İçsel Bilinç/Farkındalık: Fıtrat

Kur’ân, insanı hem fiziksel hem de mânevî boyutlarıyla ele alırken, onun yaratılışsal özüne dâir derin kavramlar sunar. Bu kavramlardan biri de fıtrattır. Fıtrat, insanın Allah tarafından yaratılırken kendisine yerleştirilen ve doğuştan gelen özü olarak tanımlanır. Modern psikolojide giderek önem kazanan farkındalık kavramı ise bireyin kendi düşüncelerinin, duygularının ve çevresinin bilincinde olması, şu anda olanı yargısız bir şekilde fark edebilmesi anlamına gelir. Fıtrat kelimesi “yarmak, ikiye ayırmak; yaratmak, icat etmek” mânâlarına gelen “fatr” kökünden isim olup “yaratılış, belli yetenek ve yatkınlığa sahip oluş” anlamında kullanılır. İlk yaratılış, bir bakıma mutlak yokluğun yarılarak içinden varlığın çıkması düşüncesi/anlayışı fıtrat kelimesiyle ifâde edilmiştir. Buna göre fıtrat ilk yaratılış anında varlık türlerinin temel yapısını, karakterini ve henüz dış tesirlerden etkilenmemiş olan ilk durumlarını belirtir. Bütün varlığın yaratılışı sırasında Allah’ın türlere kazandırdığı bu temel yapıdan dolayı aynı kökten gelen fâtır kelimesi Kur’ân’da Allah’ın isimlerinden biri olarak zikredilmiştir.1 Aynı zamanda bu demektir ki; Fâtır olan Allah, sürekli oluşta, bir oluşu yararak ondan ikinci bir oluş çıkarmakta ve bu böylece devâm etmektedir. Üstelik bu yaratılış her seferinde yeni ve orijinaldir.2

Kur’ân’da fıtrat kelimesi doğrudan yalnızca bir yerde geçmektedir: “Böylece sen, bâtıl olan her şeyden uzaklaşarak yüzünü kararlı bir şekilde [hak olan] dîne çevir ve Allah’ın insan bünyesine nakşettiği fıtrata uygun davran: [ki] Allah’ın yarattığında bir bozulma ve çürümeye meydan verilmesin: bu, sahih [bir] dîn[in gāyesi]dir; ama çoğu insanlar onu bilmezler.3 Görülüyor ki; âyette geçen “fıtrat” terimi, bu bağlamda insanın doğru ile yanlış, gerçek ile sahte/düzmece arasında ayrım yapabilmesine ve böylece Allah’ın varlığını ve birliğini kavrayabilmesine imkân veren, doğuştan edindiği sezgisel yeteneği ifâde eder. Bu yetenek insanın yaratıcıya yönelme, doğruyu sezme ve anlam arama gibi doğuştan gelen yetilerine işârettir. Aynı zamanda bu özellikler, bireyin doğuştan sâhip olduğu “mânevî farkındalık” kapasitesinin bir göstergesidir. Kur’ân’a göre insan, yaratılışı gereği zâten hakîkate yönelme potansiyeline sâhiptir; bu potansiyel, doğru bir yaşam pratiğiyle canlı tutulur.

Âyette insanın fıtratı ile hak din arasında derin bir bağ kurulmakta ve insanın yaratılış özüne, yâni doğuştan sahip olduğu saf, bozulmamış doğasına dikkat çekilerek bu fıtratın Allah tarafından “dîne uygun” yaratıldığını belirtilmektedir. İnsanın fıtratı; doğruyu yanlıştan ayırma, adâleti sevme, merhametli olma, anlam arayışı içinde olma, aşkın olanı sezebilme gibi eğilimlerle donatılmıştır. Bu yönüyle fıtrat, insanın içsel pusulasıdır. Hak din ise, bu içsel yapıyı bozmadan, hatta onu doğrultarak geliştiren bir hayat sistemidir. Yâni insanın içindeki hakîkat duygusuna karşılık gelen dışsal ve ilâhî bir rehberliktir. Bu da bize, insanın kendi fıtratını fark etmesinin ve din ile o fıtratı uyumlu hâle getirmesinin ya da din aracılığıyla fıtratını yeniden tanımasının en büyük farkındalık olduğunu öğretmektedir. Bu, insanın hem kendisini hem Rabbini tanımasıdır. Kısaca; din ve fıtratın bu şekilde özdeşleşmesi, insanın kendi hakîkatine uyanmasının, en derin, en sahih farkındalık olduğunu gösterir. Bu yüzden de bu âyet, sâdece dîni değil, aynı zamanda insanın varoluşsal uyanışını da târif eden çok güçlü bir bildiridir.

Kur’ân’da insanın fıtratı(nı) unutması veyâ onun üzerine perde çekmesi gafletzulüm veyâ şirk kavramlarıyla ifâde edilir. Bu durumlar da bireyin içsel farkındalığını yitirmesine ve kendi doğasına yabancılaşmasına neden olur: “Onlar, Allah’ı unuttular; Allah da onlara kendilerini unutturdu.4 Bu âyet bize, kendini tanımanın Allah’ı tanımakla ilişkili olduğunu ve bu bilincin/farkındalığın kaybının mânevî bir yıkıma yol açtığını göstermektedir. Çünkü fıtratla bağını koparan insan, hakîkati görme kapasitesini de yitirir.

Sonuç olarak fıtrat, insana doğuştan kazandırılmış bir öz, bir istîdat ve yöneliş olmakla birlikte, bu özün korunması ve canlı tutulması bireyin irâdesine ve yaşam pratiğine bağlıdır. Kur’ân’ın pek çok âyetinde bu özün kararması, örtülmesi ya da saptırılması durumunda insanın hakîkatten uzaklaşacağı vurgulanır. Çünkü fıtrat, sâdece var olmakla değil, aynı zamanda uyanık kalmakla işlevsel hâle gelir. Bu sebeple içsel farkındalık, yalnızca pasif bir bilme hâli değil; aktif bir sorumluluk ve bilinç çabasıdır. Kur’ân, insanın fıtratına dönmesini ve bu saf özü muhâfaza ederek yaşamasını telkin ederken; bu dönüşü mümkün kılacak araçlara da işâret eder. Tefekkürzikirtakvâ gibi kavramlar, insanın fıtratla bağını güçlü tutmasını sağlayan zihinsel ve ruhsal eylemlerdir. Böylece birey hem kendini tanıma yolculuğunda derinleşir hem de fıtratın rehberliğinde Rabbine yaklaşır.

Fıtratla temasta kalmak, yalnızca bireysel bir farkındalık meselesi değil, aynı zamanda ahlâkî bir sorumluluktur. Çünkü fıtrat; adâlet, merhamet, denge, ölçü gibi ahlâkî ilkelerle uyumlu bir yapıdadır. Bu nedenle fıtratına yabancılaşan bir birey, sâdece hakîkatten değil, aynı zamanda insâniyetinden de uzaklaşmış olur. Bu yabancılaşma, zamanla başkasına zulmetmeye, varlığa hoyratça yaklaşmaya ve kendi özünü bile inkâr etmeye varan bir karanlığı doğurabilir. Kur’ân’ın bu durumu zulüm veyâ nankörlük/küfür olarak tanımlaması da fıtratın inkârını, aynı zamanda ahlâkî bir bozulma olarak gördüğünü gösterir. Bu bağlamda, fıtrat yalnızca doğuştan verilen bir potansiyel değil, aynı zamanda sürdürülmesi ve korunması gereken bir emânettir. Bu emânetin bilincinde olmak ise, en derin anlamıyla bir “farkındalık hâli”dir. İnsanın kendi iç doğasına, yaratılışına ve bu yaratılışın gāyesine uygun bir yaşam sürmesi, onu yalnızca hakîkate değil, aynı zamanda huzûra, dengeye ve sahih bir varoluşa da ulaştıracaktır.

Özetle, fıtratla temas hâlinde yaşamak, Kur’ânî anlamda sâdece bir inanç meselesi değil; aynı zamanda bilinçli, dengeli ve sorumlu bir insan olmanın da temînâtıdır. Bu farkındalık hâli, insanı hem yaratıcıyla hem de kendi hakîkatiyle buluşturan bir içsel uyanıştır. Kur’ân’da fıtrata yapılan bu güçlü vurgu, dînin özünü, insanın kendi özüyle buluşturmaktadır. Bu da göstermektedir ki, sahih bir din anlayışı, en temelde kendilik bilincine dayalı bir varoluş duruşudur.Son söz: Belki de insan, hayatta en çok kendine yabancı kaldığında yorulur. Oysa fıtrat, her insanın içine yazılmış ilâhî bir şiir gibidir; sesi bâzen kalbin en sessiz köşesinde yankılanır. Ne zaman ki insan dış seslerin gürültüsünden uzaklaşıp kendi iç âlemine kulak verir, işte o zaman hakîkatin ince sızısı yüreğine dokunur. İçimizdeki bu ilâhî kıvılcımı korumak, onu her gün biraz daha canlandırmak, yaşadığımız her ânı bir uyanışa çevirebilir. Belki de farkındalık, sessizce kendimize döndüğümüz ve özüyle barışan bir insan olarak yeniden var olduğumuz anda saklıdır.

Necmettin Şahinler

Yazarın Kör Nokta (KDY, 2025) adlı kitap çalışmasından alınmıştır.

  1. En‘âm 6/14; Fâtır 35/1; Zümer 39/46. ↩︎
  2. Fâtır 35/1: “Elhamdu lillâhi fâtırıs semâvâti vel ardı câilil melâiketi rusulen ulî ecnihatin mesnâ ve sulâse ve rubâa, yezîdu fîl halkı mâ yeşâu, innallâhe alâ kulli şey’in kadîr.↩︎
  3. Rûm 30/30: “Fe ekim vecheke lid dîni hanîfen, fıtratallâhilletî fataran nâse aleyhâ, lâ tebdîle li halkıllâhi, zâliked dînul kayyimu ve lâkinne ekseran nâsi lâ ya’lemûn.↩︎
  4. Haşr 59/19: “Ve lâ tekûnû kellezîne nesûllâhe fe ensâhum enfusehum…↩︎

Paylaş

PAYLAŞ

E-bülten aboneliği