Don Kişot’u Anlamak

Vehim (ya da yeni deyimiyle kuruntu), en basit tarifiy­le, var olmayanı varmış gibi tahayyül etme melekesidir. Bu meleke bir inancı ya da kendi hayâlinde kurduğu bir fikri, gerçeğe uyup uymadığına aldırış etmeksizin, ısrarla savunma maraz‘ına kolaylıkla dönüşebilme potansiyeline de sahiptir. Âriflere göre vehim, nefsin beşerî hakîkate erişmekten alıkoyan bir oyunu, bir hilesidir. Buna göre vehim menşei doğrudan doğruya beşerin nefsidir. Nefs-i Emmâre mertebesinde zuhur eden vehim dışa dönüktür; daha çok, başkaları hakkında “kötü zan” olarak ortaya çıkar. Nefs-i Levvâme mertebesinde zuhur eden vehim ise içe dönüktür; daha çok insanın kendinde olmayan hasletleri ya da kusurları vehmetmesiyle ortaya çıkar.

Vehim ve hayâl konusunu en güzel örnekleyen romanlardan biri de, İspanyol Cervantes’in kendi döneminde çok yaygın olan şövalye romanlarını yermek için yazdığı Don Kişot romanıdır. Romanın kahramanı Don Kişot, İspanya’nın bir köyünde yaşayan ve boş zamanlarını şövalye romanları okuyarak geçiren elli yaşlarında bir adamdır. Fakat günün birinde, okuduğu bu romanların birinden çok etkilenmiş, kitapta ismi geçen karakterleri kendi gerçek dünyasında amansız bir hayâle dönüştürmüş ve kendini yaşadığı yoksul çevreden soyutlayarak şövalye ilan etmiştir. Artık çevresinde yaşayan insanlar da Don Kişot’un hayâl dünyasının içine girmiş, gerçek kimliklerini kaybetmişlerdir. Romanın diğer kahramanlarından birisi, Don Kişot’un sevgilisi, karşı köyde yaşayan çamaşırcı, ama hayâlde prenses Dulsîne’dir. Bir diğeri ise, yakın dostu Sanço’dur. Sanço, Don Kişot’un kurduğu hayâl dünyasının farkındadır, daha temkinlidir; ama efendisine olan sevgisi yüzünden ona eşlik etmekten kendisini almaz. Hatta zaman zaman inanır da ona.

Böylece büyük bir maceranın içine atılırlar. Yolda yel değirmenleriyle savaşır Don Kişot. Mahkûmları iyilik adına kurtarır, ancak yine mahkûmlar tarafından soyulur. Bu arada yeğeni, köyün berberi ve papaz Don Kişot’u aramaya koyulurlar. Tek dilekleri Don Kişot’u gerçek adıyla Sinyor Kessada’yı tekrar evine geri götürmektir. Sürekli kaçan Don Kişot’a en sonunda güzel bir oyun oynarlar. Berber, şövalye kılığına girer. Don Kişot’un karşısına çıkar ve onunla savaşır. Şövalye kuralları gereği, yenilen şövalye, yenen şövalyenin tüm dileklerini yerine getirmek zorundadır. Düelloyu kaybeden Don Kişot, artık mahkûm olarak şövalyenin dileğini yerine getirir ve yeğeniyle birlikte hayatının son günlerini mutedil bir şekilde geçirmek üzere evine geri döner. Hikâye böylece son bulur.

Çoğu zaman romanlar/hikâyeler/oyunlar/masallar/şiirler/efsaneler, hayâl kurgu gibi gözükse de, aslında birçok önemli hakîkate çerçeve rolü üstlenirler. Bunları yazanların gayesi, dile getirilmesi mümkün olmayan birçok gaybî bilgileri akla yaklaştırıp idrak alanına sokma çabasıdır. Bir başka yönü de bâtınî/ezoterik bir alanı, ehil olmayanların gözünden sırlamaktır. Fakat köprü görevi gören bu yapıtların sembolleri açıldığında, içlerindeki kahramanların şifreleri çözüldüğünde insanın karşısına hayret verici bir başka dünya açılır. Ganiyy-i Muhtefî de Nefesler’inden birinde, Don Kişot’un bu yönüne vurgu yapar ve birçok kimse tarafından bu kitabın roman sanıldığını söyleyerek, bazı remizleri deşifre edip okuyucusu ile paylaşır.

Hiç anlaşılmamış, yazık, hâkim Cervantes!
“Don Kişot”u nasıl da, herkes, roman sanmış? Pes!

Ganiyy-i Muhtefî, Don Kişot’un yazarı olan Cervantes’in “hiç anlaşılmadığı” ifadesiyle nefesine başlamaktadır. Ama yazarın isminin başına getirdiği “hakîm” kelimesiyle de onun sıradan bir yazar değil, hikmet’i elde etmiş ve “her şeyi yerli yerinde kullanmada adalet sahibi” bir insan olduğunu îmâ etmiştir. Gerçekten de Cervantes’in kitabı, birçok düşünür tarafından sadece bir şövalye hikâyesi değil, yaşadığı çağın eleştirisini yaptığı bir felsefe kitabı olarak görülmüştür. Onun gözünde yel değirmenleri sistemin çarkları, Dulsîne ise Don Kişot’un uğruna savaştığı davasının adıdır. Rus yazarı Dostoyevski’nin, Don Kişot’u, “insan düşüncesinin son ve yüce sözcüğü olarak” tanımlaması boşuna değildir. Hatta tarihsel bir gerçeğe göre, Haçlı donanmasında asker olan Cervantes’in, İnebahtı Harbi’nden İspanya’ya dönerken 1575 senesinde bindiği kadırga Osmanlı donanması tarafından kuşatılmış ve Kılıç Ali Paşa’ya esir düşmüştür. Daha sonra birkaç sene İstanbul’da kalıp cami inşaatında da çalıştıktan sonra sahibi tarafından âzâd edilmiş ve İspanya’ya geri dönmüştür. Bir başka bilgi de, Cervantes’in bu ünlü roman karakterini tasarlarken Endülüslü uzlaşmaz entelektüel İbn Hazm’ı model almış olmasıdır. Anlaşılıyor ki Don Kişot’a sadece bir roman gözüyle bakmak okuyucuya çok şey kaybettirecek bir bakıştır.

Nefs-i Emmâre’sinin azdırdığı “Don Kişot”
Vehme mağlûb beşerdir, kibri olmuş kaşalot.

Nefs-i Emmâre beşerî, tecessüsün, dedikoduculuğun, gıybetin, iftiracılığın, yalancılığın, aptallığın, döneklikliğin, hıyanetin, hilekârlığın, münafıklığın, korkaklığın, vurdumduymazlığın, sorumsuzluğun, adaletsizliğin, imansızlığın, küfrün, bâtıla meyl etme tutkusunun, cimriliğin, tamahın, hırsızlığın, israfın, kendini beğenmişliğin, cehaletin, kibrin, kînin, muhab­betsizliğin, kabalığın, şiddetin, gadrin, mahvetme içgüdüsünün, hırsın, her türlü şehvetin ve benzeri nakısaların dürtü ve emirlerine muti kılan nefis mertebesidir.

Ganiyy-i Muhtefî bu nefesinde, Don Kişot’u yukarıda özelliklerini saymaya çalıştığımız Nefs-i Emmâre’nin azdırdığını ve bunun sonucunda da vehmine mağlûb olduğunu söylemektedir. Zaten bunu, onun kurduğu hayâl dünyasından ve bu hayâle “hiç kimseye kulak asmayarak” büyük bir kibirle ve kör bir güvenle sarılmasından anlamak mümkündür. Nefs-i Emmâre, merkezde daima kendini gören, herkesin de kendisine hizmetle yükümlü olduğunu zanneden, doymazlığın en üst sınırında bulunan bir nefs mertebesidir. Bu nedenle olacak ki Ganiyy-i Muhtefî, onun kibrini kaşalot‘a benzetir. Kaşalot, ancak okyanuslarda yaşayan ve başları vücutlarının üçte biri büyüklüğünde olan bir balina türüdür. Boğazı bir insanı rahatça yutabilecek genişliktedir.

“Sanço” denen temkîne asla etmez itibar;
Sefildir bu hâliyle, ammâ zâhiren kibar.

Ganiyy-i Muhtefî, romanın kahramanlarından biri olan Sanço’yu da “temkîn” ile tavsif eder. Zaten temkîn, nefs-i emmâre’nin hiç bilmediği veya işine gelmediği için asla önemsemediği bir vasıftır. Temkîn, bir işin sonunu düşünerek ihtiyatlı ve tedbirli olma, ağırbaşlı ve olgun davranmadır. Ama sahte ile gerçeği birbirine karıştıran Don Kişot için temkînin hiçbir anlamı yoktur. Sanço’nun kendisine verdiği hiçbir öğüdü kabul etmez. Bu hâliyle sefil bir durumdadır. Buradaki sefillik “yoksulluk” anlamında değildir elbette; aklını isabet ve dirâyet ile kullanamayan, sadece nefsinin dürtüleriyle hareket eden bir benliğin kaybettiği insânî değerler sonucu düştüğü çaresizlik/gıy/yoksulluk göstermektedir. Gerçi bu yoksulluğuna rağmen, dıştan gayet nazik ve incedir Don Kişot. Çünkü şövalye olmak kolay değildir. Hem cesur hem de asil olmayı ve yeri geldiğinde bu ikisini de başarıyla uygulamayı gerektirir.

“Rahmânî Nefes” gibi üfürürken şu rüzgâr,
Neyi remzeder durur? Bilmez bunu nâbekâr.

Rahmânî Nefes”, Allah’ın hayat veren, yaşatan, varlık veren nefesidir. İnsanı yaratılmışların en şereflisi yapan gerçeklik, Allah’ın ona kendi Rûh’undan üflemesidir. Allah’ın insana “Rûhundan üflemesi” ifadesi, kuşkusuz, ona hayat, bilinç ve duyarlık yani, bir can bahşettiğini dile getiren mecâzî bir ifadedir. İbn Arabî’nin tanımına göre “Rahmânî Nefes”, Hakk’ın derinliğindeki basınç hâlindeki varlığın “Rahmet” sûretinde fışkırması/açığa çıkmasıdır.

[Nitekim] o zaman, Rabbin meleklere demişti: ‘Ben balçıktan bir insan yaratacağım; ona en uygun biçimi verip Kendi ruhumdan kattığım zaman onun önünde yere kapanın!’”1

Ganiyy-i Muhtefî, bu beytinde yel değirmenlerini döndüren rüzgârı “Rahmânî Nefes”’e benzetiyor ve “nâbekâr” olarak nitelendirdiği Don Kişot’un bu remzi çözemediğini söylüyor. Nâbekâr, kelime anlamıyla “bekâr olmayan/evli” demektir. Aynı zamanda “işe yaramaz, hayırsız, haylaz kişi” anlamına da geliyor; ama buradaki anlamıyla “varlıkla evli olan” yani “varlığını terk etmeyen” kişiye işaret ediyor.

Yel değirmenlerini döndürürken bu Nefes;
Vehmi de “Don Kişot”a olur zulmânî mahbes.

Yel değirmenleri” insandan zâhir olan/açığa çıkan “ef’âl”dir, yani fiiller/eylemler. Bu fiillerin fâili/nefesi/rüzgârı ise Allah’tır. Fakat bu gerçeği “vehmi” yüzünden fark edemeyen ve “her şeyin ezelde olması gereken yer neresiyse orada olduğunu” idrak edemeyen bir nefis, kendini kesâfetli/karanlık/yoğunluklu/sıkıntılı bir hapishaneye kilitlemiş demektir. Onun gözünde bu fiillerin tecellî ettikleri varlıklar, saldırılması gereken birer düşman gibidirler. Kendi ile barışık olmayanın, varlıkla barışık olması beklenemez.

İdrâksiz kimse için bunlar hep canavardır (!);
Bunları hedef alan nice “Don Kişot” vardır!

Nefs-i Emmâre“, kötülüğü emreden bir nefstir. Ve hevâ ve hevesi doğrultusunda gaye bildiği her şeyi gerçekleştirmek ister. Kendini hiç kimseye karşı sorumlu hissetmez. Ve sanki herkes ona hizmetle mecburmuş gibi düşünür. İstekleri yerine gelmediğinde ve hedefleri doğrultusunda kendisine yardım edilmediğinde, artık o kişiler onun en büyük düşmanıdır. Don Kişot bir roman kahramanı olsa da, yaşadığımız toplumun içinde nefs-i emmâre’nin güdümüne girmiş ve kendinin dışında kimseyi sevmeyen, çevresinde iyi niyetle olsa dahi yol gösterenleri düşman belleyen nice insanlar vardır.

Sonu ma‘lûm hikâye: “Don Kişot” rezil olur;
Şiddetli bir tokat yer, toprağa nâzil olur.

Ganiyy-i Muhtefî, hikâyenin sonunda Don Kişot’un rezil olduğunu, kahramanlık adına yel değirmenlerine saldırmasının onu gülünç duruma düşürdüğünü söyler. Saldırdığı yel değirmenlerinden yediği tokat, onu kendine getirmiş ve toprağa yani aslî hüviyetine döndürmüştür.

Rahmânî Nefes” râm2 olarak varlıklarını fenâ edenler yani benzetmeyle içi boş bir neye dönüşenler, artık Şems-i Hakk’tan geleni yansıtan bir Ay’a dönüşmüşlerdir. Onların ayna kesilen yüzleri, başkalarına kendilerini gösterir. Don Kişot düşman belleyerek baktığı Yel Değirmenleri/İnsân-ı Kâmil aynasında kendi çirkinliğini görmüş, celâl tokadıyla hata ve kusurlarını geç de olsa anlamıştır.

Aman, senden etmesin fâhiş bir hatâ sudûr!
Bu kıssadan çıkması gereken hisse şudur:

Ganiyy-i Muhtefî, nefeslerinin sonunda –her zamanki gibi– rahmet ve merhamet nazarlarıyla bu kıssadan gereken dersin çıkarılmasını öğütlüyor ve okuyucusuna “aman nefs-i emmârene uyup da senden böyle çirkin/yüz kızartıcı/küçük düşürücü bir davranış ortaya çıkmasın” diyor. Ve son uyarısını da şöyle yapıyor:

Rahmânî Nefes ile müteharrik olan Er,
Kahhâr tecellîsiyle, bâğîyi terzîl eder.

Rahmânî Nefes ile müteharrik olan Er” demek, bir katre/zerre derecesindeki izâfî varlığını, Cenâb-ı Hakk’ın Zât Ummânı’nda fenâ/yok ederek Velâyet Mertebesi’ne ulaşan kişi demektir. Böyle bir kişide bütün vehimlerin, şüphelerin, kuruntuların, gerçeğe uymayan hayâllerin izleri silinmiştir. Artık onda nefsin değil, Rûh’un mutlak saltanatı hüküm sürmektedir. İnsân-ı Kâmil ismine mazhar olan bu er şimdi, Hakk’ın aynası ve dolayısıyla da Allah’ın Güzel İsimleri’nin kâmil tecellîgâhıdır. Böyle bir insana düşmanlık, Allah’a savaş açmak demektir. Böyle bir kör cesaretle kalkışanlar Don Kişot hikâyesinden görüldüğü gibi, Allah’ın “Kahhâr3 tecellîsiyle küçük düşer ve rezil olurlar.

Öyleyse ey insan: “Hakkında bilgin bulunmayan şeyin peşine düşme. Muhakkak ki kulak da, göz de, gönül de, hepsi de bundan sorumlu olacaktır.4

Necmettin Şahinler

Yazarın İplerimiz Kopmadan (İnsan Yayınları, 2010) adlı kitabından alınmıştır.

  1. Sâd 38/71-72: “İz kâle Rabbüke lil melâiketi innî hâlikun beşeran min tîn(tînin). Feizâ sevveytühû ve nefahtü fîhi min rûhî fekaû lehû sâcidîn(sâcidîne).↩︎
  2. Boyun eğerek, itaat ederek ↩︎
  3. Hilkatindeki zâhirî tecellîleri ezeldeli takdîrine uygun olarak değiştiren ↩︎
  4. Enbiyâ 21/36. ↩︎

Paylaş

PAYLAŞ

E-bülten aboneliği