Kur’ân’ın 53. sûresi olan “Necm Sûresi”nin ilk âyeti de “vav/yemin” ile başlamakta ve “Batan yıldızın sırrına” dikkatimizi çekmektedir: “Yemin olsun battığı vakit O Yıldız’a.”1 Âyette geçen “necm” kelimesine birçok anlam yüklemeleri yapılmıştır. Bazıları “ot/çimen”2 anlamına geldiğini, bazıları ise “Kur’ân’ın tedrîcen vahyedilen parçalarının (nücûm) her biri” olduğunu söylemişlerdir. “Necm” kelimesine “yıldız” anlamını verenler de bu yıldızın “Ülker yıldızı/Süreyyâ Yıldızı” olabileceğine işâret etmişlerdir. Hatta bazı müfessirler Necm Sûresi’nin 49. âyetine atıfta bulunarak bu yıldızı “Şi‘râ/Sirius” yıldızı olarak açıklamışlardır. “Sûrenin genel içeriğini” göz önüne alarak değerlendirdiğimizde kişisel düşüncemiz “necm” kelimesinin “yıldız” anlamında kullanıldığıdır. Şi‘ra/Sirius yıldızı dünyâdan bakıldığında gökyüzünün en parlak yıldızıdır. Bütün dînî metinlerde ve ezoterik/bâtınî doktrinlerde bu yıldızdan söz edilmesi –hakîkatini idrâk edemesek de– tesâdüfî değildir. Fakat burada önemli olan bu Necm’e/yıldıza yapılan yeminle “Hz. Peygamber’in sapmadığı/azmadığı/şaşmadığı” gerçeğini güçlendirmek arasında nasıl bir ilişkinin var olduğu sorusudur? Anlaşılan “necm”le vurgulanan bu boyutun, yaşadığımız bu âlemi –özelde Hz. Peygamber’i– mânevî yönden besleyen kutsal/emin/güvenilir bir “Rûhânî Merkez/Kanal” olduğu gerçeğidir. Tâkip eden âyetlerin vahiy ile ilgili olması bu gerçeği destekler mâhiyettedir.
Necm 53/2. âyetin –bâtınında– özne olarak Hz. Peygamber’i kastetmekle beraber, kendisinden “sizin peygamberiniz/sizin elçiniz” şeklinde bahsetmek yerine “sizin sâhibiniz” diye söz etmesi çok anlamlıdır. “Sizin bu sâhibiniz ne sapmış, ne de aldatılmıştır.”3 Sâhip, daima sohbette bulunan veya arkadaşlık edip koruyan, yani “hâmî” mânâlarına gelmektedir ve hitap “Kur’ân’ı kendi uydurdu” diyen Kureyş ve benzerlerinedir. Âyette geçen “dalâl”, hidâyetin zıddıdır; yolunu kaybetmek veya hiç yol bulamayıp şaşkın dolaşmak demektir. “Gayy”, rüşdün zıddıdır ve aklın istikāmetini veya yolun doğrusunu yitirmek mânâsını ifâde eder. Bütün bunları değerlendirdiğimizde ise karşımıza şu anlam çıkmaktadır: “Şimdiye kadar sohbetinde bulunarak çok iyi tanıdığınız, aklına ve doğruluğuna güvendiğiniz, sizinle sohbet edip hak yolunu göstermek isteyen arkadaşınız, ne yolunu şaşırdı ne de aklını; ne aldanır ne de aldatılır. O, ne sihirbaz, ne kâhin, ne de mecnûndur.”
Necm 53/3. âyeti, “sâhibimiz” olan bu Zât’ın –Hz. Peygamber’in- kendi nefsinden konuşmadığını söylemektedir. “O kendi arzu ve hevesine göre konuşmaz.”4 Âyette geçen “hevâ” ifâdesi ilâhlaştırmaya uygun her türlü nefsânî eğilimdir. Yani bir peygamberin konuşması, beşerî her türlü eğilimden/zaafdan uzaktır. Çünkü O’nun konuşması, Necm 53/4. âyette vurgulandığı gibi “kendisine indirilen –ilâhî- vahiyden başka bir şey değildir.”5 Bu âyet Müslümanlar arasında “Acaba Hz. Peygamber’in tüm konuşmaları da mı bu kategoriye girmektedir?” şeklinde bir soruya neden olmuştur. Fakat sahâbîlerin bazen Hz. Peygamber’e yönelttikleri “Bu sizin kendi sözünüz müdür yoksa Allāh’ın vahyi midir?” sorusu bize bu konuda epey ışık tutmuştur. Hz. Peygamber, bu soru üzerine kendi sözleriyle İlâhî Vahyi birbirinden net bir şekilde ayırmıştır. Ama bu ayrım Hz. Peygamber’in Kur’ân vahyi/metni dışındaki sözlerinin nefsî/beşerî olduğu anlamına gelmemektedir. Hz. Peygamber’in dilinden dökülen her kelime vahiy ilmine/ışığına/nûruna dayanmakta ve sünneti Sünnetullāh’ı yansıtmaktadır. “Beni Rabbim terbiye etti” diyen bir peygamberin söz ve davranışlarının tümü İlâhî Ahlâk’ın bir tecellîsidir ve bu sözler “Vahy-i Hafî” olarak düşünülmelidir.
Necm 53/5. âyet “kendi nefsinin subjektif eğilimlerini” içermeyen bu Kur’ân’ın Hz. Peygamber’e Cebrâil tarafından öğretildiğini söylemektedir: “Ona vahyi son derece kudretli biri öğretti.”6 Âyette geçen “Şedîdü’l-kuvâ” ifâdesi Cebrâil’in son derece güçlü/kuvvetli bir melek olduğunu göstermektedir. Cebrâil’in Hz. Peygamber’e Kur’ân’ı/Vahyiöğretmesi ise “mecaz” bir söyleyiş şekli olup, Cebrâil’in Allāh’ın ilminin aktarımında sadece bir vasıta olduğuna işâret etmektedir.7 Gerçekten de Cebrâil, diğer büyük meleklerle karşılaştırıldığında –aslî hüviyeti itibâriyle–azametli/celâlli/zorlayıcı ve büyük güçlere sâhip bir melektir. Aynı zamanda Cebrâil, Allāh’ın “Âlim”, “Basîr”, “Fettâh”, “Hakîm” ve “Muhyî” isimlerinin taşıyıcısıdır. Bu nedenle Hz. Peygamber’in vahyin indirilmesinde Cebrâil ile her karşılaşması dayanılmaz/kaldırılmaz ağırlıkta olmuştur. Cebrâil’in görevi seçilmiş kişileri “sıkarak” açmak ve daha sonra da “Allāh’ın evrensel düzeni ve değerleri hakkında bilgilendirerek” o topluma yol gösterilmesine vesile olmaktır.
Cebrâil’in sadece güçlü/kuvvetli/kudretli/yetenekli bir melek olmasının ötesinde üstün bir akıl ve hikmet –Akl-ı Küll– ile donanmış çarpıcı/muhteşem/hayranlık verici bir görüntüsünün de olduğunu Necm 53/6. âyetten öğreniyoruz. Bu âyetten anlaşıldığına göre Cebrâil gerçek/hakîkî varlığıyla/sûretiyle Hz. Peygamber’e görünmüştür. “(O,) fevkalâde bir güçle donatılmış [bir melektir] ki o an geldiğinde kendini gerçek şekli ve hüviyeti ile gösterdi”8. Âyette geçen “zû mirre” ifâdesi Arapça’da çok yönlü bir kelimedir ve Cebrâil’in hem akıl yönünden hem de şekil/sûret yönünden olan kemâline işâret eder. Hz. Peygamber’in onu gördüğü yer Necm 53/7. âyette anlatıldığı gibi “ufkun en uç noktası”ydı.9 “Ufuku’l-a‘lâ”10 olarak gösterilen bu yer güneşin doğduğu veya başka bir anlamda gökyüzünün doğu tarafı olarak ifâde edilebilir.
Hz. Peygamber Cebrâil’i hayatı boyunca en az iki defa “gerçek şekli ve hüviyeti içinde” görmüştür. Bunlardan ilki, “fetretü’l-vahy”11 yani “vahyin kesilmesi” olarak bilinen dönemin ardından12, ikincisi ise sözünü ettiğimiz bu âyetlere konu olan sırlarla dolu “mi‘râc” hâdisesinde olmuştur. Necm 53/8. âyetin içeriğine göre Cebrâil, bulunduğu bu konumdan Hz. Peygamber’in yanına doğru sarkarak yaklaşmıştır. “Ve sonra yaklaşarak yanına geldi.”13 Cebrâil’in bu yaklaşması öyle bir noktaya gelmiştir ki, bu yakınlık –Arapça’daki ifâde şekliyle– “Aralarında iki yay mesafesi kalıncaya kadar, hatta daha da yakınına”14 şeklinde tarif edilmiştir. “Kābe kavseyn” olarak tanımlanan bu yakınlık, Vahiy Meleği’nin açıkça hissedilebilir, hatta neredeyse dokunulabilir bir şekilde göründüğünü düşündürmektedir.
Bu yakınlaşmanın, kendini olanca kudret ve güzelliği ile “yeryüzü ufkunda” istisnâî bir şekilde gösterme sonrasında Cebrâil, Allāh’ın vahyini –ne kadarına izin verilmişse– Hz. Peygamber’e vahyetti. “Böylece [Allāh], vahyedilmesini uygun gördüğü her şeyi kuluna vahyetmiş oldu.”15 Bu ifâdeler en derûnî anlamıyla, Allāh’ın, seçilmiş peygamberlerine bile, varlığın, hayatın ve ölümün gerçek anlamını, evreni yaratmasındaki maksadın ve bizzat evrenin kendisinin gerçek sırlarını tamamen açmadığını gösterir. “Kuluna vahyettiğini vahyetti” gerçeğini iki şekilde anlamamız mümkündür. Birincisi, Cebrâil (O) Allāh’ın kuluna vahyettiğini vahyetti.16 İkincisi ise; Allāh (O), Cebrâil vasıtasıyla kuluna vahyetti. Fakat âyetin önceki ve sonraki âyetlerle ilişkisi –siyâk ve sibâk– düşünüldüğünde ilk anlam daha uygun görünmektedir.17
Hz. Peygamber Cebrâil’i, gündüzün aydınlığında yani “rüyâ/yakaza” dışında gözleriyle net bir şekilde gördüğünden bunun bir “cin/şeytan” veya “hayal mahsûlü bir görüntü” olduğu yolunda kalbinde hiçbir şüphe oluşmamıştır. Necm 53/11. âyeti Hz. Peygamber’in bu mükemmel/sâdık ve kendine güvenen tecrübesini şöyle övmektedir: “[Kulunun] kalbi gördüğünü yalanlamadı.”18 Yani Hz. Peygamber, yaşadığı deneyimin rûhî karakterinin tamamen farkında olduğu için, bu şeyi bilinci ile normal olarak kavraması ile sezgisel olarak kavraması (kalp gözü) arasında bir çelişki yoktu. Yani Hz. Peygamber’in, gözüyle gördüklerini kalbi tasdik etmişti. Böylece Kur’ân, Hz. Peygamber’in meleği görmesinin bir yanılsama değil, gerçek bir rûhî tecrübe olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Fakat bu tamamen rûhî mahiyette bir tecrübe olduğundan, başkalarına ancak semboller ve temsiller vasıtasıyla anlatılabilirdi; ki şüpheciler bunları kolayca gözardı edilebilecek hayal ürünü şeyler olarak görüp “ne gördüğü konusunda onunla tartışmaya giriyorlar”dı. İşte Necm 53/12. âyeti bu şüphecilere seslenmekte ve giriştikleri tartışmanın anlamsız/gereksiz/boş olduğunu onlara söylemektedir. “Peki siz, ne gördüğü konusunda o’nunla tartışmaya mı giriyorsunuz?”19 Şüphesiz tartışma yapanların Hz. Peygamber’in yaşadığı tecrübeyi anlamaları mümkün değildir. Onlar da Hz. Ebû Bekir’in gözüyle Hz. Peygamber’e bakabilselerdi “O ne söylüyorsa doğrudur” der, mânevî bir tecellîyi dünyâmızın kelimeleri ile anlatmasını Hz. Peygamber’den beklemezlerdi.
Hz. Peygamber daha sonra yine “gerçek şekli ve hüviyeti içinde” Cebrâil’i “bir kez daha gördü.”20 Gördüğü bu yer “Sidretü’l-müntehâ”21 adı verilen bir yerdi ve üstelik bu yerin yanında “Cennetü’l-Me’vâ”22 adı verilen “sığınılacak/barınılacak” bir cennet vardı. “Sidretü’l-müntehâ”, son sınırdır yani Allāh’ın, yaratılmış varlıkların ulaşabileceği bilgilere ait koyduğu son noktadır. Bu sınır, ne kadar kapsayıcı ve nüfûz edici olsa da, insân bilgisinin Yaratıcı’nın yalnız kendisine sakladığı nihaî gerçekliğin künhüne asla ulaşamayacağını gösterir. Hadîs kaynakları Cebrâil’in ancak bu sınıra kadar Hz. Peygamber’e eşlik ettiğini söylerler.23 “Sidr” veya “Sidre” ise “Hurma Ağacı”dır. Rivâyete göre hadîslerde bu ağaç, yapraklarının gölgesinden dolayı cennetin “gölgesi”nin yani “rûhî sükûnet ve esenliğinin” bir sembolü olarak kullanılmıştır. Cennetü’l-Me’vâ’nın Sidretü’l-müntehâ’nın yanında yer almasının bir anlamı da, bu vaad edilmiş cennete yalnızca mânevî tekâmülünü en ileri derecede gerçekleştirmiş “tahkik ehli” olanların gireceğidir.
Necm 53/16. âyet “Sidre” olarak tanımlanan bu son sınırın –dünyâmızın sözcükleriyle tasvir/ifâde edilemeyen– bir bürünmeye sahne olduğunu anlatır: “Meçhul bir parlaklığın çevresini sarıp kuşattığı sidre ağacının başında.”24 Âyette bu bürüyenin/örtenin ne olduğu kapalı bırakılmıştır. Bazı müfessirler bu gelenlerin “melekler” olduğunu söylemişlerdir.25 Bir başka anlam ise bu “kaplama”nın nihâî noktaya/sınıra erişen insânın, Rabbinden bir lutuf/ihsân/hediye olarak elde edeceği tüm oluşumlara işâret ettiğidir. Ama bu ne ise Hz. Peygamber’in gözü bu bilinmeyen hakîkat üzerinde odaklanmış/yoğunlaşmış ve başka bir yöne/istikāmete kaymamıştır. “[Dikkat edin,] göz ne kaydı, ne de (başka yöne) çevrildi.”26 Âyette geçen “tağâ” istikāmetin zıt anlamını taşımaktadır. Anlaşılıyor ki Hz. Peygamber, bakışlarını kilitlediği bu hayranlık/şaşkınlık verici görüntüden öteye geçmemiş veya geçme isteğinde bulunmamıştır.
İşte bu noktada Hz. Peygamber, Rabbinin en büyük âyetini görmüştür. “Ve o, gerçekten de Rabbinin en muhteşem sembollerinden bir kısmını gördü.”27 Hz. Peygamber’in bu seyri İsrâ Sûresi’nin bir açılımı gibidir. Bu sûrenin ilk âyetinde şöyle söylenilmektedir: “Yüceliğinde sınır olmayan O [Allāh] ki kulunu geceleyin, kendisine bazı alâmetlerimizi göstermek için [Mekke’deki] Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götürdü. Çünkü, gerçekten her şeyi işiten, her şeyi gören O’dur.”28 Hz. Peygamber’in gördüğü en büyük âyetin/âyetlerin ne olduğu açıkça anlatılmamıştır. Fakat Hz. Peygamber’in bu mânevî seyrini anlattığı hadîslerinden bunun Allāh’ın “melekût”u olduğunu çıkarmamız mümkün gözükmektedir. “Yazı yazan kalemlerin cızırtılarını duydum” demek Melekût’un sırlarını yani bir anlamda evrenin işleyiş ve idare ediliş kanunlarını –hepsini değil– müşâhede ettim demektir.
Necmettin Şahinler
Yazarın Batan Yıldıza Yemin (İnsan Yayınları, 2011) adlı kitabından alınmıştır.
- Necm 53/1: “Ven necmi izâ hevâ.” ↩︎
- Rahmân 55/6. ↩︎
- Necm 53/2: “Mâ dalle sâhıbüküm ve mâ ğavâ.” ↩︎
- Necm 53/3: “Ve mâ yentıku ani’l-hevâ.” ↩︎
- Necm 53/4: “İn hüve illâ vahyun yûhâ.” ↩︎
- Necm 53/5: “Allemehû şedîdü’l-kuvâ.” ↩︎
- Bakara 2/97. ↩︎
- Necm 53/6: “Zû mirretin, festevâ.” ↩︎
- Necm 53/7: “Ve hüve bi’l-ufukı’l-a‘lâ.” ↩︎
- Aynı zamanda bu ifâde bakanlara karşı en yüksek bulunan tarafı gösterir. ↩︎
- Vahiydeki bu kopmanın (fetretü’l-vahy) süresi tam olarak bilinmemektedir. Bu dönem asgarî altı ay, azamî üç yıl sürmüş olabilir. Bu süre, Hz. Peygamber için derin bir üzüntü dönemi oldu. Vahyin kesilmesi, O’nu, Hira Dağı mağarasında yaşadığı ilk tecrübenin neredeyse bir yanılsama (illusion) olduğuna inandırıyordu. ↩︎
- Tekvîr 81/23. ↩︎
- Necm 53/8: “Sümme denâ fetedellâ.” ↩︎
- Necm 53/9: “Fekâne kābe kavseyni ev ednâ.” ↩︎
- Necm 53/10: “Feevhâ ilâ abdihî mâ evhâ.” ↩︎
- Nahl 16/102; Şuarâ 26/193; Şûrâ 42/51. ↩︎
- Âyette geçen “Hû” zamirinin –abdi-hî– başlangıçtan beri ismi zikredilmemesine rağmen Allāh’a nasıl izâfe edildiğinin sorusunun cevabını şöyle vermek mümkündür: “İzâfe olunan belli bir şahıs ise, onun zikri geçmese bile, zamir kendiliğinden ona işâret eder.” Kur’ân’da bunun örnekleri şu âyetlerde bulunabilir. Kadir 97/1, Fâtır 35/45, Vâkıa 56/35, Yâsîn 36/69 gibi. ↩︎
- Necm 53/11: “Mâ kezebe’l-fuâdü mâ reâ.” ↩︎
- Necm 53/12: “Efe tümârûehû âlâ mâ yerâ.” ↩︎
- Necm 53/13: “Ve lekad reâhu nezleten uhrâ.” ↩︎
- Necm 53/14: “Inde sidreti’l-müntehâ.” ↩︎
- Necm 53/15: “Indehâ cennetü’l-me’vâ.” ↩︎
- Bir hadîs rivâyetine göre Cebrâil: “İşte burası Sidretü’l-Müntehâ’dır! Ben, buradan parmak ucu kadar ileri gitsem, yanarım! demiştir. ↩︎
- Necm 53/16: “İz yağşe’s-sidrete mâ yağşâ.” ↩︎
- Mescid-i Aksâ’dan Beyt-i Mâmûr’un kastedildiğini düşündüğümüzde bu görüşe katılmak mümkündür. Çünkü Beyt-i Mâmûr’un bir adı da “Meleklerin Kâbesi”dir. ↩︎
- Necm 53/17: “Mâ zağal basaru ve mâ tağâ.” ↩︎
- Necm 53/18: “Lekad reâ min âyâti Rabbihi’l-Kübrâ.” ↩︎
- İsrâ 17/1. ↩︎