Hamd-ü şükran eyledi zâtın gören vechimde;
Nefsin temâşâ eden ikrâh etti o demde!1
Hamd ve şükür Kur’ân’ın en önemli kavramlarından ikisidir. Belki müfessirlerin ve dil bilimcilerinin genel kanaatlerine göre hamd, en geniş anlamda şükürdür, ama yine de şükretmekten farkı, hamdin “dille” yapılmasıdır.2 Şükür ise hem dille, hem de hareket ve davranışlarla ifâde edilebilen bir yüceltme yoludur. Kur’ân’da Hamd kavramı yaklaşık elliye yakın âyette geçmektedir. Bütün bu âyetlerin ortak tek noktası vardır. O da: “Hamdin, sadece Allāh’a özgü kılınmış” olduğudur. Bir anlamda hamd, Allāh’ın dışında hiçbir şahıs ve kudrete yöneltilemeyecek bir şükür türüdür. “Hamd, nîmetleri sınırsız ve sonsuz olan kudrete yapılır ki, o da Allāh’tır.” Hamd, kişisel ve basit menfaatler karşılığı ifâde edilen bir övme değildir. Evrensel ve küllî değerlere duyulan hayranlığın bir ifâdesidir ki, kişisel yararlarımıza ters düşen durumlarda da dile getirilebilir. Hamd, bir kudretin nîmet ve güzelliğin kaynağı ve sâhibi olduğunu bilmemiz durumunda, nîmet ve güzellik fiilen bize ulaşmasa da her hâl ve şartta yapılmalıdır.3
Bütün bir sûre olarak ilk nâzil olan Fâtiha sûresi’nin başlangıç âyetinin “el-Hamdü Lillāhi Rabbi’l-Âlemîn” oluşu da bu gerçeği vurgulamaktadır.4 Burada “Ben” ve “biz” yerine “Hamd, Allāh’a özgüdür” şeklinde evrensel değerde bir ifâde kullanılmıştır. Böylece hamd, insanların sübjektif tespit ve bağlarından kurtarılmış, yalnızca Yaratıcı Kudret’in bir hakkı olarak sunulmuştur. Bunun anlamı şudur: “Hamd, ölümlü varlık olan insanın istek ve irâdesiyle kayıtlı değildir. Hamd, insanlar yapsa da, yapmasa da ve insanların hamdlerinden önce de sonra da Allāh’a mahsustur.” Bu Kur’ân’da şöyle verilir: “İşte, O Allāh’tır. O’ndan başka ilâh yoktur. Hamd, önünde de (dünyâda da) sonunda da (âhirette de) O’nundur. Nihâî hüküm O’nundur; çünkü O’na döndürüleceksiniz.”5 Ve bir başka gerçek daha vardır: “Hamd, yalnız insanlık dünyâsından değil, bütün varlıklardan Yaratıcı’ya yükselmektedir.” Rûm 30/18. âyette bu şöyle açıklanır: “Göklerde ve yerde, hamd O’na mahsustur.”6
İrfânî bir dille söylersek, “Her şey O’nu tesbih etmekte ve her şey O’nun esmâsının açığa çıkması içindir.7 Bütün varlıklar ve oluş, Yaratıcı Kudret’e bir hamd seyri içinde olmakla birlikte, en mükemmel hamd, en mükemmel varlık olan insanda zuhûr eder. Böyle olunca, insanların en seçkinleri olan nebîlerin hamdleri en ileri hamd kategorisini oluşturur. Bu anlamda hamd, en büyük zikir ve duâdır. Kur’ân, Allāh’a inananların “son söz ve isteklerinin âlemlerin Rabbi olan Allāh’a hamd etmek olduğunu” söyler.8 “Allāh’a hamdolsun” demek, “bütün güzellikler ve nîmetler ondandır” demektir. Aynı zamanda Hamd, ilâhî kemâlin izhârıdır. Bu ilâhî kemâli en ileri derecede ve mükemmel izhâr ettiği için de Hz. Muhammed (sav) “Makām-ı Mahmûd”un9 yâni hamdin gerçek anlamının dayanağı olan “övülen/yüceltilen/mutlāk yakınlık” makāmının sâhibidir.10 Bu makamdan beslenenler yeryüzünde Allāh’ın bir rahmet ve merhamet eli olarak devrededirler. Ve onlar Kıyâmet Günü’nde de “Livâü’l-Hamd”11 sancağının gölgesinde bulunacaklardır. Esmâü’l-Hüsnâ içerisinde yer alan isimlerden biri de “el-Hamîd” ismidir. Bu isim, “Hamdi yalnızca Kendi’ne mahsus kılmış olan” anlamına gelmektedir.
Hamd’in bir anlamı da “Allāh’ın kadrini bilmek/Allāh’ı tanımak” ve bu bilişin hakkını vermektir. Ama ne var ki, bu idrâke/mârifete erişmek kolay olmadığı gibi erişenlerin sayısı da fazla değildir. Allāh, kendisi hakkındaki bu gerçekliği Kur’ân’da şöyle verir: “Onlar, Allāh’ın kadrini hakkıyla bilemediler. Hiç şüphesiz Allāh, çok güçlüdür, gâliptir.”12 Kısaca hamd, Allāh’ın Ulûhiyet, sonsuz saltanat ve kudretinin karşısında kulun acziyetinin, teslimiyetinin ve hiçliğinin idrâkidir. Ganiyy-i Muhtefi bir nefesinde bu hâli “en yüksek bir rütbe” olarak niteleyerek şöyle söyler: “Rütbe-i ûlâ13 ancak kulluğun idrâkidir! /Hiç’liğin idrâk eden, uşşâkın14 tiryâkidir.15” Yine bir başka nefeste de hiçliğin hakîkatini çok açık vurgular: “Hiçliğim de hamdım da müsellemdir16 Tekbîr’de! / İdrâk et mürîd! Fakîr, Kenz-i Mahfî’17de hiçim!” Bu noktada Hz. Peygamber’in şu duâsı da çok anlamlıdır: “Allāh’ım! Azâbından affına, gazabından rızâna sığınır, senden yine sana ilticâ ederim. Sana gereği gibi hamdetmekten âcizim. Sen seni senâ ettiğin gibi yücesin.”18
Şükür’e gelince, bu kavram Kur’ân’da Allāh’a îmanın belirişlerinden biri olarak gösterilir. Kur’ân terminolojisinde şükrün karşıtı küfürdür ki, nîmeti örtmek, unutmak ve görmezlikten gelmektir. Allāh, insanlardan kendisini anmalarını ve verdiği nîmetlere de şükretmelerini istemektedir: “Öyleyse Beni anın ki Ben de sizi anayım; Bana şükredin ve Beni inkâr etmeyin”19 Bu eylemin karşılığında ise görülüyor ki “Allāh tarafından anılmak” ve “nîmetlerin artışı” vardır.
Kur’ân, Allāh’ın sayısız nîmetlerini kullanan insanın bu nîmetlerin sâhibini düşünmesini ve hizmetine sunulan nîmetlerden duyduğu mutluluğu bir takım davranışlarla ortaya koymasını şükür ve şükretmek olarak anıyor. Ama şu bir gerçek ki, insan bu eylemi yerine getirdiğinde yine “kendisi için” şükretmiş olacaktır. Çünkü Allāh’ın insanların şükrüne ihtiyacı yoktur.20 Lokman 31/12. âyette bu gerçek şöyle açıklanır: Biz, Lokman’a şu hikmeti bağışladık: “Allāh’a şükret; çünkü [O’na] şükreden kendi iyiliği için şükretmiş olur; nankörlük etmeyi tercih eden ise [bilsin ki], Allāh, kesinlikle hiçbir şeye muhtaç değildir ve her zaman hamde lâyıktır.”21
İster maddî olsun isterse mânevî, insana ulaşan her nîmet karşılığında mutlaka bir şükür vardır. “Rabbinizin size bahşettiği rızıktan yiyin ve O’na şükredin”22 âyeti maddî rızka, “(bütün) bunlardan sonra, belki şükredenlerden olursunuz diye bu günahınızı affettiğimiz günleri (hatırlayın)”23 âyeti de mânevî rızka örnek verilebilir. Allāh’ın güzel isimlerinden biri de “Şekûr”dur ve bu isim “emirlerine itaat edenleri kat kat ödüllendiren” anlamına gelmektedir. Şükrün bir anlamı da, insanın “başkalarına verilmemiş” sayısız nîmetin içinde yüzdüğünü “fark” etmesidir. Bunun daha da ileri boyutu ise insanın “kendinde açığa çıkanı/kendine verilmiş olanı” değerlendirmesidir. Değerlendirilmeyen şeyin elbette ki şükrü de olmaz. İnsanın, kendi kadrini bilmesi de bir şükürdür. İrfânî anlamda şükür, nîmetin Hakk’a âidiyetinin dile getirilişidir. Bu nedenle Hz. Peygamber: “İnsanlara şükretmeyen Hakk’a şükretmiş olmaz” demiştir.24 Şükür, nîmeti vereni görmektir.
Kur’ân’da yer alan “Şükrederseniz size azâb dokunmaz”25, “Şükrederseniz sizi mükâfatlandırırım”26, “Şükrederseniz üzerinizdeki nîmetimi arttırırım”27 âyetlerine rağmen üzücü ama değişmez bir gerçektir ki Allāh, kullarının “az şükrettiğinden” şikâyetçidir. Ve bunu şu âyetlerle açıkça ortaya koyar: “Kullarımdan şükredenler azdır.”28 “Ne kadar da az şükrediyorsunuz?”29 “Fakat onların çoğu şükretmez.”30 Bu şükürsüzlüğün de tek bir nedeni vardır. O da Allāh’ın şükrün karşıtı olarak ortaya koyduğu “Nankör”lüktür. Nankör, Farsça’da “ekmek” anlamındaki “nân” ile “görmeyen/kör” mânâsındaki “kûr” kelimelerinden oluşan ve “yediği ekmeğin, gördüğü iyiliğin kıymetini bilmeyen, nîmeti inkâr eden” anlamına gelen “nankûr”den türetilmiştir. Bu kelimenin Arapça karşılığı “Bir şeyi örtmek, nîmeti inkâr etmek” mânâsındaki “küfrân” terimidir.31 Şükredenin, elindeki nîmet artar; nankörlük eden, zâten elindekini terkeder! Hiç bir değer yerde kalmaz; elbet değerlendirecek olanını bulur! Bu durumda yapılacak en güzel şey, insânın içine dönüp şu soruyu kendisine sormasıdır. “Şükredenlerden miyim, yoksa nankörlerden miyim?”
Arapça sözlüklerde şükür; “hayvanın yediği besini, verdiği süt ve semizliği ile belli etmesi” demektir.32 Sözcüğün bu lügat anlamı biraz daha açılacak olursa “şükür”, “beslenen hayvanın, yediklerinin karşılığını maddeten vermesi” olarak, yâni “bir tavuğun yumurta vermesi, bir ineğin süt vermesi, bir koyunun yün vermesi ve her üçünün de et verecek şekilde semirmesi” olarak tanımlanabilir. Şimdi bu tanımın ışığında düşündüğümüzde din terminolojisi açısından “şükür”, “insanların Allāh’ın kendilerine verdiği nîmetlere karşı nîmetin karşılığını Allāh’a vermeleri” demektir. Hz. Peygamber’in: “Şüphesiz Allāh, kuluna verdiği nîmetin eserini kulun üzerinde görmek ister.”33 sözü bu gerçeğin bir uzantısıdır.
Şimdi insan şükrünü nasıl yerine getirecektir? Şükrün Kur’ân’a dayalı yapısından yola çıkan müfessirler, bunun üç yolla yerine getirilebileceğini söylerler: “Düşünce yolu, dil yolu, aksiyon yolu.” Bunlardan ilki nîmetlerin sâhibi olan Allāh’ı düşünmek, ikincisi Allāh’ı dil ile anmak, üçüncüsü de nîmetlerin sâhibi olan Allāh’ın kullarını o nîmetlerden yararlandırmaktır. Şüphesiz bunlardan sonuncusu şükrün ideal olanıdır. Şükrün aksiyon ve hizmet sergilemek olduğunu en çarpıcı biçimde ortaya koyan âyet Sebe sûresi’nin 13. âyetidir. “Ey Dâvud ailesi, şükür olarak/için amel edin/sergileyin.”34
Âyetten anlaşılıyor ki şükür, bir söz ve düşünce olmaktan çok bir fiildir. Yâni eylemde bulunmak ve nîmetleri yerli yerinde, gereği gibi kullanmaktır. Hz. Peygamber’in bu gerçeği destekleyen çok anlamlı bir sözü vardır. Bir gün Hz. Âişe: “Ya Resûlullah! Bütün gece teheccüd kılıyorsun. Ayaklarına kan iniyor. Ayakların şişiyor. Niye, buna ihtiyacın mı var?” diye sorduğunda, ona şöyle söylemiştir: “Allāh’a şükreden bir kul olmayayım mı?” Dikkat edilirse Hz. Peygamber burada “Allāh’a şükreden bir kul” olmayı kendi ibâdetinin karşılığında kullanmıştır. Bunun daha öz anlamı şudur: “ Ey Âişe! Ben kulluğumdan mı vazgeçeyim?” veyâ başka bir deyişle: “Verilmiş bulunan nîmeti değerlendiren kul olmayayım mı?”35 Demek ki şükrün bir tanımı da verilen bir nîmetin değerlendirilmesi karşılığındaki “kulluk”tur. Kısaca şükür, “idrâk edilenin fiile dönüştürülmesidir.”
Bu düşünceyi daha da genişleten âyetlerden biri de Duhâ 93/11. âyetir: “Ve Rabbinin nîmetini tahdîs et.”36 Buradaki “tahdîs etmek”, “dile getirmek, anlatmak, şükretmek, öğretmek, nübüvvet ve risâletle ihbâr etmek” anlamlarına gelmektedir. İslâm ahlâkında bu “tahdîs-i nîmet”37 olarak nitelendirilmektedir. Bu da sâhip olduğumuz nîmetlerden başkalarına da sunmamızı gerektiren bir ifâdedir. Fiil/eylem/kulluk olmaksızın, verilen zâhirî ve bâtınî nîmetlerin şükrü edâ edilmiş olmaz. Fiil/eylem ise insanın kendini ve âlemi okuyabildiği doğrultuda yaşamasıdır. Elmalılı bu âyeti tefsir ederken şu ifâdeleri kullanmıştır: “Sadece lafını ederek ve gösteriş yaparak mağrurlanmak için değil, hakkını takdir, şükrünü ifa etmek için eserini (izini) gösterecek, başkalarını da istifâde ettirecek vechile söz ve eylem ile anlat. Böyle tahdîs ile Rabbinin büyüklüğünü âleme tanıt.” Ama insanın ezelî düşmanı olan şeytan, daha işin başında insanı bu noktada nasıl aldatacağını Allāh’a şöyle itiraf etmektedir: “Ve hem açıktan açığa, hem de akılların ermediği yol ve yöntemlerle, sağlarından sollarından sokulacağım onlara: Ve sen onların çoğunu şükredenlerden bulamayacaksın.”38
Başlığı “Hamd Zât’adır, Şükür Sıfat’a” olarak atmıştık. Allāh Zât’ı ile gizlidir, ama isim ve sıfatları ile zâhirdir. Bizler Allāh’ın zâtını tefekkür edemeyiz. Bu konudaki ölçü Hz. Peygamber tarafından bize şöyle verilmiştir: “Allāh’ın zâtını tefekkür etmeyin/düşünmeyin. O’nun nîmetlerini ve yarattığı varlıkları düşünün. Çünkü siz Allāh’ın zâtını düşünmeye güç yetiremezsiniz.”39 Ve Allāh, ulûhiyetini yâni Allāhlığını kimseye vermez. Verdiği sadece isim ve sıfatlarıdır. Bütün bu âlemde görünenler ise Allāh’ın isim ve sıfatlarının birer tecellîsidir. Düşünüldüğünde Allāh’ın insana verdiği en büyük nîmet, onu diğer canlılara göre “Eşrefü’l-Mahlûkat” yâni yaratılmışların en şereflisi olarak yaratmasıdır. Bunun irfânî dildeki anlamı, insanın Allāh’ın sıfatlarını göstermede “âlemin cilası” seçilerek kâmil bir ayna olmasıdır. Bu nedenle Allāh’ın zâtına yalnızca hamdederiz. Çünkü O, “Kayyûm40 ve Hayy41”dır. O’nun sıfatlarına ise şükrederiz. Bunu da üzerimizde nîmetini tamamlasın/arttırsın, yâni “bizi kendine tam ayna kılsın” diye yaparız. O’nun ahlâkıyla ahlâklanmayı, O’nun sıfatlarını izhâr etmeyi niyâz ederiz böylece. Bu niyâzı bize öğreten de Allāh’ın kendisidir zâten.42 Allāh Zât’ıyla âlemlerden “Ganiyy”43dir. Ama isim ve sıfatları ile dâimâ “merbûb”44 ister. İşte şükrün bir anlamı da Allāh’a hakkıyla “merbûb” olmaktır.
Anlaşıldı ki, insan önce en güzel bir biçimde hamd eden yâni “Ahmed” olacaktır. Sonra şükrederek üzerindeki nîmeti/sıfatları arttırıp “Muhammed” yâni hamd edilen bir varlığa dönüşecektir. Böylece onun için “Makām-ı Mahmûd”un yolu açılacaktır. Ama şu da bir geçektir ki, insan hangi makama ulaşırsa ulaşsın, bu nasibin arkasında yalnızca Allāh’ın lûtuf ve keremi vardır. Belki bunu hissettiğinden Hz. Dâvud bir duâsında Allāh’a şöyle seslenmiştir: “İlâhî, Sana nasıl şükredeyim ki, şükretmek de Senin bir nîmetindir.” Bunu söylediğinde Allāh’tan kendisine şöyle bir vahy gelmiştir: “İşte şimdi şükrettin.”
Son söz: “Hamdimiz hamde, şükrümüz de şükre muhtaçtır.”
Necmettin Şahinler
Yazarın Şehrin Öbür Ucundan Koşarak Gelen Adam, (İnsan Yayınları, 2009) adlı kitabından alınmıştır.
- Ganiyy-i Muhtefî, Nefesler. ↩︎
- Zemahşerî. ↩︎
- “Elhamdülillāhi alâ külli hâl” ifâdesi bu idrâkin bir yansıması olarak dilimizin çok alışkın olduğu bir zikirdir. ↩︎
- Kur’ân’da beş sûre böyle bir ifâde ile başlamaktadır. (1/Fâtiha, 6/En’âm, 18/Kehf, 34/Sebe ve 35/Fâtır) ↩︎
- Kasas 28/70: “Ve huvallâhu lâ ilâhe illâ huve, lehul hamdu fîl ûlâ vel âhırati ve lehul hukmu ve ileyhi turceûn(turceûne).” ↩︎
- Rûm 30/18: “Ve lehul hamdu fîs semâvâti vel ardı ve aşiyyen ve hîne tuzhırûn(tuzhırûne).” ↩︎
- “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki, siz onların tesbihini anlayamazsınız. O, halîmdir ve bağışlayıcıdır.” (İsrâ 17/44) ↩︎
- Yûnus 10/10: “Da’vâhum fîhâ subhânekellâhumme ve tehiyyetuhum fîhâ selâm(selâmun), ve âhıru da’vâhum enil hamdulillâhi rabbil âlemîn(âlemîne).” ↩︎
- Makām-ı Mahmûd’un ne anlama geldiği konusunda müfessirler birçok yorumlar yapmışlardır. Bütün bu yorumların kesiştiği ortak bir nokta “Makām-ı Mahmûd’un, Muhammedî şefkatin ve şefâatin adı” olduğu gerçeğidir. Hz. Peygamber’in, mahşer gibi bir günde, herkesin kendini kurtarmaktan öte hiçbir şey düşünemeyeceği bir günde “Ümmetim, ümmetim” diye yakarması, yalnız Muhammedî şefkatin bir tecellîsi olabilir ki, bu rahmet makāmına “Makām-ı Mahmûd” (övülen, yüceltilen makām) denmiştir. ↩︎
- Peygamberimiz’in “Muhammed” ve “Ahmed” isimleri de “Hamd” kökünden türetilmiştir. ↩︎
- Hamd veyâ övgü sancağı. ↩︎
- Hacc 22/74: “Mâ kaderûllâhe hakka kadrih(kadrihî), innallâhe le kaviyyun azîz(azîzun).” ↩︎
- İlk rütbe. Mülkiyede bir paye. ↩︎
- Âşıklar. ↩︎
- Panzehir. ↩︎
- Doğruluğu, gerçekliği herkesçe kabul edilmiş olan. ↩︎
- Arapçada gizli hazîne demektir. Mutlak Gayb’da gizlenmiş bulunan Ahadiyyet mertebesindeki Cenâb-ı Hakk’ın hâlini ifâde etmek için kullanılır. Bu, bilinmesi mümkün olmayan gizlilerin gizlisi, başka bir deyişle “bilinmeyenlerin en bilinmeyeni“dir. “Gizli bir hazîne idim. Bilinmek istedim…” kudsî hadîsi ile, bu husûsa işâret vardır. Bizâtihî Varlık asla dinî îmanın konusu olamaz ve lâtaayyün (belirsizlik) mertebesindeki Hakk beşerin lisânına asla sığmaz. Zât-ı İlâhî’nin kendisi ebediyyen “gizli bir hazîne” olarak kalacaktır. ↩︎
- et-Tergîb, II, 119, 120. ↩︎
- Bakara 2/152: “Fezkurûnî ezkurkum veşkurû lî ve lâ tekfurûn(tekfurûni).” ↩︎
- Küfran ve nankörlük edenin bu yaptığı yalnızca kendisine zarar verir. Allāh bundan hiçbir şey kaybedecek değildir. O müstağnîdir, herhangi birinin şükrüne muhtaç değildir. Herhangi birinin şükrü de O’nun ilâhlığına hiçbir şey eklemez; aynı şekilde herhangi birinin nankörlük ve küfrânı, kulları her neye sâhipse Allāh tarafından verildiği gerçeğinde hiçbir değişiklik yapmaz. Birileri O’nu övsün veyâ övmesin O bizzât övgüye lâyıktır. Âlemde her zerre O’nun Kemâl ve Hüsnüne, Yaratıcılık ve Rızk vericiliğine şehâdet eder; her mahlûk O’nun bu sürekli rahmetine hamd eder. ↩︎
- Lokman 31/12: “Ve lekad âteynâ lukmânel hikmete enişkur lillâh(lillâhi), ve men yeşkur fe innemâ yeşkuru li nefsih(nefsihî), ve men kefere fe innellâhe ganiyyun hamîd(hamîdun).” ↩︎
- Sebe 34/15: “Lekad kâne li sebein fî meskenihim âyeh(âyetun), cennetâni an yemînin ve şimâl(şimâlin), kulû min rızkı rabbikum veşkurû leh(lehu), beldetun tayyibetun ve rabbun gafûr(gafûrun).” ↩︎
- Bakara 2/52: “Summe afevnâ ankum min ba’di zâlike leallekum teşkurûn(teşkurûne).” ↩︎
- Allāh’ın kendi yanında şükretmemizi istediği iki kutsal varlık da anne ve babadır. Lokmân Sûresi’nin 14. âyetinde şöyle denilmektedir: “Bana ve anne-babana şükret.” ↩︎
- Nisâ 4/147: “Mâ yef’alullâhu bi azâbikum in şekertum ve âmentum ve kânallâhu şâkiran alîmâ(alîmen).” ↩︎
- Âl-i İmrân 3/144-145: “Ve mâ muhammedun illâ resûl(resûlun), kad halet min kablihir rusûl(rusûlu), e fein mâte ev kutilenkalebtum alâ a’kâbikum, ve men yenkalib alâ akıbeyhi fe len yadurrallâhe şey’â(şey’en), ve se yeczîllâhuş şâkirîn(şâkirîne). Ve mâ kâne li nefsin en temûte illâ bi iznillâhi kitâben mueccelâ(mueccelen), ve men yurid sevâbed dunyâ nu’tihî minhâ, ve men yurid sevâbel âhirati nu’tihî minhâ, ve se neczîş şâkirîn(şâkirîne).” ↩︎
- İbrâhîm 14/7: “Ve iz te’ezzene rabbukum le in şekertum le ezîdennekum ve le in kefertum inne azâbî le şedîd(şedîdun).” ↩︎
- Sebe 34/13: “Ya’melûne lehu mâ yeşâu min mehârîbe ve temâsîle ve cifânin kel cevâbi ve kudûrin râsiyât(râsiyâtin), i’melû âle dâvûde şukrâ(şukren), ve kalîlun min ibâdiyeş şekûr(şekûru).” ↩︎
- A’râf 7/10: “Ve lekad mekkennâkum fîl ardı ve cealnâ lekum fîhâ maâyiş’(maâyişe), kalîlen mâ teşkurûn(teşkurûne).”
Mü’minûn 23/78: “Ve huvellezî enşee lekumus sem’a vel ebsâra vel ef’ideh(ef’idete), kalîlen mâ teşkurûn(teşkurûne).”
Mülk 67/23: “Kul huvellezî enşeekum ve ceale lekumus sem’a vel ebsâre vel ef’ideh(ef’idete), kalîlen mâ teşkurûn(teşkurûne).” ↩︎ - Neml 27/73: “Ve inne rabbeke le zû fadlın alen nâsi ve lâkinne ekserehum lâ yeşkurûn(yeşkurûne).” ↩︎
- “Küfr” kökü biri îmanın karşıtı olan “küfür” (Hakk’ı inkâr), diğeri şükrün karşıtı olan “küfrân” (nankörlük) olmak üzere iki farklı anlam taşır. Küfür, vereni inkâr etmektir! Aldığını değerlendirmemektir! Verilende, vereni görememek yüzünden, verenden perdelenmiş olmaktır! ↩︎
- Lisânü’l-Arab, V, 163–165 ve Tâcü’l-Arus, VII, 48–51. ↩︎
- Tirmizî, Abdullah b. Ömer’den naklen. ↩︎
- Sebe 34/13: “Ya’melûne lehu mâ yeşâu min mehârîbe ve temâsîle ve cifânin kel cevâbi ve kudûrin râsiyât(râsiyâtin), i’melû âle dâvûde şukrâ(şukren), ve kalîlun min ibâdiyeş şekûr(şekûru).” ↩︎
- Şükrün en güzeli Yaratıcı’ya, cennet umudu ve cehennem korkusundan değil, sırf ibâdete O’dan başka lâyık varlık olmaması dolayısıyla kulluk etmektir. ↩︎
- Duhâ 93/11: “Ve emmâ bi ni’meti rabbike fe haddis.” ↩︎
- Sâhip olunan nîmetlerden, Allāh’ın istediği şekilde yararlanma ve yararlandırmadır. Tahdîs-i nîmet hem nîmetleri arttırır ve bereketlendirir, hem de gönül kazandırır. ↩︎
- A’râf 7/17: “Summe le âtiyennehum min beyni eydîhim ve min halfihim ve an eymânihim ve an şemâilihim, ve lâ tecidu ekserehum şâkirîn(şâkirîne).” ↩︎
- Ebü’ş-Şeyh, Kitâbü’l-Azame; Ebû Nuaym, Hilye; Tabarânî, el-Evsat; Beyhakî, Şuabü’l-Îman; Elbânî, Sahîha. ↩︎
- Varlığı, hiç bir şarta bağlı olmaksızın, bizâtihî kāim olan tek zât. ↩︎
- Şartsız diri olan. Diriliği istediğine veren. ↩︎
- “Ey Rabbim!” dedi, “İçimde öyle düşünceler uyandır ki, bana ve ana-babama bahşettiğin nîmetler için sana hep şükreden biri olayım“ (Neml 27/19)
“Ey Rabbim!” diye yakarır, “Bana ve anne-babama lûtfettiğin nîmetler için ebediyyen şükretmemi ve Senin kabulüne mazhar olacak [şekilde] doğru ve yararlı şeyler yapmamı nasib et; benim soyuma [da] iyilik bağışla. Gerçek şu ki pişmanlık içinde Sana döndüm: elbette ben Sana teslim olanlardanım!” (Ahkâf 46/15) ↩︎ - Hiç bir şeye ihtiyacı olmayan. ↩︎
- Kul. ↩︎