Güneş’i İzlemek/İdrâk Etmek Ay’ın İşidir

Anladık ki Güneş ve Ay, Allāh’ın kâinat kitabının iki büyük âyetlerindendir ve bu iki gök cismi Yaratıcı’nın irâdesine ve belirlediği düzenin yasalarına tâbî olarak kendi yörüngelerinde/gayelerinde ezelî görevlerine uygun olarak faaliyetlerini sürdürmektedirler. Bu eylemleri sırasında Güneş ve Ay’ın, takip ettikleri yörüngelerinden çıkıp da ne diğer gök cisimleri ne de birbirleriyle çarpışmak/birleşmek gibi bir ihtimalleri bulunmamaktadır. İşte Yâsîn 36/40. âyeti bu gerçeği bize şöyle anlatır: “Ne Güneş Ay’a erişebilir, ne de gece gündüzü yok edebilir, çünkü hepsi uzayda [yasalarımız doğrultusunda] hareket ederler.1

Klasik/bilimsel tefsir yorumları Güneş’in seyrinin/dönüşünün Ay’dan daha yavaş olmasından dolayı Güneş’in Ay’a erişemeyeceğini/yetişemeyeceğini söylerler ve bu yavaş hareketin yeryüzü canlılarının hayatı için bir rahmet/hizmet olduğunu ilâve ederler.2 Âyetin devamındaki “Ne de gece gündüzü geçebilir” ifâdesi için de gündüzün Güneş’i, gecenin de Ay’ı temsil etmesinden yola çıkarak, Ay’ın gücü ve etkisinin Güneş’in gücü ve etkisine baskın/üstün gelemeyeceği yorumunu yaparlar. Fakat bütün bu yorumların/tefsirlerin yanında kanaatimce âyette kullanılan ve üzerinde fazla durulmayan bir kelime var ki, bu âyeti daha farklı bir şekilde anlamamız noktasında bize önemli bir kapı açabilir. Daha sonra anlamını açmak üzere şimdilik bu kelimenin “idrâk” kelimesi olduğunu söyleyerek konuyu kapatalım.

Âyetin son kısmında Güneş ve Ay’ın kendi feleklerinde/yörüngelerinde dönmesinin –üstelik çoğul olarak- “yesbehûn” yani “tesbîh ederler” fiiliyle anlatılması da çok anlamlıdır. Bu tesbîh faaliyeti Kur’ân’ın eşsiz üslûbuyla sadece Güneş’i ve Ay’ı değil tüm varlığı kuşatmaktadır: “Yedi gök ile yer ve onların içinde yer alan her şey O’nun sınırsız kudret ve yüceliğini anmaktadır; O’nun yüceliğini, aşkınlığını övgüyle yankılamayan bir tek nesne yoktur; ne var ki siz onların yücelemelerini anlayamıyor, kavrayamıyorsunuz! Yine de, hem çok bağışlayıcı, hem de halim olan O´dur!”3

Tesbîh sözünün kökü olan “sebh”, suda veya havada süratli bir şekilde yol almak, yüzmek anlamındadır. Varlık ve oluşu bir tesbîh –Yaratıcı’nın cezbesiyle sürekli yüzüş hâli– faaliyeti olarak gören Kur’ân: “Her şeyin bir yüzüş hâlinde olduğunu” söyler. Tesbîhin bir başka anlamı da “Allāh’ı noksan sıfatlarından arıtmak” demektir. Anlaşılıyor ki –insanın dışında– bütün varlıklar Allāh’ın ezelde kendi fıtratlarına koyduğu yol/yörünge üzerinde değişmez, sapmaz, şaşmaz yolculuklarını yapmakta, yürüyüşlerini gerçekleştirmektedirler. Varlıkların bu tavrı/tesbîhi aynı zamanda “imkânlar arasından seçme/tercih yapamadıklarından” kendilerinin mecbûrî duâsı/zikri olmaktadır. Daha genel bir deyişle yaratılmış tüm varlıklar bu davranışlarıyla “ister istemez” Yaratıcı’ya kulluk/ibâdet etmektedirler. Bu gerçek Kur’ân’da şöyle dile getirilir: “…(Allāh) göklere ve yere ikiniz de, ister istemez geliniz buyurdu. Onlar da isteye isteye geldik dediler.4

Her varlık gibi Güneş ve Ay’ın yaratılışı da ilâhî/küllî planla uyumlu olarak belli bir amaca hizmet etmek içindir. Evrende hiçbir şey “tesadüfî” değildir ve soyut ya da somut her şey bir anlama/amaca dayanmaktadır: “Güneşi parlak bir ışık [kaynağı] ve ayı aydınlık kılan ve yılların sayısını bilesiniz, [zamanı] ölçebilesiniz diye ona evreler koyan O’dur. Bunların hiçbirini Allāh bir anlam ve amaçtan yoksun yaratmış değildir…”5 Âyette dikkat çekici bir özellik de Güneş’in ışığından bahsederken “ziyâ”, Ay’ın ışığından bahsederken ise “nûr” kelimelerinin geçmesidir.6 Ziyâ; asıl/kaynak/öz ışık demektir ve “kendi gücüyle var olan ışığa” işârettir. Nûr ise eğreti/geçici ışıktır ve “başka bir şeyin varlığıyla kāim olan” ışığı anlatır. Aynı zamanda bu hikmetli ayrım, Ay’daki yansıyan ışığın ayın kendisine ait değil Güneş’e ait olduğunun da bir ifâdesidir. Belki de bu nedenle olacak ki âyette “Güneş’in Ay’a yetişmesi gerekmez” denmiştir. Çünkü zaten ışığı fizikî bir yakınlığa ihtiyaç duymadan Ay’a yetişmiş, orada kendini göstermiştir. Allāh, sıfatlarını verse de Allāh’lığını kimseye vermez.

İrfânî dilde Güneş, Allāh’ın insâna üflemiş olduğu Rûh’un remzidir.7 Ay ise bu ilâhî emâneti taşıyan insana, daha özel deyişle Allāh’ın tecellîgâhı olan insanın kalbine/gönlüne işârettir. Çünkü kalp de kelime anlamından yola çıkarsak Ay gibi halden hâle, menzilden menzile geçen bir mânevî merkezdir. Başka bir yaklaşım ise Güneş’in Allāh’ın Nûr-i Zât’ını, Ay’ın ise Allāh’ın sıfatlarını sembolize ettiğidir. Aynı zamanda Ay, Hz. Peygamber’i de remzetmektedir. Nasıl Ay, bakmaya güç yetiremeyeceğimiz Güneş’in ışığını bizim rahatlıkla seyredebileceğimiz tahammül seviyemize/zevkimize indiriyorsa, Hz. Peygamber de Allāh’ın en mükemmel bir tecellîgâhı olarak Allāh’ın sıfatlarını kendisinde kâmil anlamda müşâhede edebileceğimiz bir aynadır. Şimdi yazımızın başında kapattığımız “idrâk” konusunu bu bilgiler doğrultusunda tekrar açarsak şöyle bir yorum yapmamız da mümkündür: “Zât’ın sıfatı idrâk etmesine gerek yoktur. Asıl olan sıfatın Zât’ı idrâk etmesi, kendisindeki emânet ışığın aslî sâhibini unutmamasıdır.

Âyete getirilebilecek bir başka yaklaşım da şudur. Kur’ân’da “Rûh” teriminin bir anlamı da “ilhâm/esin” ve özellikle de “vahy”dir.8 Vahy, tıpkı Güneş gibi bilgisizken ölü [gibi] olan kalbe/Ay’a hayat vermektedir ve Rûh’un bedendeki işlevi neyse din konusunda da vahyin işlevi odur.9 Öyleyse Güneş’in –insanın özüne yerleştirilen– Kur’ân’ı remzettiğini söylemek isâbetsiz olmayacaktır. Kalbe yansıyan/inzâl olan bu Güneş’in/Vahy’in, kalpten dile/nûra dönüşmesi/tenzîli de Furkān’ı ortaya çıkarmaktadır. Bu nedenle Kalb’e/Ay’a düşen vahyin bu ışığına sâhip çıkmak, onu tam yansıtacak bir idrâkin çabasında olmaktır. Çünkü nefsin karanlığının/zulmetinin gündüze/nûra dönmesi bu idrâkle gerçekleşecektir. Ancak bu dönüşümü kendi yörüngelerinde/feleklerinde/varlıklarında gerçekleştirenler ilâhî zikre katılmış ve Allāh’ı tesbîh etmiş olurlar.

Necmettin Şahinler

Yazarın Atan Kalpten Bilen Kalbe (İnsan Yayınları, 2015) adlı kitabından alınmıştır.

  1. Yâsîn 36/40: “Leş şemsu yenbegî lehâ en tudrikel kamere ve lel leylu sâbikun nehâr(nehâri), ve kullun fî felekin yesbehûn(yesbehûne).” ↩︎
  2. Yûnus 10/67; Neml 27/86. ↩︎
  3. İsrâ 17/44: “Tusebbihu lehus semâvâtus seb’u vel ardu ve men fîhinn(fîhinne), ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî ve lâkin lâ tefkahûne tesbîhahum, innehu kâne halîmen gafûrâ(gafûren).” ↩︎
  4. Fussilet 41/11: “Summestevâ iles semâi ve hiye duhânun fe kâle lehâ ve lil ardı’tiyâ tav’an ev kerhâ(kerhen), kâletâ eteynâ tâiîn(tâiîne).” ↩︎
  5. Yûnus 10/5: “Huvellezî cealeş şemse dıyâen vel kamere nûren ve kadderehu menâzile li ta´lemû adedes sinîne vel hisâb(hisâbe), mâ halakallâhu zâlike illâ bil hakk(hakkı), yufassılul âyâti li kavmin ya´lemûn(ya´lemûne).” ↩︎
  6. Yûnus 10/5; Furkān 25/61. ↩︎
  7. Yâsîn 36/40. Âyette olumsuzluk edatının fiilin değil ismin başına konulmuş olması, Güneş’in Allāh’ın emrine boyun eğdiğinin delilidir. ↩︎
  8. Nahl 16/2; Kadr 97/4. ↩︎
  9. Şûrâ 42/52. ↩︎

Paylaş

PAYLAŞ

E-bülten aboneliği