Dâvet Yolu

İnsanları tevhide çağırmanın ve onlara Allah’ın dinini tebliğ etmenin yolu olan dâvet, El-Müfredât yazarı Râgıb el- İsfahânî‘nin ifadesiyle; kendisiyle aynı kökten türeyen “dâva ve iddia” dan özellikle ayrı düşünülmesi ve değerlendirilmesi gereken bir kavramdır. Çünkü dâva ve iddiada, kişi nefsinin en zehirli tatmin araçları olan baskı ve zorlama esastır. Oysaki dâvet yâni çağrı, bir özendirme ve şuur uyandırma olayıdır. Dâva ve iddiacılık nefs putunun beslenmesine hizmet eder. Oysaki dâvet, insanı fedakârlığa, feragat ve hizmete götürür. Bu açıdan bakıldığında Müslümanların dâveti, İsmet Özel‘in deyişiyle: “Bir tehdit değil, tekliften ibarettir.

Dâvet yolu, hiçbir zaman güllerle, çiçeklerle döşenmemiştir. Bu yol basit, kısa ve kolay değildir. Bu yol çilelerle, sıkıntılarla, işkencelerle süslenmiş, şahâdetle boyanmıştır. Sabır ister, zorlukları göğüslemek ister. Fedakârlık ve infak ister. Can ister.

Allah’a dâvet eden Resûller ve davetçiler; sırf Allah’a dâvet görevini yerine getirmelerinden dolayı, Allah düşmanları tarafından çeşitli işkencelerle, eziyetlerle, öldürmelerle ve zamanın türlü acılarıyla baş başa bırakılmışlardır. Eğer Allah (cc) dileseydi, dâvetçilerle işkenceler arasına engeller kor ve bu işkencelerden onları korurdu. Fakat Yüce Allah bunu yapmadı. Dâvetçilere karşı şefkat ve rahmet sâhibi olmasına rağmen, onları işkence ve eziyetlerin her çeşidiyle baş başa bıraktı. İmtihan gereğiydi bu. Öyle ki, Sevgili Resûlümüz (SAV)’i Taif’te müşriklerin işkencesi sonucu dua ederken, Rabb’ine şöyle yalvardığını görüyoruz:

Allāh’ım! Kuvvetimin yetersizliğini, çözüm imkânlarımın azlığını ve insanların yanında hor görülmemi sana şikâyet ediyorum.

Burada şöyle bir soru akla gelmektedir. “Acaba Yüce Allah dâvetçileri hata etmelerinden dolayı, kâfirlerin eziyetlerinden korumayıp onları terk mi etti ve işkencelerle baş başa mı bıraktı, yoksa onlar hatalarının neticesini mi yüklendiler?

Hiçbir kimse, peygamberlerin ve onlara iman eden kimselerin çok çeşitli belâlara maruz kalmalarını, Allah’a dâvet yolunda yaptıkları hatalar sonucu olduğunu kabul edebilir mi? Hâlbuki gerçek, bunun aksini ifade etmektedir. Resûller ve dâvetçiler, Allah’ın dâvetine sıkı sıkıya sarılmalarından ve dosdoğru istikamette yürümelerinden dolayı işkence ve eziyetlere maruz kalmışlardır. Eğer onlar sapıtsalardı veya aşırı gitselerdi, ya da ikiyüzlülük ve yağcılık yapsalardı, herhangi bir işkence ve eziyetle karşılaşmayacaklardı.

“(Onlar sana indirilen ayetlerden beğenmediklerini bırakman sûretiyle senin) kendilerine yumuşak davranmanı isterler; böyle yapsan onlar da seni över, yumuşak davranırlar.” 1

“(Ey Muhammed!) Seni, sana vahyettiğimizden ayırıp başka bir şeyi bize karşı uydurman için uğraşırlar. O zaman seni dost edinirler.2

Allah düşmanları ve Bâtıl Ehli, her zaman Allah’a çağrının insanlar arasında yayılmasına ve gelişmesine engel olmuşlardır. Sebebi de, bu çağrının bâtıl düşüncelerini yıkmasını, kendilerine hükmetmesini ve güçlenmesini istememelerindendir. Onlar Tevhid çağrısına karşı ilk etapta, alay etme, hafife alma, şüphe tohumlarını saçma, ithamlarda bulunma, yalanlama ve insanları ondan yüz çevirtme metotlarıyla savaş açarak başlamışlardır. Mantıklarının ve delillerinin zayıflığı nedeniyle âciz kaldıklarında da davetçileri yakalamaya, tutuklamaya, idam etmeye ve çeşitli vesilelerle işkence yapmaya koyulmuşlardır. İnanç sâhiplerini, sağlam akidelerinden vazgeçirmeye, diğer insanların da bu inanca girmelerine mâni olmaya ve onları korkutmaya çalışmışlardır. Bunlarla birlikte, zulümlerini ve düşmanlıklarını daha da arttırmak ve dâveti kökünden kurutmak için, âdî ve geçersiz ithamlara başvurma metodunu uygulamışlardır. Özellikle de bu komployu, Hakk ehlinin bâtıl ithamları çürütecek ve delillerini iptal edecek fırsata ve özgürlüğe sâhip olmadıkları zaman; konuları saptırarak, değişik araçlarla propagandasını yaparak uygulamaya sokmuşlardır. Bundan dolayı bir kısım insanlar, yapılan âdî ithamlar ve bâtıl propagandalar sonucu, “işkence ve eziyetlerin hatalar sonucunda ortaya çıktığı” iddiasını kabul eder olmuşlardır.

Şüphesiz tevhid çağrısı, tarih boyunca barış ve hayır çağrısı olmuştur. İnsanları zorlayarak, cebir ve kuvvet kullanarak, Allah’ını dinine girmeleri için zorlamaz. Çünkü o, fıtrata ve akla hitap eden bir dindir. İnsanları zorlamaksızın Allah’a îman etmeye ve yalnız O’na ibâdet etmeye güzel öğütle, hikmetle dâvet eder. Fakat insanların bir kısmı, özellikle de bâtıl ehlinden idâreyi ellerinde bulunduranlar; fıtratlarını değiştiriyor, akıllarını gerçeklere kapatıyor, hayat veren değerlere çağıran dâvetçilere kulaklarını tıkıyor ve dâvetlerine icâbet etmiyorlar. “Allah katında, yeryüzündeki canlıların en şerlisi gerçeği akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.3 Bunlar, Allah dâvetçilerine karşı düşmanlık besliyor, komplolar kuruyor, onlar için bozgunculuk düşünüyor ve kötü davranışlarda bulunmaktan vazgeçmiyorlar.

Buraya kadar yazılanlardan anlatılmak istenen şudur ki; “Dâvet yolundaki meşakkat ve işkenceler, yapılan hataların bir sonucu değil, tam tersine yapılan tebliğ metodunun doğruluğunu gösteren/test eden, Allah’ın sünnetlerinden bir sünnettir. Allah’ın sünneti, hakkın bâtıl ile sürekli çatışma içerisinde olmasına hükmetmiştir. İlk halife ve ilk peygamberden, hayr ve şer doğalıdan bu yana aralarında şiddetli ve korkunç bir çatışma vardır. Allah dâvetçilerinin tağutî güçlerden, din düşmanlarından çektikleri sindirici, caydırıcı ve dâvetten vazgeçirme, dâveti geriletmek için yapılan hareketler, geçmişte olduğu gibi, bugün de tekrar edip duracaktır. Onları buna sevk eden, Hakk hâkim olduğunda bâtılın yok olup gitme korkusudur.”

Dâvet yolundaki zorluklar, olgunlaşma ve iradenin kuvvetlenmesi için önemli rol oynarlar. Sıkıntı ve çilelere uğramadan salt teorik olgunlaşmanın bir değeri yoktur. İnsan nefsi güvenliği tercih edip tehlikelerden kaçmaya eğilimlidir. Onun için, zaman zaman hoşuna gitmeyen şeylerle karşılaşmalı ki, dayanıklılık ve güç kazansın. Böylece musibet ve zorluklar karşısında sarsılmama gücünü elde edebilsin. Zor anlarda sebat etmek, imanın belirtilerinden olup varlık ve derinliğinin bir delilidir. “İnsanlar îman ettik demeleriyle bırakılıvereceklerini kendilerini imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar. Andolsun biz onlardan öncekileri de imtihan etmişizdir. Allah, îmanında sadık olanları da bilir, yalancı olanları da. Bunda şüpheniz olmasın.4   

Bütün bu ifadelerden sonra Hz. Lokmân oğluna söylediği “Yavrum, namazı dosdoğru kıl, iyilikle emr, kötülükten nehyet. Bu husûsta sana isâbet eden eziyete sabret. Çünkü bunlar kat’iyetle farzedilen emirlerdendir” öğüdünü yeniden değerlendirirsek şu sonucu söylememiz gerekecektir:

“Demek ki dosdoğru namaz kılmak, toplumsal sorumluluk duymakla doğru orantılıdır. Toplumsal sorumluluk ise kişiyi yaşadığı topluma karşı görevlerini yerine getirmede tebliğe yöneltir. Bu tebliğ/dâvet sonucunda ise dâvetçi birçok zorluklarla karşı karşıya kalır ve bunu Allah’ın mutlak olması gereken bir sünneti/imtihanı olarak bilir ve sabreder.”

Bunun tam tersi bir bakış açısıyla olaya yaklaşırsak şöyle bir sonuç daha çıkarmamız mümkündür:

“Eğer bir toplumda dâvetçiler, yapmış oldukları dâvetlerinden dolayı hiçbir çile, ızdırab, sıkıntı ve zorluklarla karşı karşıya kalmıyorlarsa; bu onların Allah’ın istediği bir çizgide, meşrû bir metodla tebliğ yapmadığını gösterir. Veyâ başka bir ifâdeyle söylemeye çalışırsak; eğer içlerinde yaşadıkları sistem dâvetçilerin tebliğlerinden rahatsız olmuyor, onları kendisi için bir tehlike olarak görmüyor, Mekke müşriklerinin duydukları endişeyi duymuyorsa, bu ısrarla tâkip edilen dâvet metodu üzerinde yeniden düşünülmesi gerektiğini vurgular. Bu tesbit ise dâvetçilerin namaz kılmadıklarını değil, dosdoğru namaz kılmadıklarını, namazın toplumsal sorumluluk noktasındaki işlevini anlamadıklarını gösterir.”

Necmettin Şahinler

“Lokmân’ı Dinlerken” (İnsan Yayınları, 2013) kitabından alınmıştır. 

  1. Kalem 68/9. ↩︎
  2. İsrâ 17/73. ↩︎
  3. Enfâl 8/22. ↩︎
  4. Ankebût 29/2-3. ↩︎

Paylaş

PAYLAŞ

E-bülten aboneliği