bahşedilmiş bir insân ise, o insân, nefsinde kendini izhâr edenin, aslında Hakk olduğunu sezgisel bir bilgiyle zevkan idrâk eder. Nihâyet bu, kendi zâtî istidâdının emrettiği özel bir sûretteki Hakk olduğundan onun kendi nefsinde gördüğü de Hakk’a yansıyan kendi öz sûretinden başka bir şey değildir. O Hakk’ın Zât’ını aslā göremez. Aklı, ona sırf burada ilâhî ayna olmasından ötürü kendi zâtî sûretinin görünmekte olduğunu, fakat bütün bu bilincine rağmen aynanın kendini göremeyeceğini söyler; o yalnızca kendi nefsini görmektedir. Bu gerçeklik, tıpkı bu maddî âlemde bir aynaya bakmakta olan bir kimse misâli gibidir. Âlemdeki maddî ve rûhânî şeyler bir taraftan ilâhî tecellînin çeşitli sûretleri olmakta; diğer taraftan da, Hakk’ın (eksiksiz) bir zâtî tecellîsine engel olan perdeler gibi davranmaktadır. Bunlar Allāh’ı örtmekte ve beşerin O’nu doğrudan doğruya görmesine izin vermemektedirler. Zaten Ganiyy-i Muhtefî’nin de işâret yoluyla anlatmak istediği budur.
5-7. Beyitler:
Şu hâlde bu tecellî aynın değildir senin.
Ama gayrın da değil! İdrâk et, derin derin!
İşte sana bir misâl, mantıka da aykırı;
Zira, bir şey: bir şeyin ya aynıdır, ya gayrı!
Akl-ı Meâş’a göre yoktur bir üçüncü hâl.
Bu örneğin fehmi de bu Akl’a göre muhâl.
Ganiyy-i Muhtefî, 5–7. beyitlerinde Akl-ı Meâş’ın dayandığı iki-değerli, Mantık’daki temel ilkelerden biri olan ve “bir şey, bir şeyin ya aynıdır, ya da gayrı” şeklinde ifâde edilen “Üçüncü Şıkkın İmkânsızlığı” ilkesine değinmekte ve bu ilkenin aynadaki görüntü söz konusu olduğunda geçerliliğini yitirdiğine dikkati çekmektedir.
Nitekim beni tanıyan bir kimse, benim aynada yansıyan sûretimi görse: “Aaa, bu Necmettin!” diyerek beni hemen teşhis eder; ama aynada tecellî eden sûretim/görüntüm ile ben, gerçekte, aynı mıyız? Beni şeksiz şüphesiz teşhis etmeğe yarayan aynadaki tecellîm hiç kuşkusuz benim aynım değildir. Çünkü ben üç boyutlu bir cisim olmama rağmen aynadaki tecellîm yalnızca iki boyutludur. Ayrıca ben sağ elimi yukarı kaldırdığımda, aynada tecellî eden görüntüm sol elini yukarı kaldırmaktadır. Bu bakımdan aynadaki tecellîm benim ne gayrımdır (çünkü şeksiz şüphesiz teşhis edilmemi sağlamaktadır) ve ne de aynımdır. Bu açıdan da bu durum Mantık’daki “Üçüncü Şıkkın İmkânsızlığı” ilkesine aykırı bir hal ihdâs etmektedir.
8-11. Beyitler:
İşte Hakk da bu Kevn’i Kendi’ne seçti mir’ât.
Bu aynada seyretti tecellîsini kat kat.
Bu kapsamda mahlûkāt aynı olamaz Hakk’ın.
Ama gayrı da değil! Rabbim, şu işe bakın!
İnce bir idrâktir bu. Sakın kaymasın ayak!
“Panteizm”e düşmeden fehmedilsin bu siyâk.
Kevn Hakk’ın aynasıdır, nereye bakarsan bak!
İnsânı ârif kılan bu sibaktır, bu sibak!
Daha önce Hakk’ın âlemin aynasında Kendini seyretmek arzusunun (meşiyyet’inin) olduğunu ve Kendine has Sıfatlar’ın tecellî sûretlerinde Kendini müşâhede etmek (seyretmek) istediğini söylemiştik. Başka bir ifâde ile anlatırsak, “Hakk Teâlâ, Esmâü’l-Hüsnâ’nın tecellîlerini görmeyi” ya da “Hakk Teâlâ kendi tecellîlerini görmeyi” dileyince âlem aynasını yaratmıştır. Aslında Yaratıcı Arzu İlâhî İsimler’in (Esmâü’l-Hüsnâ’nın) yani İlâhî Sıfatlar’ın aslî bâtınî gayretinden zuhûr etmiştir. Mutlak bir ihtiyaçsızlık hâli ile vasıflanmış olan Hakk kendiliğinden ve kendi için herhangi bir yaratma fiiline gerek duymaz. Âlemin varlığına, yaratılmış âleme ihtiyaç duyan (yani bu âlemi gerektiren) hep Esmâü’l-Hüsnâ’dır. Âlemin gerekliliği Esmâü’l-Hüsnâ’nın tabîatı gereğidir, çünkü bunlar ancak somut varlıklarla kuvveden fiile çıkabilmektedirler ve bu somut varlıklar olmadığı zaman da yalnızca Hakk’ın ilminde mestûr (gizli) kalmaktadırlar. Ganiyy-i Muhtefî, 8. beyitte bu gerçekliğe dikkat çekmekte ve bu âlemi Zât’ına ayna olarak seçen Hakk’ın bu aynada zuhûr eden Kesret’teki tecellîsini seyrettiğini söylemektedir.
Bu bilgilerden sonra karşımıza şöyle bir soru çıkmaktadır. “Acaba Hakk’ın âlem aracılığıyla Kendisini seyretmesi nasıl mümkün olmaktadır?” Hakk’ın, Kendini içinde seyredebilsin diye âlemi yarattığını söylemiştik. Ama bu âlemin en belirgin özelliği ondaki her bir mevcûdun Allāh’ın özel bir ve yalnızca bir vechesini temsil etmesidir. Bu temsilde bunun tümünün kesin sınırları ve parçalarının birbirlerine belirgin irtibatları bulunmaz; ve görünüş itibariyle de yalnızca münferit (ayrı/tekbaşına) noktaların oluşturduğu gevşek bir küme gibidir. Sanki bir çeşit bulutsu bir ayna gibidir.
Daha öz bir ifâde ile söylersek, İnsân’ın dışındaki her bir varlık Hakk Teâlâ’nın ancak bir vechesini yansıtır. Bunlar bir araya cem edilip de bütün âlemi teşkil ettikleri zaman ancak Hakk’ın Bilinci’ne tekābül eden bir büyük bütün teşkil ederler. Bu anlamda, hiç şüphesiz, âlem “bir”dir ama (bizâtihî) bilinci olmadığından tam ve gerçek bir vahdet teşkil etmez. Diğer bütün yaratılmışların tersine, İnsân minyatür bir biçimde bütün İlâhî İsimler’i kendinde izhâr eder ve bu bakımdan da İlâhî İsimler’in vahdetini olduğu gibi yansıtabilen mûcizevî bir aynadır. İnsânın bu cem etme özelliği yani bütün sıfatları kendinde toplaması bakımından Hakk en mükemmel bir biçimde İnsân’da tecellî eder. Bu tecellî de ancak insânlardan İnsân-ı Kâmil’de vukû bulur, çünkü ancak o Hakk’ın en mükemmel tecellîsinin mazharıdır.
Bir başka deyişle, Allāh’ın Kendini içinde seyretmek üzere yaratmış olduğu İnsân her bir nesneyi gerçekten de olduğu gibi yansıtan iyi cilâlanmış kusursuz bir aynadır. Aslına bakılacak olursa İnsân, daha çok, âlem denilen bu aynanın bizâtihî cilâsıdır ve bu Âlemi Allāh Kendini içinde seyredebilsin diye yaratmıştır.1 Bütün bu ucu bucağı olmayan âleme yayılmış, dağıtılmış olan somut nesneler ise İnsân denilen bu noktasal odakta cem ve tevhîd edilmektedirler. Bütün girift ayrıntılarıyla tüm âlemin yapısı apaçık ve parçaları birbirleriyle iyice irtibatlandırılmış bir minyatür şeklinde İnsân’da yansımaktadır.
Hakk, içinde Kendisinin görüneceği bir tecellîgâhın (mahallin) sağladığı özel bir sûret altında Zât’ını Zât’ına görünür kıldı. Eğer böyle bir mahal ve de Hakk’ın tecellîsi olmasaydı, O’na bu şekilde görünür olan bir şey aslâ olmazdı. İnsânın yaratılışından önce Hakk Teâlâ bu âlemin tümünü kendisinde rûh bulunmayan bir cesed gibi yaratmıştı. Bundan dolayı da cilâlanmamış bir ayna gibiydi. Bu durum, Âlem denilen aynanın cilâlanmasını gerekli kıldı. Bunun için Hakk Teâlâ İnsân’a Rûh’undan üfürdü ve meleklere de “O’na secde edin!” diyerek onu yaratılmışların en şereflisi kıldı. (Hicr/29-29, Secde78-9, Sâd/71-72). Böylece İnsân da bu aynanın cilâsının temeli ve bu sûretin de rûhu oldu. Bu mânâda İnsân Hakk’ın Sûreti’dir ve bu özelliğinden ötürü de İnsân Hakk’ın yeryüzündeki Halîfesi olabilir.
İnsân’ın Halîfe olarak adlandırılması yaratılışındaki cem etme ve Hakîkatlerin hepsini kuşatma yeteneğine sâhip olmasından dolayıdır. Gözbebeği insân için ne ise, İnsân da Allāh için odur. Bilindiği üzere (İnsân), görmek ile (basar ile) eş anlamlı tutulmuştur. Çünkü Arapça’da gözbebeğine “gözdeki insân” denilir. İşte bunun için “insân” adını almıştır. Zira Hakk Teâlâ yarattıklarına onun aracılığıyla bakar ve rahmet eder.
9–10. beyitlerde Ganiyy-i Muhtefî önemli bir uyarı yapmakta ve Hakk’ın aynası olan âlemin/mahlûkātın “Hakk’ın aynısı olamayacağını, ama O’ndan gayrı da düşünülemeyeceğini” ve bu iki zıt ifâdeyi/hâli anlamanın yolunun ise ince bir idrâkten geçtiğini belirtmektedir. Ardından uyarısını sürdürerek, eğer bu birbirine zıt(mış) gibi görünen iki hal (tenzîh ve teşbîh) Tevhîd edilemezse insânın ayağının kayacağını ve hatta panteizme düşme tehlikesi ile karşı karşıya kalacağını anlatmaktadır.
Panteizm, Yunanca “her şey” demek olan “pan” ile Allāh’ın ismi olan “teos” kelimelerinin bir araya gelmesiyle oluşmuş ve sonuna da izm takısını alarak felsefî bir ekolün adı olmuştur. Allāh’ın, eşyânın bütününden ibâret olduğuna inanan bu ekol, Allāh ile âlemi aynı şey olarak görmektedir.
Halbuki biz biliyoruz ki, âlemin vücûdu (varlığı) vardır, fakat bu vücûd bizâtihî mutlak nücûd değil bir izâfî vücûd’dur (vücûd-i izâfî’dir) yani çeşitli şekil ve sûretlerle belirlenmiş ve sınırlandırılmış olan Vücûd’dur. Ama ne kadar belirlenmiş ve sınırlandırılmış olursa olsun, vücûd-i izâfî de, eninde sonunda, mutlak Vücûd’un doğrudan doğruya bir yansımasıdır. Bu, zâtî tecellîlerin tecellî ettiği yerler (tecellîgâhları) tarafından belirlenmiş ve özelleştirilmiş olarak Hakk’ın mümkün varlıklarda tecellî etmiş olmasıyla Hakk Teâlâ’nın sûretidir. Öz bir ifâde ile, “Vücûd-i izâfî, Vücûd-i Mutlak’ın izâfî taayünler aynasında yansıyan sûretidir.”
Daha önce 1–4. beyitlerin açıklamasını yaparken şöyle bir cümle kullanmıştık: Ayna nesnelerin sûretini yansıtır. Bâzen onları gerçekte oldukları gibi yansıttığı gibi, pek çok halde de aynadan yansıyan nesne az ya da çok değişmiş ya da dönüşmüş olarak görünür. Bir aynada görünen hayal, oraya yansıyan nesnenin kendisi değildir; ama o nesneyi temsil eder. Nasıl çeşitli aynalara yansıyan bir mumun alevi elimizi yakmıyorsa ve yine aynaların tümünün kırılması ile mum kendi gerçekliğinden bir şey kaybetmiyorsa Hakk’ın da varlık aynasındaki tecellîsini buna benzetebiliriz. “Evet, aynadaki hayal mumdur ve mumu temsil etmektedir” ama yakmayacak kadar aslından çok şey kaybetmiştir. Bunun yanında “Hayır, bu hayal mum değildir” de diyemeyiz. Çünkü gölge varsa aslı da var demektir ve bu hayal aslına benzemektedir.
Son olarak 11. beyitte Ganiyy-i Muhtefî bir kez daha âlemin Hakk’ın aynası olduğunu hatırlatıyor ve insânı “ârif”kılan bakışın Hakk’ın tecellîlerini varlık aynasında seyreden ama O’nu o varlıkla sınırlandırmayan/kayıtlamayan/dondurmayan bakış olduğunu vurguluyor. Ganiyy-i Muhtefî bir başka beytinde de sözünü ettiğimiz bu gerçeği şöyle dile getirmektedir:
Kaç nehire, kaç göle yansımaka dolunay?
Bakma sen bu kesrete; Allāh: Ahad, Allāh: Hayy!
Ayın binlerce aksi raksederken sularda,
Ay tekdir; ammâ aksi, kesîr olur şuurda.
Buna bakıp sen “Tek”i görme “çokluk” olarak;
Şaşılıktan kurtul da kalsın şirk senden ırak!
III. Dersin İkinci Nefesi’nin Kıssadan Hissesi
Cenâb-ı Hakk’ın Mükevvenât’taki tecellîleri tıpkı bir insânın aynadaki tecellîsi gibidir. Aynadaki görüntünün kime ait olduğunu bilmek için görüntünün sâhibini bilmek gerekir. Mükevvenâttaki görüntünün neyin yansıması olduğunu bilmek için de bu görüntünün sâhibini teşhis eden özel bir İlim gerekir. Buna İlm-i Ledün denir. Ayrıca, nasıl ki aynadaki görüntü o görüntünün ait olduğu kişinin aynı da gayrı da değilse Mükevvenât’ta tecellî eden Zât da o tecellînin ne aynı ve ne de gayrıdır.
Necmettin Şahinler
Yazarın Ganiyy-i Muhtefî’nin Merâtib-i Tevhîd Risâlesi Yorumu (İnsan Yayınları, 2011) adlı kitabından alınmıştır.
- Bkz. Toshihiko Izutsu, İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar-Kavramlar, Çeviren: Ahmed Yüksel Özemre, Kaknüs Yayınları, İstanbul 1998, s. 313. ↩︎