Kur’ân ve hadîste kullanılan sihir kelimesi lügat anlamıyla; sebebi gizli kalan şey, anlaşılması güç olay, hile, aldatmaca, şeytânî kuvvet, halüsinasyon, şarlatanlık demektir. Gerçi sebebi gizli olan ince şeyleri bilmek ve tanımak şüphesiz yanlış bir şey değildir; ama bununla kastedilen gerçeğin aksine esrârengiz bir şekilde “hakkı bâtıl, bâtılı hak, hakîkati hayal, hayâli hakîkat gibi” göstermektir. Kur’ân sözünü ettiğimiz bu çarpıtmaya şöyle işâret ediyor:
“…Ve onlar asâlarını yere attıkları zaman, insanların gözlerini sihirle bağladılar ve onları korkuyla şaşkına çevirdiler.”1
Sözünü ettiğimiz âyet, Hz. Mûsâ ile Firavun’un sihirbazları arasında geçen “üstünlük yarışması”nı konu edinmekte, sihirbazların yaptıklarının telkin ve göz bağcılığa dayanan bir maharet, bir beceri olduğunu dile getirmektedir. Fakat âyetin devamında Hz. Mûsâ’nın da asâsını atmasıyla “bütün bu aldatıcı düzeneklerin yok/boş olduğu ve gerçeğin ortaya çıktığı” anlatılmaktadır.2
Aynı konuya değinen bir başka âyet de şudur:
“Ve derken onların ipleri ve asâları, yaptıkları sihir mârifetiyle, ona hızla akıyorlarmış/yürüyorlarmış/koşuyorlarmış gibi göründü.”3
Sihir, kendi özünde bir harika değil, harika gibi gösterme tekniğidir. Bu nedenle herkes için bilinmeyen herhangi bir gerçek dahi, halkı aldatmak için kullanıldığı zaman bir anlamda sihir olur. Başka bir ifâde ile söylersek, yaratılışta sebebi bilimsel olarak açıklanamayan alışılmış veya alışılmamış olağanüstü olaylar ve garip buluşlar ortaya koymak mutlak anlamı ile sihir olmaz. Fakat insanları aldatmak için bunlardan istifâde etmeye kalkışıldığı ve bu sûretle duygu ve düşüncelere etki edip dolandırıcılık yapılmaya çalışıldığı zaman bunlar da sihir özelliği kazanırlar. Bu yüzden sihirde hep bir şeyleri gizleme yani “iki yüzlülük” vardır.
Kur’ân ilimleriyle uğraşanlar, özellikle müfessirler, sihrin muhtelif türlerinden bahsederler. Bu konuda Fahreddîn er-Râzî tefsirinde şu sekiz türe dikkat çekmiştir:
1) Gildânî Sihri: Hz. İbrâhîm döneminde daha çok Mezopotamya’da yaygın olan bu sihrin, semâvî kuvvetlerle/yıldızlarla yeryüzüne ait güçlerin karışımı yoluyla meydana getirildiği söylenmektedir.
2) Vücutlarının bazı iç kuvvetlerini geliştirenlerin olağanüstü etkilerle ortaya koydukları sihirler.
3) Cinlerin kullanılmasıyla yapılan sihirler.
4) Halüsinasyon oluşturma, gözü aldatma şeklinde yapılan sihirler.
5) Âletler kullanılarak yapılan, illüzyon sergileyen sihirler.
6) Kimyasal maddeler kullanarak yapılan sihirler.
7) Sözle uyutarak, hipnotize ederek yapılan sihirler.
8) İnsanlar arasında söz taşıyıp fitne çıkarmak sûretiyle yapılan sihirler.
Anlaşılan odur ki sayılan bu sihir çeşitleri iki temele dayanmaktadır. Birincisi; yalan, dolan, aldatmaca, kandırmaca, düzenbazlık, göz boyama, beyin yıkama, etkileme yoluyla söz ve fiil ile yapılanlar. İkincisi ise; az çok bir gerçeğin kötüye kullanılması ile ortaya konulan sihirler. Sihrin bütün özelliği “hayâli hakîkat zannettirecek” şekilde insan rûhu üzerinde aldatıcı bir tesir meydana getirmekten ibârettir. Bunun bir kısmı tamamıyla hayal, diğer bir kısmı da bazı gerçeklerle karışıktır.
İslam bilginlerinin sihir konusunda ittifak ettikleri noktalardan biri şudur: Sihri bilmek, öğrenmek değil, yapmak günahtır. Sadece bilmek günah olmaz. Çünkü her bilginin kaynağında Allah vardır ve bilginin her türü makbuldür. Özünde haram olan hiçbir ilim yoktur. Kötü olan, bilginin insan aleyhine kullanılmasıdır. Bazı bilginler daha da ileri giderek, sihre ilişkin bilgilerin edinilmesini bir “kifâye farz” olarak görürler. Yani Müslüman toplumda en azından bazı kişilerin, sihir ilmini bilmeleri bir borçtur. Çünkü, bu bilginin yokluğu, sihre mâruz kalmış/yakalanmış/çarpılmış/bulaşmış olanların kurtarılmasını engeller ki bu da günahtır.
İlim ne kadar derin ve ne kadar ince ve yüksek olursa, şer ve fitne ihtimali de o nispetle büyük olur. Bu ise ilmin bizzat kendisindeki olumlu nitelik îtibâriyle değil, ortaya çıkardığı pratik sonuçları dolayısıyladır. Sihrin niteliği amelî bakımdandır ve sihir tatbikî bir ilim, bir şer ve yalan-dolan sanatıdır. Bu sanatın temelde hakîkî bilgilere dayanması ayrı bir şey, o bilgilerin kötüye kullanılması ise ayrı bir şeydir. Şerre âlet edilen her bilgi sihir kategorisi içerisinde değerlendirilebilir.
Kur’ân, “sihrin insanlara nasıl ve kimler tarafından öğretildiği” sorusuna şu açıklamayı getirir:
“Süleymân’ın mülk ve saltanatı konusunda onlar şeytanların telkin edegeldiklerine uyarlar. (Sihir yaparak) Hakîkati inkâr eden Süleymân değildi. Ama şeytanlar insanlara sihri öğreterek hakîkati inkâr ettiler. Ve onlar, Bâbil’deki iki melek Hârût ve Mârût üzerine indirileni öğretiyorlardı. Gerçi bu ikili, öncelikle, ‘Biz sadece bir imtihan aracıyız, sakın (Allah’ın vahyettiği) hakîkati, inkâra yeltenmeyin!’ şeklinde uyarıda bulunmadan hiç kimseye bunu öğretmediler. Ve onlar, bu ikiliden, karı koca arasında nasıl huzursuzluk çıkarılacağını öğreniyorlardı. Ancak Allāh’ın izni olmadan onunla hiç kimseye zarar veremedikleri gibi sadece kendilerine zarar veren ve hiçbir faydası olmayan bir bilgi ediniyorlardı. Oysa onlar, bu (bilgiyi) edinenin âhiret hayatının güzelliğinden nasipsiz kalacağını iyi biliyorlardı. Doğrusu, karşılığında nefslerini sattıkları o (sanat) ne kötüdür, keşke bunu bilselerdi!”4
Sözünü ettiğimiz âyet Hz. Peygamber’e Yahudiler’in tarih boyunca değişmeyen bazı zayıf karakterlerini anlatmak ve onların Hz. Süleymân’ın mülkünü sihir yolu ile elde ettiği şeklindeki yanlış inançlarını düzeltmek üzere inzâl olmuştur. Bunu yaparken de sihir konusuna değinilmiş, bu bilginin insanlara nasıl ulaştığına açıklık getirilmiştir. Âyetten çıkarılan sonuçları şöyle sıralamamız mümkündür:
1) Yahudiler şeytanların veya “şeytanca niyetler” taşıyanların telkinlerine inanarak Hz. Süleymân’ın mülkünü/saltanatını sihir yolu ile elde ettiğini ve bu yüzden onun, yaptığı sihirleri mûcize gibi gösterdiğini ve hakîkati inkâr ederek küfre düştüğünü söylüyorlardı. Kur’ân, âyetin hemen başında Hz. Süleymân’ın sihirbazlık sanatının mûcidi olduğu efsanesini reddediyor ve asıl küfre sapanların/bulaşanların “şeytanlar” olduğunu ifâde ediyor.
2) İnsanlara sihri öğretenler şeytanlardır. Âyette geçen “eş-şeyâtîn” ibaresi çoğunlukla “kötülükte şiddetli ısrarları nedeniyle şeytanlara benzeyen” insanları ifâde eder. Şeytan terimi “şetane” fiilinden türetilmiştir ve “doğru ve güzel olan her şeyden uzaklaşmak” anlamını taşır. Aynı zamanda eş-şeyâtîn terimi Kur’ân’da çoğunlukla insanın nefsindeki/kalbindeki/içindeki “şeytânî” yani son derece kötü eğilimleri ve özellikle, hakîkate ve mâneviyata düşman olan bütün dürtüleri tanımlamak için kullanılmıştır.
3) Şeytanlar veya “şeytanca niyetler taşıyanlar” sihri Bâbil’deki iki melekten yani Hârût ve Mârût’tan öğreniyorlardı. Hârût ve Mârût’u ifâde etmek için kullanılan “melekeyn” (iki melek) sözcüğü birçok âlim5 tarafından “melikeyn” (iki kral) olarak da okunmuştur. Bazı müfessirler, iki okunuş şeklinden hangisi kabul edilirse edilsin, onun mecâzî anlamıyla “iki muktedir kişi”, yahut “iki rûhânî kişi” şeklinde anlaşılması gerektiği görüşündedirler.
4) Âyette geçen Bâbil, coğrafî anlamda düşünürsek Bağdat’ın aşağı taraflarında bulunan ve ilk çağdan kalan tarihî bir şehirdir. Bu şehirde eskiden bir kule ve bir kuyu varmış. Rivâyete göre Hârût ve Mârût bu kuyuda sihirle uğraşır ve insanlara sihri öğretirlermiş. Bu nedenle Bâbil sihir sanatının anayurdu olarak ünlenmiştir. İşârî anlamda düşünürsek Bâbil, her türlü sihir ve göz boyama eyleminin sahne aldığı ve genel olarak her türlü esrarengiz ilimlerle uğraşılan beldelerin sembol adıdır.
5) Hârût ve Mârût’a bilgiler Allah tarafından ilhâm edilerek indirilmiştir. Bu bilgiler kaynağı bakımından “sihir bilgisi” değil, sihrin dayandığı temel bilgilerdir ve bu temel bilgilerin “sihre dönüşmesi” şeytanların eliyle gerçekleşmiştir. Bu nedenle melekler/melikler aldıkları bilgileri kendilerinden öğrenmek isteyenleri uyarmışlar ve onlara: “Biz bir fitne/imtihan aracıyız, bizden öğreneceğiniz/alacağınız bilgiler de fitne çıkarmaya ya da kötüye kullanılmaya uygun bilgilerdir. Sakın bu bilgileri hakîkati çarpıtmak için kullanıp da küfre düşmeyin” demişlerdir.
6) Şeytanlar veya “şeytanca niyet taşıyanlar” meleklerden karı ile koca arasını açacak bilgiler öğreniyorlardı. Bu tâbir, sihrin en yüksek derecedeki tesirini ifâde etmek için “bir kıyas olsun” diye kullanılmıştır. Çünkü karı ile kocanın arasını ayıranlar, eşler arasındaki sevgi/muhabbet bağını kıranlar yani böyle bir güce sâhip olanlar, kim bilir toplum içerisinde ne büyük fitneler çıkarabilir, ne büyük fesatlar, ahlâksızlıklar, hasetler ortaya koyabilirler?
7) Bununla beraber gerçek şudur ki; bilgiyi kötüye kullanarak sihir yapanların, “Allah’ın izni olmadan” hiçbir kimseye zarar vermeleri mümkün değildir. Onlar, “kendilerine zarar veren ve hiçbir faydası olmayan” bu bilginin onları âhiret hayatının güzelliklerinden mahrum bırakacağının bilinci içerisindedirler.
8) Ve âyet bir temenni ile bitmekte ve “karşılığında nefslerini satarak/hebâ ederek öğrendikleri sihir sanatının ne kötü bir şey olduğunu, yapanlar keşke bilselerdi” diye sona ermektedir.
Çıkardığımız bu sonuçlar âyetin tarihî/zâhirî yönünün değerlendirilmesiyle ortaya çıkan anlamlardır. Fakat Bakara 2/102. âyeti aynı zamanda “müteşâbih âyetler” kategorisindendir. Bilindiği gibi müteşâbih âyetler çok boyutlu “lâfız ve anlam yönünden bir başkasına benzediği için kesin anlamını ortaya çıkarmada zorluk çekilen” âyetlerdir. Müteşâbih alan, insanoğlunun gelecek zamanlar boyunca yeni duyularüstü katkılarla Kur’ân’a iştirakini de sağlar. Bu, bir anlamda kurumsal olarak sona eren vahyin ilhâm yolu ile devamına imkân sağlamaktadır. Şimdi sözünü ettiğimiz Bakara 2/102. âyetine, müteşâbih boyutunu da göz önüne alarak yeniden bakalım. Yalnız şunu ilâve edelim ki; getireceğimiz yaklaşım veya yapacağımız te’vîl insan merkezli olup temelinde “En büyük sihirbazın nefs olduğu” tezine dayalıdır.
Âyetin ilk işâret ettiği gerçeklik Süleymân’ın mülkündeki hükümdarlığı/hükümranlığı ile ilgilidir. Buradaki Süleymân “Rûh”tur ve “Beden Ülkesi”nin yöneticisidir. Rûh’un “Beden Ülkesi”ndeki saltanatından rahatsız olan ve tasarrufunu kıskanan Akıl (Akl-ı Meâş veya cüz’î akıl) Rûh’un güç ve kudretinin “sihir”den kaynaklandığına inanıyordu. Halbuki Süleymân’ın/Rûh’un güç ve kudreti “Mühür”den yani “Hakîkat ve Mârifet bilgisi”nden geliyordu. Aynı zamanda Süleymân/Rûh “Rabbinin emri” idi. Yani Süleymân’ın isteği/irâdesi, Rabbinin isteği/irâdesi olmuştu. Ama “en büyük sihirbaz olan nefs” ve askerleri hakîkati çarpıtıyor/dağıtıyor/saptırıyor ve ürettiği telkinlerle (vehim/vesvese/hayal) Aklı perdeliyor/şaşırtıyor ve onun Süleymân’ın/Rûh’un emrine girerek “Akl-ı Meâd’a veya Küllî Akl’a” ulaşmasına engel oluyorlardı.
Nefs; “sihri” yani “var olanı yokmuş veya yok olanı varmış” gibi göstermeyi Bâbil’deki iki melek “Hârût ve Mârût”tan öğrenmiştir. Bâbil, “Beden Ülkesi”nin merkezi konumunda olan “Kalp”tir ve “Beden Ülkesi”ne tüm mesajlar/veriler bu Şehir’den kılcal damarlar aracılığı ile dağılır. Bir anlamda “Beden Ülkesi’ni besleyen kalptir. İşte Hârût ve Mârût bu Bâbil/Kalp şehrinin Süveydâ’sında/Kuyusu’nda iki melek/güç’tür. Süveydâ kuyusu siyah bir noktadır ve “Gayb”a işâret eder. Aynı zamanda burası “insanın, mânevî varlığının/Sır’rının ve idrâkinin kaynağıdır.”
Hârût ve Mârût’a gelince onlar hakkında anlatılan çeşitli hikâyeler vardır. Hikâye diyoruz; çünkü klasik doğu edebiyatında hikâyeler/masallar çözümü ve anlatımı zor birçok hakîkatin sembollerini içinde taşır. Bu nedenle hikâyelerde “doğruluk payı/inanılırlık yüzdesi” daima ikinci planda düşünülür veya hiç düşünülmez. Çünkü anlatılmak istenen objektif bir olay değildir. Bu hikâyelerin en meşhuru şudur:
İdrîs Peygamber zamanında melekler, insanların günahkâr hâllerine bakarak Allah’a: “Yâ Rab! Meleklerine secde ettirdiğin insanoğlu günah içinde yüzüyor, buna nasıl tahammül ediyorsun?” dediler. Allah onlara: “Eğer siz onların yerinde olsaydınız aynı şeyleri yapardınız. Onlardaki nefs siz de olmadığı için böyle söylüyorsunuz” deyince de “Hâşâ! Biz onlar gibi yapmazdık!” dediler. O zaman Allah, en güvendikleri iki melek seçmelerini, o iki meleği imtihan için yeryüzüne indireceğini söyledi. Onlar kendi içlerinden Hârût ve Mârût’u seçtiler ve Allah da onları Bâbil’e indirdi. Onlar gündüzleri insanların dâvâlarına bakıyorlar, geceleri de “İsm-i Âzam” duâsını okuyarak göğe çıkıyorlardı.
Anlaşılan odur ki nûr’dan/Akıl’dan yaratılan meleklere “Nefs” verilmiş ve onlar “nefsin hile ve hurdasını öğrenmek/tecrübe etmek” üzere “Beden Ülkesi”nin merkezi olan “Kalb’e/Bâbil”e gönderilmiştir. Böylece bu iki melek nefsin hakîkatini yaşayarak öğrenmişler ve sonunda nefsin tezkiyesi/arınması/saflaşması ve Kalbin tasfiyesi (mâsivâdan uzaklaştırılması) konusunda “yakîn”e6 ulaşmışlardır. Kısaca Hârût ve Mârût, “nefsin kesâfetinin Rûh’un letâfetine nasıl dönüşeceğinin sırrını” (İsm-i Âzam) bilmişler, nefsin aklı nasıl perdelediğini yakından görmüşlerdir. Hârût’ta nefsin daha çok “Gazap” vechesi, Mârût’ta ise “Şehvet” vechesi hâkim olmuştur.
Hârût ve Mârût kendilerinden bu ilmi öğrenmek isteyenlere “biz fitneyiz ve sakın bu ilmi kötüye kullanarak hakîkati örtmeyin” demedikçe bilgi vermiyorlardı. Fitne’nin aslı olan “f-t-n”, “saf altın elde etmek için mâdenin ateşe konulması” mânâsına gelmektedir. Yani Fitne, Rûhî tekâmülünü gerçekleştirmemiş olanların arındırılarak eğitilmesi demektir. İşte Hârût ve Mârût’un kendilerini “fitne” olarak nitelendirmesi onların kötü/bozguncu olmalarına değil, “nefsin arınmasını/saflaşmasını sağlayacak hayırlı bir bilgiye” sâhip bulunmalarına işâret ediyordu. Ne var ki temelinde iyi niyet olan bu bilgi şeytânî/nefsânî güçler tarafından istismar edilecek, hayra kullanılacak yerde şerre âlet edilecektir. Böylece “Beden Ülkesi”nde “Karı ile Koca” yani “Rûh/Müzekker ve Nefs/Müennes” arasındaki âhenk bozulacak, aralarında huzursuzluk doğacak, ayrılık derinleşecektir. Bunun sonucunda da gazap ve şehvetle efsunlanan/büyülenen/sihirlenen “cüz’î akıl” kendini ilâhlaştırarak “Beden Ülkesi’nin tek hâkimi zannedecektir.
Aslında bizim “Karı ile Koca” olarak Türkçe’ye çevirdiğimiz ve böylece anlamından pek çok şey kaybettirdiğimiz kelimenin Arapçası “Zevc”dir. Zevc, Kur’ân’ın temel kavramlarından biridir ve “polarite, parite, benzer zıtlar ilişkisi, eş olma hâli” gibi geniş bir alanda değerlendirilmelidir. Oluşun fıtrat diyalektiğinin özünde “zevciyet” yatar. Hayat zıtların birliği üzerine kurulmuştur. Kendi zıddından, kendi huzur ve mutluluğuna yol bulma özelliği yalnız insanda vardır ve insanın mânevî kemâli de bu zıtların birlikteliğinden geçmektedir. Bu nedenle “zevclerin arasını ayırmayı” sadece karı-koca veya Rûh-Nefs olarak değil Beden Ülkesi’nde zıtların birliğinin oluşturduğu bütün rezonans ve âhengi bozmak olarak düşünmek daha derin bir bakış açısı olarak görülebilir.
Ancak “Allah’ın izni olmadan” şeytânî/nefsânî güçlerin hiçbir zaman cüz’î aklı etkilemeleri mümkün değildir. Eğer “ezelî takdir”, cüz’î akıl ile Küllî Akl’ın vuslatına karar vermişse bunu hiçbir sihir bozamaz ve engelleyemez. Bundan zarar görecek tek varlık “sihir sanatının ustası” olan nefstir ve karşılığını âhiret hayatının güzelliğinden nasipsiz/perdeli kalarak yani “Rûha dönüşemeyerek” ödeyecektir.
Sonuç:
Anlamaya ve açıklamaya çalıştığımız âyet, tefsir bilginlerinin tesbitiyle Kur’ân’ın üzerinde en çok görüş ayrılığı baş gösteren âyetlerinden biridir. Âyette ki yorum zenginliğinin muhtemel sonuçları, bir araştırmaya göre akıl almaz bir sayıya ulaşmaktadır (1.260.000)7. Bu nedenle âyet, Kur’ân’ın olağanüstü ifâde tarzının akıllara durgunluk veren örneklerinden birini oluşturmaktadır. Âyette akılların donacağı, kafaların allak-bullak olacağı kadar ihtimaller söz konusu olmakla birlikte sözel yapısının göz kamaştırıcı güzelliğini aynen korumakta, fesâhat ve belâgat açısından muhteşemlik sergilemektedir. Sanki âyet hem zâhirî hem de müteşâbih boyutu ile içeriğine uygun olarak üzerinde çalışanı bile büyülemekte, onu çaresiz, âciz, güçsüz bırakmakta, Allah’ın ilminin yüceliği karşısında insana hiçliğini idrâk ettirmektedir.
Nefs, insanın en büyük düşmanıdır ve öğrendiği sihirbazlık sanatı sonucu ürettiği/telkin ettiği “vehim, vesvese ve hayal gücü” ile insanın “Hakîkate” ulaşmasına engel olmaktadır. Onun düğümlerini/ukdelerini çözmeden kurtuluş mümkün değildir. Çünkü o, “ölmeye meyilli fakat öldükçe dirilen” bir şerdir ve Felak 113/4. âyette işâret edildiği gibi her an “düğümlere üfleyerek” insanı ayartmaya/yanıltmaya çalışmaktadır. “Düğümlere üflemek” (en-neffâsât), klasik Arapça’da bütün esrarengiz uğraşları tanımlamak için kullanılan bir deyimdir. Muhtemelen bir ipe pek çok düğüm atıp ona üfleyen ve bu arada bazı sihir tekerlemeleri söyleyen “büyücülerin” ve “üfürükçüler”in uygulamasından çıkarılmıştır. Bazı müfessirler âyetteki “en-neffâsât” kelimesinin “müennes/dişi” olmasından sihir işine en çok bulaşanların kadınlar olduğu yönünden bir anlam çıkarmışlardır ki, bu isâbetli bir yaklaşım değildir. Burada kastedilen, nefs taşıyan tüm insanlardır ve hepsi nefsin şerri/sihri ile karşı karşıyalardır.
Hz. Peygamber: “Allah’ım! Gözümü açıp kapayıncaya kadar beni nefsimin eline bırakma”diye duâ etmiştir. Yine bir başka hadîsinde de: “Senin en yaman düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir”8 demiştir. Bunun için nefse karşı cihad gereklidir. Cihad, “Beden Ülkesi”nde Süleymân’ın hâkimiyetini hükümran kılmak için savaşmak demektir. Sonunda savaşanı Mühr-i Süleymân’a kavuşturur. Mühür, şeytânî güçlerin elinde sihir, Süleymân’ın elinde ise mârifettir. Kısacası: “Mühür kimdeyse Süleymân odur.”
Şüphesiz ki her şeyi hakkıyla bilen yalnız Allah’tır.
Necmettin Şahinler
Yazarın Öyleyse Nereye Gidiyorsunuz (İnsan Yayınları, 2013) adlı kitabından alınmıştır.