Duâ Gerçeği

İnsan-Allah diyaloğunun biri yukarıdan aşağı, ötekisi aşağıdan yukarıya iki görünümü vardır. Birinci görünüm vahiy ve ilhâmı, ikinci görünüm duâ faaliyetini ortaya çıkarır. Duâ ve davet kökünden türeyen kelimeler Kur’ân’da iki yüze yakın yerde geçmektedir. Bu kök ve türevlerinde; çağırmak, yakarmak, sığınmak, ilgi kurmak anlamları esastır. Duâ, kuldan Allah’a yakarış ve sığınma; Allah’tan kula merhamet, bağış ve korumayı ifâde eder.

Bakara Sûresi’nin 186. âyeti bize duâ konusunda çok çarpıcı ve ilginç yaklaşımlar sunmaktadır: “Eğer kullarım sana beni sorarlarsa, ben yakınım. Bana duâ ettiği zaman, duâ edenin duâsına icâbet ederim.”1

Yaratıcı Kudret Kur’ân’ın on dört yerinde, yukarıda verdiğimiz âyette de olduğu gibi soru ve cevabı birlikte zikretmiştir. Bu soruların cevaplarının ya “de ki“veya “söyle” dendikten sonra ya da cevabın çabuk verilişine ve hemen tebliğine işâret etmek üzere “söyle/kul2 kelimesinin başına “fe” ilâvesiyle verildiği görülür. Ya da duâ hakkındaki âyette olduğu gibi: “Kulların sana benden sordukları zaman...” dendikten sonra “de ki” veya “hemen de ki” şeklinde açık bir ifâdeye başvurmadan cevap doğrudan doğruya zikredilerek “Ben yakınım” buyurulmuştur. Anlaşılan odur ki Allah, duâda kulu ile kendisi arasına bir vâsıtanın –bu peygamber bile olsa– girmesini istemiyor ve diyor ki: “Kulum, duâ vakti dışında vâsıtaya muhtaç olabilirse de, duâ ânında benimle onun arasında hiçbir vâsıta yoktur.”

Kur’ân’ın anlayışına göre hayat, Yaratan ile yaratılan arasında bir ilişki olduğundan, insanın tüm faaliyetleri, farkında olsun veya olmasın bir duâ manzûmesi sergiler. Bu anlamda duâ Hz. Peygamber tarafından “ibâdetin iliği/özü” hatta “ibâdetin ta kendisi” olarak nitelendirilmiştir. Hz. Peygamber’in bu sözünden sonra şu âyeti okuduğu rivâyet edilir: “Rabbiniz dedi ki: ‘Bana duâ edin, duânızı kabul edeyim. Doğrusu bana ibâdet etmekten büyüklenenler, cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir.’”3

Bu âyette iki nokta dikkate değerdir. Birincisi; “duâ” ve “ibâdet” kelimelerinin aynı anlamda kullanılmasıdır. Nitekim ilk cümlede “duâ” kelimesi zikredilirken, ikinci cümlede de aynı anlamı ifâde etmek üzere “ibâdet” kelimesi yer alır. Bu iki kullanım duânın, ibâdetin rûhu olduğunu ortaya koyar. İkincisi; Allah’ın duâ etmeyenleri, “büyüklenerek bana kulluk etmekten yüz çevirenler” şeklinde târif etmesidir. Bu da gösteriyor ki, Allah’a yalvarmak ve duâ etmek ibâdetin ta kendisidir. Duâ etmemek ise, Allah’tan yüz çevirmek ve böbürlenmek anlamına gelir ki, böyle bir tavır da Allah’a ibâdet etmekten kaçınmak demektir. Bu kibir hâli aynı zamanda cehenneme girecek olanların da temel bir özelliğidir.

Duâ, sâdece sözden ibâret değildir; sözün yanında fiilî/eylem boyutunun da var olduğunu unutmamalıyız. Başka bir ifâde ile “Bütün iş ve hareketler, bütün oluşlar birer duâdır.” Bu anlamda hayat, cansız varlıklardan bitkilere, bitkilerden hayvanlara, hayvanlardan insanlara ve oradan da Allah’a uzanan muhteşem bir duâ manzumesidir. Bu anlayışı Kur’ân’ın birçok âyetinde yakalamamız mümkündür: “Yedi gök, yer ve bunlar içinde bulunanlar Allah’ı tesbih ederler. Âlemde O’nu tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihlerinin farkında olmazsınız.4

Âyetin sonundaki “farkında olmazsınız” ifâdesi birçok meâlde “anlayamazsınız” şeklinde çevrilmiştir. Hâlbuki anlayamamak” ile farkında olmamak” arasında önemli farklar vardır. İşte duâ; “anlayamadığımız değil, sâdece farkında olmadığımız bu gerçeği bize fark ettirmenin, varlığın özü ile içiçe olmanın bir yoludur.” Bu nedenle Kur’ân bize sâdece duâ etmeyi değil, bütün hayatımızı bir duâ hâline getirmeyi öğretiyor ve bu gerçeği yakalayanların özelliklerini şöyle ön plana çıkarıyor: “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardından gelmesinde akıl sahipleri için ibret verici deliller vardır. Onlar; ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler ve şöyle derler: ‘Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem ateşinden koru!’5

İki türlü duâdan söz edilir; bunlardan biri fiilî duâ, diğeri ise sözlü duâdır. Örneğin; bir çiftçinin toprağı sürmesi, tohumu ekmesi, tarlayı sulaması, ekini yetiştirip biçmesi vs. birer duâdır. Ayrıca bu çiftçinin ellerini açarak Allah’tan bolluk ve bereket dilemesi de duâdır. İşte tam bu noktada önemli bir İslâmî prensip ortaya çıkmaktadır: “Fiilî duânın gerektiği yerde sözlü duâ mânâsız olup kabul edilmez.” Yâni çiftçi, fiilî duâ olan sürme, ekme, sulama işlerini yapmadan sözlü duâ olan el açıp yalvarmaya başvurursa anlamsız ve İslâm dışı bir iş yapmış olurdu. Bu nedenle Hz. Peygamber: “Önce deveni bağla, sonra tevekkül et” buyurarak bu inceliğe dikkatimizi çekmiştir.

Kur’ân’da, sözlü duânın, fiilî duâ ile desteklenmesine örnek olabilecek bir âyet de Bakara 2/60. Âyetidir. Bu âyet, Hz. Mûsâ’nın susuz ve kuraklıkta kalan kavmi için Allah’tan su istemesini ve bu nedenle su aramaya veya yağmur duâsına çıkmasını konu edinir: “Hani bir zamanlar Mûsâ, kavmi için su istemişti, biz de ‘Asânla taşa vur!’ demiştik. Bunun üzerine o taştan on iki pınar fışkırmıştı.6

Âyete dikkat edilirse Hz. Mûsâ kavmi için Allah’tan su istediğinde kendisine “asânı taşa vur” emri verilmiştir. İşte bu emir bize duâ konusunda önemli bir açılım kazandırmakta ve “duânın bir eylemle/amelle birlikte olması gerektiği” gerçeğini vurgulamaktadır. Yâni; duâ eylemle tamamlanır, Allah’ın çizdiği sınırlar içinde kalmayı gerektirir ve kula isteği doğrultusunda bir sorumluluk yükler. Yoksa Hz. Mûsâ’nın isteği karşısında Allah hemen yağmur yağdırıp veya yanı başında bir pınar var edip su gönderebilirdi; fakat “Asânı taşa vur” emrini vermiştir. O sırada Hz. Mûsâ, eğer bu ilâhî emre derhal uymayıp da “Asâyı taşa vurmanın suyla ne ilgisi var?” gibi aklî ve indî bir kıyas yapmaya ve kendi kendine fikir yürütmeye kalkışsaydı, bu nîmet tecellî etmeyecek, duâlar ve yapılan araştırmalar belki de boşa çıkacaktı.

Kuru taşları yarıp pınarlar fışkırtmaya kâdir olan Allah’ın, istenen suları doğrudan doğruya ihsân etmeyip de bir mânevî sebeple bir maddî sebebi birleştirmek suretiyle ihsân etmesi çok düşündürücüdür. Anlaşılıyor ki; aslında mânevî sebep olan duâ, maddî sebebin ilhâmına da vesile oluyor ve ilhâm olunan maddî sebebin eyleme dönüşmesi, yâni asânın taşa vurulması ile de sular fışkırıyor.

Gerçekte Yaratıcı Kudret, bir şeyi murad edince sebeplerini kolaylaştırır ve o sebepler o kadar çeşitli ve sonsuz boyuttadır ki, insan aklı ne kadar yükselse bunları ayrıntılarıyla kavrayamaz. Allah’ın nimetlerinin tecellîsi her zaman “asâyla taşa vurma” örneğinde olduğu gibi mânevî sebeplerle maddî sebeplerin birleşmesinde gizlidir. Ne kaçan fırsatlar karşısında ümitsizliğe düşmeli, ne de fırsatları ve sebepleri ihmâl etmelidir. Yaratıcı’ya yürekten ve samîmiyet ile duâ etmeyi hiçbir zaman elden bırakmamalı, aynı zamanda duânın en büyük semeresinin rûhî/iç oluşlar olduğunu bilmeli ve Rahmânî ilhâmlardan istifâde ederek, en umulmaz sebeplere başvurup, onu uygulamalıdır.

Anlaşılan odur ki, iş yapmak da duânın bir boyutudur. Bu nedenle yanlış bir “tevekkül” anlayışı ile sırt üstü yatarak Allah’tan bizim nâmımıza eylem/iş yapmasını istercesine tavır takınmak Kur’ân’dan onay almayan bir davranıştır: “Bir kere işe giriştin mi Allah’a dayan, güven. Çünkü Allah kendine dayanıp güvenenleri sever.”7 Demek oluyor ki; tevekküle imkân doğması için işe girişmek gerekmektedir. Tevekkül, Allah’ı vekil etmektir ama unutmamak gerekir ki bu vekil etme, işin yapılması için değil, tarafımızdan yapılan işin sonucunu Allah’ın tayin etmesi içindir. Bu anlamda vekil olma hakkı sâdece Allah’ındır ve böyle bir yetki peygamberlere bile verilmemiştir. Mevlânâ bu gerçeği Mesnevî’sinde şöyle dile getirir: “Tevekküle yapışmak istiyorsan işe giriş. Ekini ek ki tekkede Allah’a sığınman bir değer taşısın.

Ne var ki İslâm dünyâsı duâ konusunda önemli bir yanılgı ve yanlışlık içerisindedir ve duâ; insanın yetersizliği ve zayıflığı, toplumsal sorumluluktan kaçışı olarak algılanmaktadır. Yâni, düşünce ve pratikteki zorluklara katlanma, karşı koyma, mücâdele etme, çaba gösterme yerine kestirme yoldan duâ etmekle her şeyin çözüleceği sanılmaktadır. Hâlbuki Hz. Peygamber’in hayatına baktığımızda şu gerçekle yüz yüze geliyoruz. Örneğin savaş hazırlıklarında; askerî, ekonomik, politik, toplumsal ve bilimsel ön hazırlıkları bitirdikten sonra yâni her şeyi inceden inceye hesap ederek düşman karşısına çıkmış ve buna ek olarak da Allah’a yönelerek duâ etmiştir. İşte gerçek duânın dili budur. 

Yaşamlarını toplumsal sorumluluğa adayan kimseler;  kendi toplumlarında olumlu işleri sürdürmek için hep bu şekilde duâ etmişlerdir. Şüphesiz Müslümanlar bağlısı oldukları Hz. Peygamber’in Bedir Savaşı’nda zırh giymesinin, Uhud Savaşı’nda vadiye elli okçu yerleştirmesinin ve Hendek Savaşı’ndan bir iki ay önce elinde kazma, kürek hendek açmasının da birer duâ olduğunu anladıklarında içinde yaşadıkları karanlığı aydınlığa dönüştüreceklerdir.

Duâ, yalnız sıkıntı, yoksulluk, felâket zamanlarında başvurup mutlu günlerimizde unutacağımız bir yol değildir. Tam aksine, makbul duâ, mutlu zamanlarda yapılan duâdır. Ezeli ve ebedî sevgiliyle muhabbet ve münâsebeti yalnız sıkıntılı günlere özgü kılmak, samimiyetle bağdaşmaz. Bize “Şah damarımızdan daha yakın” O Ezelî Dost’a kederli günler kadar, mutlu günlerde de el açmalıyız. Yalnız sıkıntı ve ihtiyaç zamanlarında duâ edip refah ve saadet günlerinde bundan vazgeçmek Kur’ân’ın birçok âyetinde kınanmıştır:

İnsana zorluk ve sıkıntı dokunduğu zaman yan üstü, otururken, ayakta hep bize duâ eder. Fakat sıkıntı ve kederini giderdik mi, kendisine dokunan zorluk için bize yalvarmamış gibi davranmaya başlar. İşte böyle; haddi aşanların yapmakta oldukları kendilerine güzel gösterilmiştir.”8

Karada ve denizde seyrüsefer yapmanızı temin eden, O Allah’tır. Siz gemilerdeyken rüzgârlar o gemileri tatlı bir esişle su akar gibi götürdüler. Ve yolcular bu yüzden mutluluk duymuşlarken şiddetli bir fırtına gelip çatmış, her yandan üstlerine dalgalar hücum etmişti de çepeçevre kuşatıldıklarını sanmışlardı. Tam o sırada, dinde hâlis kimseler olarak Allah’a duâ etmişlerdi: ‘Andolsun ki bizi bu durumdan kurtarırsan muhakkak ki sana şükredenlerden olacağız!’ Ne yazık ki onları kurtarır kurtarmaz, yeryüzünde haksızlık ve taşkınlıklara başladıklarını gördük.”9

Şâyet insana, kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra tarafımızdan bir bolluk ve mutluluk ihsân edersek, ‘Bu benim hakkımdı’ der.”10

İnsana gelince, Rabbi onu imtihan ederek kendisine cömert davranıp nimetler verdiğinde, ‘Rabbim beni şereflendirdi, bana ikramda bulundu’ der. Fakat onu deneyerek rızkını birazcık daraltsa bu defa, ‘Rabbim bana ihânet etti’ der.”11

Âyetlerden anlaşılıyor ki; rahatlık, refah, güven ve mutluluk insanı duâdan koparan bir işlev görmektedir. Çünkü böyle bir rahatlık insanı, tamlık, büyüklük, mükemmellik duygusuna esir eder. Hâlbuki insan için ihtiyaç kaçınılmazdır ve insanın Allah’a gidişinde en kestirme yol ihtiyaçlı olmaktır. Ama ne var ki, Allah’ın vermiş olduğu serveti “Allah’a giden yolu tıkayan bir engel” hâline getirenler ve “ihtiyaçtan kurtulmuş” olmanın kibir ve gururu ile büyüklük taslayanlar, insana en yüce şerefi kazandıran duâdan mahrum kalmışlardır. İslâm büyükleri böyle bir refahtan Allah’a sığınmışlardır. Hasan-ı Basrî şöyle diyor: “Duâlarınızın kabul edilmeyeceğinden korkmuyorum. Beni asıl korkutan duâ etmenizin imkânsız hâle gelmesi ihtimâlidir.” Hayseme b. Abdurrahman’ın sözü ise çok daha ilginçtir: “Bir şeyin peşinden koşup da onu elde ettiğin gün Allah’tan ebedî kurtuluşunu da iste. Kim bilir belki de duânın kabul edileceği tek gün o gündür.

Özetle ifâde etmek gerekirse; zengin de olsak, fakir de olsak önemli olan her durumda Allah’a muhtaç olduğumuzdur. Başka birine muhtaç olmayan tek varlık Allah’tır ve gerçek mânâda tek zengin de O’dur. Bu gerçeklik Kur’ân’da şöyle ifâde edilir: “Ey İnsanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz, ama O, hiçbir şeye muhtaç değildir ve hamd O’na mahsustur.12

İslâmiyet, kural olarak duâ için mekân ve zaman kaydı koymamıştır. Fakat bu dikkat edilmesi gereken bazı hususların olmadığı anlamına gelmez. Bu nedenle Kur’ân duâlarımızın kabulüne katkısı açısından “nasıl duâ yapacağız” konusunda bazı hususlara dikkatimizi çekmiştir. Bunlardan ilki; duâ yaparken “korku ve ümit” birlikte olmalıdır. “Allah’a korku ve ümitle duâ edin13 âyeti bu ilkeyi formülleştirmiştir. Çünkü duâ, Allah ile insan arasında kurulan anlamlı bir diyalogdan ibârettir. Bu nedenle duâda korku; senin O’nsuz edemeyeceğini fark etmen, ümit ise; O’nun seni terk etmeyeceğini unutmamandır. İkincisi, duâda bağırıp çağırarak haddi aşmamak yâni duâda aşırı gitmekten sakınmak gerekir: “Rabbinize boynu bükük hâlde ve gizlice/ürpererek duâ edin.”14

Üçüncüsü, duâ uzun ve bilgi verir derecesinde detaylı olmamalıdır. Duâ, kelime ve ses işi değil, rûh ve samimiyet işidir. Uzun uzun konuşmak, önceden kaleme alınmış sayfaları dakikalarca okumak gerekli değildir. Allah, ne ölçüde konuşulursa konuşulsun, gönlümüzdeki aşka, samimiyete bakacaktır. Gerçek olan şu ki, duâ bahsinde bir damla gözyaşının kazandıracağını, bir yıllık konuşmayla elde edemeyiz.

Dördüncüsü, duâda acelecilik de doğru değildir. İnsan yaratılış gereği aceleci bir varlıktır. Arzuladığı bir şeyin vaktinden önce hemen olmasını ister ve çoğu zaman da ona zor gelir. İnsanın bu aceleciliği ne gariptir ki, hayırda olduğu gibi kötülükte de kendini gösterir. Kur’ân insanın bu özelliğine şöyle değinir: “İnsan, hayrın gelmesine duâ ettiği gibi kötülüğün gelmesine de duâ eder. İnsan pek acelecidir.”15 Hz. Peygamber de bu konuda şunları söyler: “Sizin her birinizin duâsına cevap verilir. Yeter ki acele edip ‘Duâ ettim kabul edilmedi’ demesin.” Şunu iyi bilmeli ve inanmalıyız ki; Allah, kabul etmeyeceği duâyı kuluna ilhâm etmez. Bizi duâya çağıran iç ses, duâyı kabul edecek olanın bir işâretidir. Eğer gecikme varsa ya bizde bir noksan vardır ya da ilâhî bir hikmet sebebiyledir.

Beşincisi; duâ, hem kendimiz için hem de başkaları için hayır dilemek şeklinde olmalıdır. Allah’ın gazap ve cezâsını isteyerek duâ etmek yâni bedduâ doğru değildir. Dostlarımız kadar, düşmanlarımız için de duâ etmeli, iyilik dilemeliyiz. Hz. Peygamber bir hadîslerinde şöyle buyurmuşlardır: “Kardeşine, zâlim de olsa mazlum da olsa yardım et. Eğer zâlimse ona engel ol, mazlumsa kendisine yardım et.”

Nefsimize ağır gelen, dokunan işler yapan insanlara lânet etmek, dînî şuur ve Muhammedî anlayışla bağdaşmaz. Bu tutum yasaklanmış, Allah’ın bütün kullarına iyilik, güzellik dilemeye memur edilmişiz. Kur’ân’ın idealindeki dünya, bizim hoşumuza gidenlerin mutlu olduğu dünya değil, bütün insanların mutlu olduğu bir dünyadır. Rahmet kaynağı Peygamberimiz, bütün âlemlere mutluluk ve müjde olarak gönderilmemiş midir? Sevmediklerimize dokunsun diye, Hakk’ın kahredici sıfatlarını neden tahrik ediyoruz? Yağdıracağımız gazap ve azap iki adım ötede bizim başımıza da dökülemez mi? Böyle bir tehlikeye girmektense; rahmeti tahrik ederek çirkinlikleri, O’nun lütuflarıyla yıkamak daha emin bir davranış olacaktır.

Altıncısı, duâ sırf nefsimiz için olmamalıdır. Yalnız kendimiz için duâ, hem İslâmî değildir, hem de yapılan duânın kabulünü engeller. Ancak kendimizle birlikte başkaları için de duâ ettiğimiz anda hayırlı bir iş yapmış, geçerli bir niyâzda bulunmuş oluruz. Şunu kesin bilmeliyiz ki; olgun ve kâmil bir îmana uzanan yol “kendi nefsimiz için istediğimizi diğer mü’min kardeşlerimiz hatta tüm insanlık için de istememizden” geçmektedir. Hz. Peygamber: “Hiç günah işlememiş dillerle duâ edin” demiştir. Bunun nasıl olacağını soranlara da şu cevabı vermiştir: “Birbirinize duâ ederseniz bu şart gerçekleşir.

Yedincisi, haram gıdalarla beslenmemiş bir dil ile Allah’a yalvarmaktır. Haram lokmaların oluşturduğu bir kanla dolup boşalan kalp, insanı Allah’a götürmez. Hz. Peygamber bu mahrumiyeti “yıkımın esası, çöküşün aslı” diye nitelendirmiştir. O halde, Allah’a açık alınlı kul olarak yönelebilmek için mal ve bedenimizden haram artıklarını temizlemek zorundayız. Kur’ân, iyi ve temiz amel yapabilmeyi helâl ve temiz rızıkla gıdalanmaya bağlıyor: “Helâl ve temiz rızıklardan yiyip iyi ameller işleyin.”16

Son olarak şunu da söyleyebiliriz ki; duâ bahsinde çocuklara, yaşlılara ve diğer tüm canlılara şefkat ve merhametle davranmanın yeri büyüktür. Duâları makbul insanlara dikkat edilirse, bunların, tüm varlığa karşı sevgi ve şefkatle dolu olduklarını görürüz. İç dünyamızı yaratıcı ve erdirici bir sevda gibi dolduran merhamet ve şefkattir ki, bizi iğretinin yetersiz çerçevesinden kurtarır ve sonsuzun tükenmez mutluluğuna bağlar.

Duâ ve mekân irtibatı konusunda örnek vermek gerekirse, mescidler özellikle de Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ’da yapılan duâlar kabul olma yönünden büyük kıymet taşırlar. Yine duâ için makbul yerler arasında Arafat ve bu bölgede yeryüzüne ilk rahmetin inerek Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın tevbelerinin kabul edildiği “Cebelü’r-Rahme” denilen tepe ile “Ravza-i Mutahhara17 sayılabilir.

Zaman faktörüne gelince; normal günlük hayat, bedenin rûha hâkim olmasını kolaylaştıran şartlar içinde seyreder. Bu bakımdan, bu hâkimiyeti zayıflatıcı, hatta bazen ortadan kaldırıcı vesilelere başvurulabilir. Sessizlik bunlardan birisidir. Nitekim gecelerin, duâ etmek için en uygun zaman oluşlarını bütün mukaddes metinlerde görmek mümkündür. Seher vakitleri de Hak âşıkları ve Hz. Peygamber sevdalıları için gözyaşı dökme, feryat etme ve yakarış anlarıdır. Onlar bu saatlerde “kul yanaşmasa bile, Hakk kuluna yanaşır” sırrının farkındadırlar. Bu nedenle tüm gönül dostları bu saatlerde uyanık olmanın zevkini yaşarlar. Ayrıca secde hâli de duânın kabûlüne uygun düşen zamanlardandır. Bu konuda Hz. Peygamber şunu söylemiştir: “Kulun, Allah’a en yakın olduğu hâl, secde hâlidir. Secdede Allah’a çok duâ edin.

Duânın kabûlünde mekân ve zamânın rolü konusunda daha geniş bir çerçevede şu bakış açısını da getirebiliriz. Kur’ân, mekân noktasından bakarsak; “Göklerde ve yerde olan her şeyin Allah’ın olduğunu ve Allah’ın her şeyi kuşattığını“,18 zaman noktasından ise; “gece ve gündüzün içinde yer alan her şeyin Allah’ın olduğunu ve Allah’ın her şeyi duyucu/bilici olduğunu19 söylemektedir. Öyleyse insana düşen “Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir20 âyetinin vermek istediği bilinci her an zihninde ve gönlünde canlı tutarak “gündüzleri günahlarıyla karartmadan, geceleri de uykusuyla kısaltmadan” duâ üzerine bir yaşam sürmesidir. Son söz: “[İnananlara] de ki: ‘Duâ ve yönelişiniz O’na olan inancınız için değilse, Rabbim size niçin değer versin?’21

Necmettin Şahinler

Yazarın Allah’ın Rahmetini Çeken Gerçekler (Ketebe Yayınları, 2023) adlı kitabından alınmıştır.

  1. Bakara 2/186: “Ve izâ seeleke ıbâdî annî fe innî karîb(karîbun) ucîbu da’veted dâi izâ deâni, fel yestecîbû lî vel yu’minû bî leallehum yerşudûn(yerşudûne).↩︎
  2. Fekul. ↩︎
  3. Mü’min 40/60: “Ve kâle rabbukumud’ûnî estecib lekum, innellezîne yestekbirûne an ibâdetî se yedhulûne cehenneme dâhırîn(dâhırîne).↩︎
  4. İsrâ 17/44: “Tusebbihu lehus semâvâtus seb’u vel ardu ve men fîhinn(fîhinne), ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî ve lâkin lâ tefkahûne tesbîhahum, innehu kâne halîmen gafûrâ(gafûren).↩︎
  5. Âl-i İmrân 3/190-191: “İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı). Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı). ↩︎
  6. Bakara 2/60: “Ve izisteskâ mûsâ li kavmihî fe kulnâdrib bi asâkel hacer(hacere) fenfeceret minhusnetâ aşrete aynâ(aynen), kad alime kullu unâsin meşrebehum kulû veşrebû min rızkıllâhi ve lâ ta’sev fîl ardı mufsidîn(mufsidîne). ↩︎
  7. Âl-i İmrân 3/159: “Fe bimâ rahmetin minallâhi linte lehum, ve lev kunte fazzan galîzal kalbi lenfaddû min havlik(havlike), fa’fu anhum vestagfir lehum ve şâvirhum fîl emr(emri), fe izâ azamte fe tevekkel alâllâh(alâllâhi), innallâhe yuhibbul mutevekkilîn(mutevekkilîne).” ↩︎
  8. Yûnus 10/12: “Ve izâ messel insâned durru deânâ li cenbihî ev kâiden ev kâimâ(kâimen), fe lemmâ keşefnâ anhu durrehu merre ke’en lem yed’unâ ilâ durrin messeh(messehu), kezâlike zuyyine lil musrifîne mâ kânû ya’melûn(ya’melûne).↩︎
  9. Yûnus 10/22-23: “Huvellezî yuseyyirukum fîl berri vel bahr(bahri), hattâ izâ kuntum fîl fulk(fulki), ve cereyne bihim bi rîhin tayyibetin ve ferihû bihâ câethâ rîhun âsifun ve câehumul mevcu min kulli mekânin ve zannû ennehum uhîta bihim deavûllâhe muhlisîne lehud dîn(dîne), le in enceytenâ min hâzihî le nekûnenne mineş şâkirîn(şâkirîne). Fe lemmâ encâhum izâ hum yebgûne fîl ardı bi gayril hakk(hakkı), yâ eyyuhen nâsu innemâ bagyukum alâ enfusikum metâal hayâtid dunyâ summe ileynâ merciukum fe nunebbiukum bimâ kuntum ta´melûn(ta´melûne).↩︎
  10. Fussilet 41/50: “Ve le in ezaknâhu rahmeten minnâ min ba’di darrâe messethu le yekûlenne hâzâ lî ve mâ ezunnus sâate kâimeten ve le in ruci’tu ilâ rabbî inne lî indehu lel husnâ, fe le nunebbiennellezîne keferû bimâ amilû ve le nuzîkannehum min azâbin galîz(galîzin).↩︎
  11. Fecr 89/15-16: “Fe emmel insânu izâ mebtelâhu rabbuhu fe ekremehu ve na’amehu fe yekûlu rabbî ekremen(ekremeni). Ve emmâ izâ mebtelâhu fe kadere aleyhi rızkahu fe yekûlu rabbî ehânen(ehâneni).↩︎
  12. Fâtır 35/15: “Yâ eyyuhen nâsu entumul fukarâu ilâllâhi, vallâhu huvel ganiyyul hamîd(hamîdu).↩︎
  13. A’râf 7/56: “Ve lâ tufsidû fîl ardı ba´de ıslâhıhâ ved´ûhu havfen ve tamaâ(tamaân) inne rahmetallâhi karîbun minel muhsinîn(muhsinîne).↩︎
  14. A’râf 7/55: “Ud´û rabbekum tedarruan ve hufyeh(hufyeten), innehu lâ yuhıbbul mu´tedîn(mu´tedîne).↩︎
  15. İsrâ 17/11: “Ve yed’ul insânu biş şerri duâehu bil hayr(hayri), ve kânel insânu acûlâ(acûlen).↩︎
  16. Mü’minûn 23/51: “Yâ eyyuher rusulu kulû minet tayyibâti va’melû sâlihâ(sâlihan), innî bimâ ta’melûne alîm(alîmun).↩︎
  17. Cennet Bahçesi denilen Peygamberimizin evi ile minberi arasındaki bölüm. ↩︎
  18. Nisâ 4/126: “Ve lillâhi mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard(ardı) ve kânellâhu bi kulli şey’in muhîtâ(muhîtan).↩︎
  19. En’âm 6/13: “Ve lehu mâ sekene fîl leyli ven nehâr(nehâri), ve huves semîul alîm(alîmu).↩︎
  20. Hadîd 57/4: “Huvellezî halakas semâvâti vel ardafisitteti eyyâmin summestevâ alel arş(arşi), a’lemu mâ yelicu fîl ardı ve mâ yahrucu minhâ ve mâ yenzilu mines semâi ve mâ ya’rucu fîhâ, ve huve meakum eyne mâ kuntum, vallâhu bi mâ ta’melûne basîr(basîrun).↩︎
  21. Furkān 25/77: “Kul mâ ya’beu bikum rabbî lev lâ duâukum, fe kad kezzebtum fe sevfe yekûnu lizâmâ(lizâmen).↩︎

Paylaş

PAYLAŞ

E-bülten aboneliği