Eşyayı görmek ile “eşyanın ardını görmek” arasında önemli farklar vardır. Tıpkı Hz. Mûsâ ile Hızır’ın arasında vukû bulanlarda olduğu gibi! Biri duvarı görmüş, diğeri duvarın ardını; biri zâhiri görmüş, diğeri bâtını; biri sûreti görmüş, diğeri sîreti; biri şekli görmüş, diğeri özü… İşte Hızır olabilmek, “duvarın ötesini” görebilmek demektir. İlm-i Ledün, “duvarın ötesini görme” ilmidir ve yalnızca İlm-i Ledün sahipleri yıkık duvarın sırladığı hazineyi görebilirler.
Hazinelerin vîrânelerde yani yıkık-dökük, harâbe yerlerde olması bir tesâdüf değildir. Bu tezat sayısız hikmeti içinde taşımakta ve hakîkati arayan insana “görünüşe aldanma” uyarısını sessiz ve sözsüz bir şekilde haykırmaktadır. “Yıkılmışlık perdesi” hazinelerin örtüsüdür ve bu yolla birçok hakîkat, ehli olmayanların gözünden kaçırılmıştır. Hazineler çıkarılmak içindir ve hiçbir hazine sonsuza kadar kapalı kalsın diye gömülmemiştir. Kendini “Ben bir Gizli Hazine idim/Küntü kenzen mahfiyyen” olarak vasıflandıran Cenâb-ı Hak “bilinmeyi istedim” ifadesiyle bu gerçeğe dikkat çekmiştir.
Yeryüzünde Allah’ın nice sırlı “Gayb Erenleri” vardır ki, onlar içlerindeki “Mârifet Hazinesi”ni kendi “harâbât”larında saklamışlardır. Onları görmenin ve bulmanın yolu âleme Hızır’ın gözüyle nazardan geçer. Mevlânâ’nın deyişiyle: “Gözlerim yeterli değil, daha yüzlerce göz bulmalıyım, ödünç almalıyım da seni seyretmeliyim.”
“Harâbât Ehli” varlık duvarlarını yıkmış, nefsânî arzularını imhâ etmiş, Allah’ın kahhâriyet tecellîsi karşısında mahv ve fânî olmuşlardır. Onlar “nişansız bir kul” olarak yokluğu seçmişlerdir ve zâhirde “fakîr”, bâtında ise “Ganiyy”dirler. Onlar gerçek hazineyi Yûnus Emre’nin: “Âlimler, ulemâlar medresede bulduysa/ Ben harâbât içinde buldum ise ne oldu!” deyişiyle kendi beden topraklarında bulmuşlardır.
“Harâbât Ehli” olanlar dış halleri ile kula makbul ve hoş görünmeyi değil, iç âlemleri ile Hakk’a makbul bir hâle gelmeyi isterler. Bu nedenle dışarıdan bakanlar onları hor ve hakîr görebilirler. Belki bu yüzden olacak ki Râğıb Paşa bu yanılgıyı sürdürenleri şu beyitleri ile uyarmak ihtiyacını hissetmiştir:
Harâbât ehlini hor görme zâhid
Hazineye mâlik virâneler var.
Harâbâtı görenler her biri bir hâletin söyler
Safâsın nakleder rindân, zâhid sıkletin söyler.1
Son Peygamber’in “Yetim” oluşu ve Hızır’ın da duvarı onararak yetimlere ait olan hazineyi koruması, irfânî düşüncede şöyle bir yorumun doğmasına sebep olmuştur: Tevhîd mertebelerinde son makâm “Ahadiyyet” makâmıdır ve bu makâm hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de: “Velâ takrebû mâle’l-yetîme” yani “Yetimin malına yaklaşmayınız”2 buyurulmuştur. Burada yetimin hakîkati “Hz. Peygamber”, onun malı/hazinesi ise “Ahadiyyet”tir. İşte “Çağımızın Hızırları”nın görevi de Hz. Peygamber’e ait olan bu “Ahadiyyet Hazinesi”ni korumak, onu ehli olmayanlardan saklamaktır.
Son sözler yine Mevlânâ’dan: “Nerede bir yıkık yer varsa orada bir definenin varlığı umulur. Ne diye mârifet definesini yıkık gönülde aramazsın? Gönül gamla peygamberleşti mi, gönle Cebrâîl iner; düşünce yüzlerce Îsâ’ya gebe kalır Meryem gibi.”3
Necmettin Şahinler
Yazarın Hz. Mûsa ile Yürümek – Bir Çöl Hikâyesi (Hayy Yayınları, 2019) adlı kitabından alınmıştır.