Kur’ân, başlangıçta bir bütün olan göklerin ve yerin sonradan Allāh tarafından ikiye ayrıldığını söyler.1 Şüphesiz bu ayrılışın en büyük nedeni insanın yaratılışına zemin/ortam hazırlamaktır.2 Göklerin ve yerin tek sahibi ve tasarruf edicisi olan Allāh3 bu katmanlar içerisindeki her şeyi insanın hizmetine vermiştir. İnsanın doğduğu, büyüdüğü, dinlendiği, geçindiği, mücâdele ettiği ve sonunda göçtüğü yerin adı “Arz”dır. Bu arzı, koruyucu bir tavan/çardak olarak saran ve başta yağmur olmak üzere birçok iklim olaylarının oluştuğu yere de “Semâ” denir.4 Arz kelimesi Kur’ân’da 461 yerde, “Semâ” ise 190 tanesi çoğul olmak üzere 310 yerde geçer. Görülüyor ki “Semâ” ve “Arz”, yaşamın devamını sağlayan iki unsurdur. Semâ, eril/müzekker, Arz ise dişi/müennes bir sözcüktür. Böylece oluş, bu iki varlığın buluşmasından ortaya çıkmaktadır. İrfânî düşüncede de semâ “baba”, arz ise “anne” olarak yorumlanmış; semâ ile rûhânî âlem, arz ile nefsânî âlem örtüştürülmüştür.
Kur’ân’a göre semâ ve arz, içinde Allāh’ın birliğine işâret eden âyetleri taşımaktadır.5 Bu anlamda düşünüldüğünde her ikisi de insan tarafından okunması, tetkik edilmesi gereken iki büyük kitaptır. Maddenin bir “şey” olarak var olabilmesi için bir mekâna ihtiyacı vardır. Arapça’da mekân kelimesi, “ol” anlamına gelen “kün” kelimesinin fiil kökünden gelmektedir. Allāh’ın “ol” emri ile bir şeyin varlık hâline gelmesi, o şeyin özelliklerini belirleyen emrin mekân kazanması demektir.6 Bu anlamda varlık sahnesine çıkan bütün kitleler “Arz”dır. Arz’ın yönetimini sağlayan bütün “emirler” ise Semâ’dan Arz’a inip durmaktadır: “Allāh, yedi göğü ve aynı şekilde yeri[n sayısız parçasını] yaratandır. O’nun [yaratıcı] irâdesi, bütün bu [yarattık]ları aracılığıyla kesintisiz tecellî eder ki Allāh’ın her şeye kādir olduğunu ve her şeyi bilgisiyle kuşattığını göresiniz.”7 Âyette geçen “Yetenezzelu” ifâdesi, tekrarı ve sürekliliği ifâde eder; “emr” ismi ile birlikte kavram olarak Allāh’ın kesintisiz yaratma faaliyetini8 temsil eder.9
Bu tıpkı Fussilet 41/11. âyette Allāh’ın Semâ’ya ve Arz’a mecâzî olarak yönelttiği “İkiniz de isteyerek yahut istemeden [varlık alanına] gelin!” çağrısına onların, “Peki, boyun eğerek geliriz”10 şeklinde karşılık vermelerinin bir izahıdır. Bunun anlamı, göklerin ve yerin Allāh’ın irâdesine uygun olarak var olduklarıdır. İsteyerek veya istemeyerek varlık âlemine gelmeleri, Allāh’ın varlıklar âlemi üzerinde paylaşılamayacak bir güce, otoriteye ve ilişkiye sahip olduğunu göstermektedir. Gökler ve yer hakkında bir başka mecâz ifâde de Duhân 44/29. âyette geçmektedir. Bu âyette gökler ve yerden sanki birer duygulu varlık olarak söz edilmekte ve şöyle denilmektedir: “Onlara ne gök ne de yer ağladı ve ne de bir mühlet verildi.”11 Bu ifâde; kendilerini bir şey zanneden, başkalarını aşağılayan, kendilerinin içinde bulunmadığı bir dünyâ tasavvur edemeyen hakîkat inkârcılarının hiç de önemli kimseler olmadığını vurgulamak için kullanılmış bir benzetmedir.
İnsanın varlık sahnesine çıkışı başta da ifâde ettiğimiz gibi öncesinde bütün olan göklerin ve yerin ayrılmasıyla başlamıştı. Şimdi ise insan için ikinci bir yaşamın yani âhiret hayatının başlangıcı yine göklerin ve yerin önemli bir değişimi ile başlayacaktır. Bu gerçeklik Kur’ân’da şöyle anlatılır: “Yerin başka bir yere, göğün başka bir göğe dönüştürüleceği ve [bütün insânların] var olan her şeyin üstünde hükümran olan O Tek İlâh’ın, Allāh’ın huzuruna çıkacakları Gün [O’nun sözü gerçekleşecektir].”12 Görülüyor ki Kıyâmet Günü’nde bilinen tüm evreni içine alacak toplu ve kökten bir değişim/dönüşüm yaşanacaktır. Bu değişim mâhiyeti itibariyle insanın şimdiden tasarlayamayacağı, tanıyıp bildiği ya da tasavvur edebildiği şeylerin ötesinde gerçekleşecektir. İşte İnşikāk Sûresi’nin ilk beş âyeti de sözünü ettiğimiz bu değişimi daha detaylı bir şekilde bize anlatmaktadır. Bu değişim Semâ’da ve Arz’da kendini farklı şekillerde bize gösterecektir.
Necmettin Şahinler
Yazarın, Yetiş Ey Ölüm (İnsan Yayınları, 2014) adlı kitabından alınmıştır.
- Enbiyâ 21/30. ↩︎
- Bakara 2/29; Ra‘d 13/ 2; İbrâhim 14/32-34; Nahl 16/ 5-14, 80-81; İsrâ17/70. ↩︎
- Bakara 2/255; Âl-i İmrân 3/109; Nisâ 4/126; Mâide 5/40; Tevbe 9/116; Nûr 24/42. ↩︎
- Bakara 2/22. ↩︎
- Fussilet 41/39. ↩︎
- Nahl 16/40; Yâsîn 36/82. ↩︎
- Talâk 65/12: “Allâhullezî halaka seb’a semâvâtin ve minel ardı mislehunn(mislehunne), yetenezzelul emru beynehunne li ta’lemû ennallâhe alâ kulli şey’in kadîrun ve ennallâhe kad ehâta bi kulli şey’in ilmâ(ilmen).” ↩︎
- Halk-ı Cedîd. ↩︎
- Bu âyet hakkında İbn Abbâs: “Eğer tefsirini yapacak olsaydım, beni taşa tutar ve tekfîr ederdiniz.” demiştir. ↩︎
- Fussilet 41/11: “Summestevâ iles semâi ve hiye duhânun fe kâle lehâ ve lil ardı’tiyâ tav’an ev kerhâ(kerhen), kâletâ eteynâ tâiîn(tâiîne).” ↩︎
- Duhân 44/29: “Fe mâ beket aleyhimus semâu vel ardu ve mâ kânû munzarîn(munzarîne).” ↩︎
- İbrâhîm 14/48: “Yevme tubeddelul ardu gayrel ardı ves semâvâtu ve berezû lillâhil vâhıdil kahhâr(kahhâri).” ↩︎