Fethi Gözlemek

Nasr Sûresi; Kur’ân’ın resmî dizilişine göre 110., inzâl (iniş) sırasına göre 114. yani son sûresidir ve Medine döneminde vahy olunmuştur. Minâ’da Hz. Peygamber’in hicretinin 10. yılında Zilhicce ayında gerçekleştirdiği Vedâ Haccı sırasında –yani vefâtından yaklaşık iki ay önce- inen bu sûre, onun insanlığa duyurduğu son tam sûredir. Bir gün önce Zilhicce ayının 9. Cuma günü şu âyetler nâzil olmuştur: “Bugün sizin için dîninizi tamamladım, size bütün nîmetlerimi bahşettim ve Bana tam teslimiyeti (İslâm) dîniniz olarak seçtim.1 Bu âyetlerin hemen ardından Nasr Sûresi nâzil olduğu için Hz. Peygamber’in bazı arkadaşları, onun görevinin tamamlandığı ve artık vefât etmek üzere olduğu sonucuna vardılar. Gerçekten de Hz. Peygamber’in Nasr Sûresi’nin nüzûlünden sonra aldığı tek vahiy, Bakara 2/281. âyet olmuştur. Bu nedenle Nasr Sûresi’ne Vedâ Sûresi de denilmektedir.

Sûrede Hz. Peygamber’e, Allah’ın yardımı ve zaferi gelip insanların akın akın Allah’ın dînine girdiklerini görünce Allah’a hamd etmesi, istiğfârda bulunup O’nu tesbîh etmesi emredilmektedir.

Sûrenin Türkçe karşılığı şöyledir:

Allah’ın yardımı gelip zafer (gerçekleştiğinde),

Ve insanların Allah’ın dînine dalga dalga girdiklerini gördüğünde,

Rabbinin sınırsız şânını yücelt, O’na hamdet ve O’ndan mağfiret dile;

Çünkü O, her zaman tevbeleri kabul edendir.2

Sûre aynı zamanda bir nebî ile dünyevî önder arasındaki farkın ne kadar büyük olduğunu da ortaya koymaktadır. Hangi öndere, dünyâda büyük bir inkılâb (devrim) yapmak nasip olsa, o kişi törenler düzenleyerek önderliğini gurur vesilesi hâline getirir. Ancak Hz. Peygamber: 1) 23 sene gibi kısa bir sürede bir kavmin inanç, düşünce, ahlâk, kültür, medeniyet, siyâset, iktisat ve savaş anlayışını değiştirmesine; 2) câhiliyenin olumsuz âdetlerinde boğulmuş bu kavmi bütün dünyâya hâkim olacak bir duruma getirmesine; 3) dünyânın bütün kavimlerine önder olmaya lâyık hâle kavuşturmasına rağmen böyle büyük bir başarının sonunda gururlanmak yerine Allah’a hamd edip mağfiret dilemeye yöneltilmiştir.

Allah’ın yardımı gelip zafer/fetih gerçekleştiğinde.3 Müfessirlerin çoğu, sûrede sözü edilen fethin, Mekke’nin fethi olduğunu söylemişlerdir. Fakat bu sûrenin Hz. Peygamber’in vefâtından iki ay önce indiğini düşünürsek, âyetlerin yalnızca Mekke’nin fethini değil, bu fethe gelinceye kadar Allah’ın Hz. Peygamber’e kolaylaştırdığı tüm fetihleri ve yardımları kastettiğini anlayabiliriz. Bu genelleştirmeye rağmen âyette geçen fethin Mekke’nin fethi olması tarihsel seyre daha uygun düşmektedir. Çünkü Arap kabileleri Müslüman olmak için önce Kureyş’in yani Mekke halkının Müslüman olmasını bekliyor ve şöyle diyorlardı: “Onu kavmi ile baş başa bırakın, eğer kavmini yenerse gerçekten o hak peygamberdir.

Allah vaadini gerçekleştirip, Hz. Peygamber’e Mekke’nin fethi başarısını/zaferini verince, diğer Arap kabileleri Medine’ye elçiler göndererek akın akın Allah’ın dînine girdiler. Fetih üzerinden daha iki yıl geçmeden yarımada bütünüyle Müslüman oldu ve İslam’ı kabul etmeyen kalmadı. Bu nedenle âyette geçen Nasrullah’ın/Allah’ın yardımının, Kureyş’e veya bütün Arap’a üstün gelinmesi, fethin de Mekke’nin fethi olması isâbetli bir yaklaşımdır.

Mekke’nin fethi sadece bir toprak, bir düşman şehrin fethi olmayıp aynı zamanda kalplerin fethinin de kapısını açmış, o zamana kadar Hakk’ın kabulüne kapalı duran kalpler bu fetihle îman ve İslâm’a girmişlerdir.

Ve insanların Allah’ın dînine dalga dalga girdiklerini gördüğünde.4 Âyette geçen “Allah’ın Dîni” ifâdesi, detayları Âl-i İmrân/19. âyette açıklandığı gibi “Allah’a tam teslimiyet” anlamına gelmektedir. “Allāh nezdinde tek (hak) din, (insanın) ona teslimiyetidir.” İnsanoğlu için tek çıkış ve kurtuluş kapısı budur. Bu kapının dışındaki arayışların sonunun hüsran olacağını yine bir başka Kur’ân âyeti şöyle vurgular: “Kim Allah’a teslimiyetten başka bir din ararsa, bu kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o, âhirette kaybedenlerden olacaktır.5

İşte Mekke’nin fethine kadar bin bir zorluklar ve mücâdeleler sonucunda gerçekleşen İslâm’a fert fert katılımlar, bu şehrin fethinden sonra artık yerini bölük bölük, kabile kabile katılımlara bırakmıştır. Arabistan’ın her köşesinden Araplar peşpeşe heyetler hâlinde Hz. Peygamber’in huzuruna gelerek ona beyat ettiler ve İslâm’a girdiler. Bütün bu gelişmeler Hz. Peygamber’in tebliğ görevinin/misyonunun sona erdiğini, vaad edilen yardımın geldiğini gösteriyordu. Hz. Peygamber bunu gördüğüne göre artık yapması gereken tek şey, kendisine böyle bir zaferi/lutfu bağışlayan Allah’ı “hamd” ile “tesbîh” etmesidir.

Rabbinin sınırsız şânını yücelt, O’na hamdet ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, her zaman tevbeleri kabul edendir.6 Âyeti incelediğimiz zaman görüyoruz ki sırası ile Hz. Peygamber’den: 1) Alah’ı tesbîh etmesi; 2) O’na Hamd etmesi; 3) O’ndan mağfiret dilemesi istenmiştir. Bütün bu isteklerin gerekçesi ve ardındaki hikmetler ne olabilir? Şimdi bu soruya cevap aramaya çalışalım. Genel/yüzeysel çerçevede düşünenlerin bu soruya yaklaşımları şöyledir: “İnsanlar doğru dîne kalabalıklar hâlinde girseler bile, mü’min kendine aşırı güvenden kaçınmalı, tersine daha mütevâzı ve kendi zaaflarının daha fazla bilincinde olmalıdır. Ayrıca Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu rivâyet edilir: “Dikkat edin, insanlar dîne büyük gruplar hâlinde giriyorlar. Ama öyle bir zaman gelecek ki yine büyük gruplar hâlinde ayrılacaklar.7

1) Hz. Peygamber’in Allah’ı tesbîh etmesi: Tesbîh; “Allah’ın sınırsız kudret ve yüceliğini anmak, O’nun aşkınlığını (tenzîh) övgüyle dile getirmektir.” Tesbîh sözünün kökü olan “sebh”, su ve havada süratle seyretmek demektir. Kelimenin bu mânâsının hareketle, çok uzaklaştırmak veya temizlikte çok ileri götürmek şeklinde düşünülerek tenzîhle birlikte kullanılmıştır. Bu nedenle olacak ki Kur’ân dilinin büyük ustalarından biri olan Râgıb el-Isfahânî: “Tesbîh, Allah’ı tenzîhtir, bunun aslı da Allah’a ibâdette süratle gidiştir” demiştir. Tenzîh; Allah’ı noksan sıfatlarından berî tutma eylemidir. Tesbîh aynı zamanda Allah’ın kudretinin/hikmetinin/sanatının, insanı şaşırtacak ve hayrete düşürecek bir tecellîsi karşısında duyulan hayranlığın ifâdesi olarak dilden dökülen“sübhânallāh” ifâdesini zikretmek mânâsına da gelir. Allah’ın güzel isimlerinden biri olan “es-Sübhân: “Ortaktan ve kusurdan münezzeh, bütün kâmil vasıflarla nitelenen ve bütün kudsî esmâ ile isimlendirilen erişilmez Zât” demektir.

Demek ki Allah’ın yardımı ve bunun sonucunda fethin gerçekleşmesi Allah’ın kudretinin, hikmetinin eşsiz bir tecellîsidir. Bu nedenle Hz. Peygamber’in, tecellîye tanıklık eden konumu ve bu oluşu idrâk etme yönü ile ilk yapacağı iş Allah’ı tesbîh/tenzîh etmesidir. Gerçekten de Buhârî’de yer alan bir hadîste bu sûre indikten sonra Hz. Peygamber’in: “Ey Rabbimiz! Seni hamdinle tesbîh ederim. Allah’ım beni bağışla!” dediği rivâyet edilmiştir.8

Tesbîh ile emrolunmanın taşıdığı bir başka mesaj da şudur: “Allah, sözünün yücelmesi için sizin çabanıza muhtaç olmaktan münezzehtir. Bunu itiraf edin. Çabanızın başarıya ulaşmasının, ancak Allah’ın gücü ve yardımı ile olabileceğine de kesinlikle inanmalısınız. Allah bir işi istediği kuluna yaptırabilir. Bir kula bunun gibi bir hizmeti yaptırması, aslında ona Allah’ın bir ihsânıdır. Allah’ın sizin üzerinizdeki ihsânı da onun dînine hizmet etme şerefini size vermesidir.” Tesbîh aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın celâl sıfatlarına işârettir.

2) Hz. Peygamber’in Allah’a hamd etmesi: Hamd, bir güzelliğin veya nîmetin kaynağı ve sâhibi olan kudreti, övgü ve yüceltme duyguları ile anmaktır. Hamd, bütün müfessirlerin ve Arap lügatçilerinin ortak kanaatlerine göre, en geniş anlamda şükürdür. Şükretmekle farkı, hamdin dille yapılmasıdır. Şükürse hem dille hem de hareket ve davranışlarla ifâde edilebilen bir yüceltme yoludur. Ayrıca şükür, mutlaka elde edilen bir nîmet karşılığında yapılır. Halbuki hamd, nîmet ve güzellik bize ulaşmasa da yapılmaktadır. Bu yüzden, Allah’a hamd her hâl ve şartta, şükürse bize ulaşan nîmetler karşılığında yapılır. Hamd, Yaratıcı Kudret dışında hiçbir şahıs ve kuvvete yöneltilmeyecek bir şükür türüdür. Özetle söylemek gerekirse: “Hamd, eşi ve benzeri olmayan ilâhî rahmete duyulan fıtrî övme ve yüceltme duygusudur.” Allah’ın güzel isimlerinden biri de “el-Hamîd” yani “Hamdı yalnızca Kendi’ne mahsus kılan”dır. Hamd aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın cemâl sıfatlarına işârettir.

Bütün bu bilgiler ışığında düşündüğümüzde Hz. Peygamber’in Allah’a hamd etmesi şu anlama gelmektedir: “Bu büyük başarının, senin mârifetin sonucu gerçekleştiği aklına bile gelmemelidir. Bu tamamen Allah’ın lutfu ile olmuştur. Bunun için Allah’a şükret, kalp ve lisan ile bunu itiraf et. Çünkü böyle büyük bir işi gerçekleştiren ve bu başarının yaratıcısı Allah’tır, hamd ancak O’na yakışır.”

3) Hz. Peygamber’in Allah’tan mağfiret dilemesi: İstiğfâr, Allah’tan günahın bağışlanmasını isteme, tevbe etme anlamındadır. Acaba Kur’ân’ın ifâdesi ile “geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmış” bir peygamberin Allah’tan mağfiret/af dilemesinin anlamı nedir? Bu konuda müfessirler şu düşünceleri ileri sürmüşlerdir:

a) 23 yıllık bir mücâdele döneminden sonra Allah’ın yardımı ile gelen fetih sonucunda zafer sevincinin oluşturabileceği muhtemel olumsuz tavır ve davranışlar yerine Rabb’inin önünde âcizliğini ifâde etmeye yönelik bir boyun eğiş gereği istiğfâr.

b) Uzun süren savaş ve beraberindeki çile, sıkıntı ve zorluklar karşısında Allah’ın zafer vaadinin çabucak gelmesini istemek konusunda kalbe sirâyet eden negatif duygu ve düşüncelerin yersizliğinden dolayı istiğfâr.

c) Veya Allah’ın dîni için katlanılan zorlukların insan aklına getirdiği “Rabb’inin hakkını ödediği” düşüncesinden kaynaklanan istiğfâr.

d) Verilen görevi, yüklenilen hizmeti yerine getirirken eğer bir zaafta bulunulmuşsa, onun karşılığı olarak istiğfâr.

e) Başarının yalnızca Allah’a ait olduğunu düşündüren ve yendiği kimselere karşı müsâmahakâr olmasını temine yönelik istiğfâr.

f) Allah’ın lutuf ve yardımıyla sırf Allah için yapılmış olan ihlâslı çabanın ecrini dünyâya arzu, meyil ve iltifatla kirletmemek adına istiğfâr.

g) Bütün bu zafer ve fethin gâye değil Allah’ın rızâsını kazanmaya vesile araçlar olduğunu idrâk etmek için istiğfâr.

Tesbîh, hamd ve istiğfâr emrinden sonra sûre “O, her zaman tevbeleri kabul edendir” ifâdesi ile noktalanmaktadır. Tevbe, kul için Allah’a yönelmek anlamına gelir; ama Allah için kullanıldığında kulun tevbesini kabul etmek mânâsındadır. Allah’ın güzel isimlerinden birisi de Tevvâb’dır yani “kullarını tevbeye sevk eden ve bağışlanma taleplerini kabul eden” demektir. Allah’ın bağışlayıcılığını her ân işlemesi ve Rubûbiyyet ve kulluk ilişkisinin sürekliliği için tevbenin aralıksız devam etmesi gerekir.

Tevbe, istiğfârdan daha ileri bir boyuttur. İstiğfâr, Yaratıcı Kudret’ten duâ ve niyâz ile mağfiret talep etmektir. Tevbe ise günaha nedâmet getirmek ve bir daha yapmamak üzere kararlı bir dönüştür. Âyette “O’ndan bağışlanma dile” emri, “Gafûr (O, çok bağışlayıcıdır)” ismini çağrıştırdığı hâlde, bu ismin değil de “Tevvâb (O, tevbeleri çok kabul edicidir)” isminin seçilmesinin nedeni budur.

Ayrıca Hz. Peygamber için günah işlemek söz konusu olamayacağına göre buradaki tevbeden maksat; “her an yeni bir idrâkle yükselen Hz. Peygamber’in, bir önceki ânını, bir sonraki ânına göre noksan görmesinden kaynaklanan” bir tevbedir. Bu anlamda tevbe, kâinatın rûhuna yaklaşmak, ilâhî oluşa katılmaktır.

Doğrusunu söylemek gerekirse buraya kadar tefsirlerden faydalanarak yazmaya çalıştığımız hususlara bazı noktalarda ilavelerde bulunmak zarûreti hissetmekteyiz. Zira: 1) “Âlemlere rahmet olarak gönderilen”; 2) “Sen yüce bir ahlâk üzeresin” övgüsüyle nitelenen; 3) “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” açıklaması ile taltif edilen bir peygambere yukarıdaki âyetlerde geçen “tesbîh, hamd, istiğfâr, tevbe” kavramlarına dayanarak sanki bir eksikliği, hatâsı, yanlış düşünüşü varmış gibi dolaylı yoldan günah/zelle9 îmâsında bulunan ifâdelerin gerçeği aksettirmediğini ve sûrenin asıl anlatmak istedikleri ile tam uyuşmadığını/örtüşmediğini düşünüyoruz.

Çünkü kaynaklara baktığımızda Hz. Peygamber’in hayatının tümünün üstün bir kulluk bilinci ile geçtiğini, her an dilinden tesbîhi, hamdi, istiğfârı, tevbeyi, zikri eksik etmediğini, kısaca yaşamını deyim yerindeyse bir duâ manzûmesi hâline getirdiğini görüyoruz. Üstelik Mekke’nin fethinde Hz. Peygamber’in şehre girerken devesi Kusvâ’nın üzerinde acziyet, mahviyet ve tevâzûdan nasıl iki büklüm bir vaziyette eğildiğini tüm siyer kitapları yazmaktadır. Bütün bunlardan sonra şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, bu sûre içerik îtibâriyle daha özel bir mânâya işâret etmekte, Hz. Peygamber’in mânevî tekâmülünde hikmetli bir makāma/mertebeye karşılık gelmektedir. Aslında bu sûreyi anlamanın yolu, bu sûreden daha önce inen Fetih Sûresi’nden geçmektedir.

İrfânî çerçevede düşünürsek fetih; “kapalı, sırlı, gizli, gayb iken Allah tarafından kula açılan her şeydir.” Şüphesiz Allah, resûl olarak seçtiği Hz. Peygamber’e birçok sırların kapısını açmış, Onu mânevî yönden donatacak gaybî tecellîlerin odak noktası hâline getirmiştir. Ama bütün bu keşfiyâtın üstünde Hz. Peygamber için -peygamberler de dâhil hiçbir insana nasip olmamış- bir başka zirve makām daha vardır. Bu makām bizim künhüne varamadığımız, ancak sadece kelimelerle ifâdeye çalıştığımız “Ahadiyyet Makāmı”dır.

Bu makāmın öncü müjdesi Hz. Peygamber’e Fetih 48/1-4. âyetlerde verilmektedir:

Gerçek şu ki (ey Muhammed), Biz senin için apaçık bir fethin önünü açtık.10

 Böylece Allah, senin hem geçmişte hem de gelecekteki bütün hatâlarına karşı bağışlayıcılığını gösterecek.11

Ve (böylece) bütün nîmetlerini sana verecek ve seni dosdoğru bir yola sevk edecektir.12

Ve Allah sana güçlü yardım elini uzatacaktır.13

İşte Hz. Peygamber için yukarıdaki âyetlerde vaad edilen yardım ve önü açılan fetih, Nasr Sûresi’nin ilk âyetinde yer alan mutlak anlamda ve en mükemmel fetih olan Allah’ın “Zâtî Ahadiyyetinin” tecellîsidir. Ahadiyyet’e kaynaklık eden “el-Ahad” ismi; ikincisi olmayan “Bir” yani “Tek” olan demektir. Ahadiyyet mertebesinde hüviyetinin gerektirdiği gibi hiçbir sûretle kavranamayan ve yanına da yaklaşılamayan Allah, beşer zekâsının kavrayabileceği her türlü sıfat ve bağlardan “münezzeh” ve “müteâl”dir. Ahadiyyet mertebesi Mutlak Gayb’da gizlenmiş (Kenz-i Mahfî) Cenâb-ı Hakk’ın bilinmezlik mertebesidir. Bu mertebeye “Gaybu’l-gayb” veya “Amây-ı Mutlak” adı da verilir. “O’nu ilmen hiçbir şey ihâta edemez14 âyeti bu makāma işârettir.

Hz. Peygamber’e “vehbî” bir lutuf ile bahşedilen bu makām, Hz. Peygamber’in şimdiye kadar müşâhede ettiği makāmlardan çok farklıdır. Çünkü bu makām; nefskalp ve rûh tecellîyâtının/nûrunun çok ötesinde/üstündedir. Bu mertebeye kadar Hz. Peygamber’e “kesbî” gayretinin bir yansıması olarak esmâef’âl ve sıfat nûrlarından birçok tecellî olmuş, Hz. Peygamber gaybî ve melekûtî birçok yardıma mazhar edilmiştir. Ama bu sefer ki makāmda (Feth-i Mutlak) kendisine Zâtî şuhûd ve Ahadiyyet’in nûru gösterilmiş, vuslatın kapısı kendisine açılmıştır. Nasıl Mekke’nin fethi ile insanlar grup grup, kavim kavim dîne girmişlerse, Ahadiyyet Kapısı’nın fethi ile de Mârifet Hazinesi’nden, Kevser Havuzu’ndan sayısız ilimler Hz. Peygamber’e akın akın ulaşmıştır. Artık o: “Sıfatla zâhir iken Zât’la hafî” olmuştur. Bu da aynı zamanda Hz. Peygamber için “velâyetini perdeleyen/örten nübüvvetinin sona erdiğini” göstermektedir.

Nasr 110/3. âyette böyle bir şöleni yaşayan Hz. Peygamber’den “Rabbini hamd ile tesbîh etmesi ve ondan mağfiret (istiğfâr) dilemesi” istenmiştir. Tesbîh; isim ve sıfatların yani görünenin (celâlî tecellîler) tenzîhi, Hamd ise Zât-ı Ahadiyyet’in (Cemâlî tecellîler) övgüsüdür. Bu aynı zamanda Hz. Peygamber’e verilen Makām-ı Mahmûd15 yani “Mutlak Yakınlık” makāmıdır. İstiğfâr ise yaşanan bu Ahadiyyet tecellîsi sonrasında elde edilen hâlin/ilmin geçmiş tecellîlerle –ef’âl ve sıfat- kıyaslanamayacak üstünlüğünün idrâkidir. Yine istiğfâr Hz. Peygamber’in bu yüce makāmı gördükten sonra geçmiş makāmlarıyla yetinip kanaat etmesinin bir itirafıdır. İstiğfârın bir başka anlamı da Hz. Peygamber’in Cenâb-ı Hakk’tan kendi zâtını, Zât-ı Ahadiyyeti ile mestûr kılmasını/setr etmesini istemesidir.

Hz. Peygamber’in bu talebi karşılıksız kalmamış Allah, “Muhakkak tevbeleri kabul edendir” âyetinin karşılığınca “kendi zâtiyetini Hakk’ın Zâtiyetinde ifnâ etmek sûretiyle” kendisine tevbe eden (dönen) kulunu kabul etmiştir.

Mevlânâ Celâleddîn Rûmî de “Fîhi Mâ-fîh16 adlı kitabında üzerinde durduğumuz sûreye işârî olarak şu mânâyı vermektedir:

İnsan kötü vasıflarını kendi ameli ve gayreti sâyesinde temizleyeceğini/arındıracağını zanneder. Bunun için pek çok çalışıp çabalar ve bütün gücünü, imkânlarını seve seve harcar, fakat gideremez; umutsuz bir hâle düşer. İşte o zaman Cenâb-ı Hakk ona şöyle buyurur:

“Kulum! Sen o işi (seyr-ü sülûk) gücün kuvvetinle başaracağını sandın. Bu bir yol-yordamdır (sünnetullāh) ki koymuşum. Yani neyin varsa yolumuza dök, saç; ondan sonra bizim bağışımız gelir çatar. Şu sonu gelmez, bitip tükenmez yolda bu zayıf elle ve zayıf ayakla yürü, yol al. Ama biz biliyoruz ki bu hâlinle yüz bin yıl da yürüsen bir konaklık yol bile gidemezsin. Fakat mâdem ki bu yola düştün, elden ayaktan kaldın, düşüp yerlere serildin, artık hiç gücün kuvvetin kalmadı mı, işte o zaman Allah’ın yardımı (nasrullāh) elinden tutar. Hani çocuk süt emdikçe kucakta taşınır; büyüdü mü yürüsün diye onu kucaktan indirirler, yere bırakırlar. Şimdi de gücün kuvvetin bitti artık. Gücün kuvvetin varken savaşıp dururdun; arada sırada uykuyla uyanıklık arasında (yakaza) veya uyanıkken sana bir lutufta/ihsânda bulunurduk da onunla bizi arama yolunda kuvvet bulur umutlanırdın. Şimdi, şu anda o araç da kalmadı ya; artık bizim lutuflarımızı, bağışlarımızı, yardımlarımızı seyret. Bölük bölük başından dökülür saçılır onlar. Yüz binlerce çalışıp çabalamanla bir zerresini bile göremezsin bu lutufların. Şimdi bunları gördün, bu devlete (fethe) erdin ya; Rabbini överek noksan sıfatlardan âri olduğunu söyle O’nun. O işi kendi kendine başarırsın, elinden gelir o iş sanmıştın ya, o sanıdan, o düşünceden tevbe et artık. Bu işi başarmayı kendinden bildin, bizden değil; fakat şimdi gördün ya, bu işi başarma bizdendir. Bunu anladıysan o hâlde mağfiret dile. Gerçekten de O, tevbeleri kabul edendir.”17

Şüphesiz ki her şeyi hakkıyla bilen yalnız Allāh’tır.

Necmettin Şahinler

Yazarın Öyleyse Nereye Gidiyorsunuz (İnsan Yayınları, 2013) adlı kitabından alınmıştır.

  1. Mâide 5/3: “…el yevme ekmeltu lekum dînekum ve etmemtu aleykum ni’metî ve radîtu lekumul islâme dînâ(dînen)…↩︎
  2. Nasr 110/1-3: “İzâ câe nasrullâhi vel feth(fethu). Ve reeyten nâse yedhulûne fî dînillâhi efvâcâ(efvâcen). Fe sebbih bi hamdi rabbike vestagfirh(vestagfirhu), innehu kâne tevvâbâ(tevvâben).↩︎
  3. Nasr 110/1. ↩︎
  4. Nasr 110/2. ↩︎
  5. Âl-i İmrân 3/85: “Ve men yebtegi gayrel islâmi dînen fe len yukbele minh(minhu), ve huve fîl âhireti minel hâsirîn(hâsirîne).↩︎
  6. Nasr 110/3. ↩︎
  7. İbni Hanbel, Câbir b. Abdullāh’tan. ↩︎
  8. Buhârî, Tefsîru Sûreti Nasr, 110/1. ↩︎
  9. Sürçme, yanılma. ↩︎
  10. Fetih 48/1: “İnnâ fetahnâ leke fethan mubînâ(mubînen).↩︎
  11. Fetih 48/2: “Li yagfire lekallâhu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhare ve yutimme ni’metehu aleyke ve yehdiyeke sırâtan mustekîmâ(mustekîmen).↩︎
  12. Fetih 48/3: “Ve yansurekallâhu nasran azîzâ(azîzen).↩︎
  13. Fetih 48/4: “Huvellezî enzeles sekînete fî kulûbil mu’minîne li yezdâdû îmânen mea îmânihim, ve lillâhi cunûdus semâvâti vel ard(ardı), ve kânallâhu alîmen hakîmâ(hakîmen).↩︎
  14. Neml 27/84: “Hattâ izâ câû kâle e kezzebtum bi âyâtî ve lem tuhîtû bihâ ılmen em mâzâ kuntum ta’melûn(ta’melûne).↩︎
  15. Övülmüş makām, Muhammedî şefkatin ve şefaatin adı. ↩︎
  16. Mevlânâ’nın sohbet notlarından meydana gelmiş bir kitaptır. Fîhi Mâ-fîh; “ne varsa onun içinde var” anlamına gelmektedir. ↩︎
  17. Mevlânâ Celâleddîn, Fîhi Mâ-fîh, çev. Abdülbâki Gölpınarlı, s. 67-68. ↩︎

Paylaş

PAYLAŞ

E-bülten aboneliği