İdrak, Derûnuna Göçenlerin Kalıcı Bir Yeteneğidir

Ne zaman konu seyr-ü sülûk’tan açılsa üstadımız bize sürekli olarak şu sözü söylerdi: “Evlâdım! Bu yolun başı da idrâktir, ortası da idrâktir ve sonu da idrâktir.” Hattâ son zamanlarında şunu da ilâve etmişti: “Müntehâsı1 da idrâktir.” Seyr-ü Sülûk bilindiği gibi: “Bir tarîkatta mürşîdin rehberliği ve denetimi altında sâliki merhale merhale Hakk’a ulaştırmak için tâkip edilen usûl ve bu usûl dâhilinde sâlikin yaptığı mânevî yolculuğun” adıdır. Seyr-ü Sülûk’un gâyesi özet olarak: 1) zâhiren Cenâb-ı Peygamber Efendimizin ahlâk-ı hamîdesiyle2 ve 2) bâtınen de Cenâb-ı Rabbü’l-Âlemîn’in ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Bu kadar önemli ve hayatî bir yolda idrâk, önce Rabbimiz ile aramızdaki nefisvehim ve hayâl engellerinin teşhisi ile başlar, arkasından bu engellerin mâhiyetlerinin bilinmesiyle devam eder ve daha sonra da Varlığın Birliği’nin (Vahdet-i Vücûd’un) kâmil zevki ile son bulur. Bu noktaya gelen beşerartık reşîd ve hür bir “insân” olmuş, kendindeki Rabbânî Emânet’in sırrını keşfederek Cenâb-ı Rabbü’l-Âlemîn’in Arz’daki Halîfesi kılınmıştır.

İdrâk farkına varma, tanıma, kavrama, tasavvur etme, bilme gibi zihnin çok çeşitli ve karmaşık faaliyetlerini ifâde eden genel bir terimdir. Kelimenin Arapça kökü olan derk, “kavuşmak, yetişmek, olgunlaşmak, nihâî sınırına ulaşmak, bir araya toplamak ve bilmek” gibi mânâlar taşımaktadır. İdrâkin aslı “ilim”dir. İnsânın sistemli düşünebilmesi, analiz yapabilmesi, gördüğünü çözebilmesi, Hakîkat’i bilgi yoluyla teşhis edebilmesi, hatâ ve kusurlarından ders alabilmesi, kemâle doğru isâbetle yürüyebilmesi idrâk kavramı içerisinde değerlendirilebilir. İdrâk, Akl-ı Meâş’ın3 değil, Akl-ı Meâd’in4 bir sonucudur. Aynı zamanda idrâk, “İsim mertebesinde meydana gelmiş bir mânânın, fiil mertebesindeki ifâdesidir.” İnsân, idrâkinin sonucunu yaşar ve idrâk ettiklerini eyleme dönüştürebildiği ölçüde kendisine yeni idrâk kapıları açılır. Hz. Peygamber’in: “Kişi bildikleriyle amel ederse, Allāh onu bilmediklerine vâris5 kılar6 sözü bu konuda önemli bir gerçeğin vurgulanmasıdır.

Kur’ân’da “idrâk” kelimesi fiil hâlinde birçok âyette geçmektedir. Örneğin: “Edrakehû,7 Tüdrike,8 Tüdrikühû,9 Yüdrikü,10 Yüdrikküm,11 Yüdrikhu,12 Tedârakû,13 İddâreke,14 İddârekû,15 Edrake,16 Yüdrîke,17” gibi. Ama biz bu fiillerden yalnızca “Edrâke” kullanımı üzerinde durmak ve bu fiilin geçtiği âyetlerin bir analizini yapmak istiyoruz. Çünkü bu âyetlerin çoğunun ilginç bir özelliği Hz. Peygamber’e bir soru şeklinde başlaması ve O’ndan bâzı şeyleri “nasıl idrâk ettiğini” sormasıdır. Tespit edebildiğimiz kadarıyla bu âyetlerin sayısı 13 tanedir.18

İlk âyet: “Bilir misin, nedir, başa gelecek olanın gerçekleşmesi?19 veyâ başka bir deyişle “Sana Hâkka’yı idrâk ettiren nedir?20

Bu âyette “Hâkka” kavramının ne anlama geldiği ve neye işâret ettiği Hz. Peygamber’e sorulmaktadır. Bundan önceki âyetlerde şöyle söylenilmektedir: “Olacak olanın gerçekleşmesi, ne korkunçtur (inanmayanlar için) başa gelecek olanın gerçekleşmesi!21 Hâkka ifâdesi için şu karşılıklar verilmiştir: “Gerçekleşmesi muhakkak olan, reddi mümkün olmayan, ancak yaşanıldığında anlaşılacak olan, gerçeği tanıtan hakîkat, kıyâmet, vefât.” Ama buradaki anlamı daha çok Kıyâmet ve Hesap Günü’ne yöneliktir. O gün insân, geçmiş hayatının mâhiyetini hakkıyla anlayacak ve bütün aldatmacalardan uzak şekilde, kendisini olduğu gibi görecek; geçmişteki bütün eylemlerinin -ve böylece âhiretteki kaderinin- gerçek anlamı kendisine gözlerini kör edercesine gösterilecektir. Böylece nihâî gerçekliği bu ânî ve çarpıcı bir şekilde idrâk etme, insânın bekleyebileceği veyâ hayâl edebileceği her şeyin ötesindedir. Hz. Peygamber kıyâmetin kopacağına inanıyordu ama mâhiyetini ve niteliklerini bilmiyordu. Gerçekleşmesini göremeyeceği bir şeyi idrâk etmesi mümkün olmadığı için bu soru öncelikle Hz. Peygamber’e ve ardından da bize sorulmaktadır.

İrfânî anlamda düşünürsek “Hâkka” kelimesi: “Bir şeyin, asıl mâhiyeti nasılsa öylece anlaşıldığı zamanki durumudur.” Yâni kişi için “Eşyânın hakîkatinin açılıp, ortaya çıkacağı saat” demektir. Bu şu anlama gelmektedir: “Hâkka, doğruluğu kesin olan şeylerin bütünüdür. Ve bu kesin olan şeylerin bir zaman diliminde Ayne’l-Yakîn22 ve Hakka’l-Yakîn23 bir bilgi düzeyinde yaşanarak idrâk edilmesidir.” Başka bir yaklaşıma göre ise Hâkka, “Hakk’ın hakîkatinin zâhir oluşudur.” Hz. Peygamber’e sorulan “Sana Hâkka’yı idrâk ettiren nedir?” sorusu ise şu anlama gelmektedir: “Ey Peygamber! Olması/gerçekleşmesi kesin olan bir şeyi bir insânın “o şey olmadan önce” bilmesi mümkün değildir. Ancak sana sâhip olduğun velâyet ve nübüvvet makāmından dolayı Allāh bu bilgiyi/haberi bildirmiştir. Senin görevin o haberi tebliğ etmektir. Habere îman24 edenler felâha kavuşacaklardır; habere îman etmeyip “Biz önce bu haberi tetkik edelim de doğruluğuna kanaat getirirsek, sonra gerekirse öyle imân ederiz!” diyenler ise ebedî hüsrânda kalacaklardır.

İkinci âyet: “Cehennem ateşinin ne olduğunu hiç düşündün mü?25 veyâ “Sakar’ı sana idrâk ettiren nedir?26

Bu âyetin de önemli kelimesi “sakar” ifâdesidir. Bir anlamda burada Hz. Peygamber’e “Sakar’ın ne olduğunu nasıl bilebilirsin ki sen?” diye sorulmaktadır. Âyetin öncesine baktığımızda burada hakîkati inkâra şartlanmış birinin27 ince düşünceler ve derin nefsânî hesaplar sonucu Kur’ân’ı “insân sözü ve büyü” gibi küçülterek çürütme gayreti üzerine, bu kişinin “Sakar”a sokulacağını görmekteyiz.28 Sonrasındaki âyetlerde ise “Sakar”ın bir tanıtımı yapılmaktadır. Sakar, bir cehennem ateşidir29 ve aynı zamanda “O ne yaşatır, ne de (ölüme) terk eder. Ölümlü insâna (nihâî hakîkati) gösterir. Onun üzerinde on dokuz [güç] vardır.30

Sakar31 teriminin Kur’ân’da ilk kullanıldığı yer bu âyettir. Bu terim, insânın bu dünyâda günah işlemek ve rûhsal hakîkatlere kör ve sağır kalmak sûretiyle öteki dünyâda başına açtığı azâb kavramına, Kur’ân’da verilen yedi mecâzî isimden birisidir.32 Sakar’ın özelliklerine baktığımızda dikkat çeken nokta, buraya sokulan/yaslatılan33 insânın “ne tam yaşayacağı ne de tam öleceği” gerçeğidir.34 Aslında bu âyet içerisinde “yaşamak ve ölmek” kelimeleri geçmemektedir. Arapça orijinaline sadık kalarak bir tercüme yaparsak karşımıza şöyle bir ifâde çıkmaktadır: “(Sakar) hem Bâki kılmaz (aynı hâlde bırakmaz), hem de (seni, işlevini) terk etmez.35 yâni sakar, kendisine sokulan insânı hiç terk etmeden öylesine kuşatarak yakar ki, geriye hiçbir şey bırakmaz. Ve böylece sonunda o insâna “nihâî hakîkati” gösterir. Anlaşılıyor ki sakar, insânı “aslına/özüne döndürerek” onu “nihâî hakîkati” görecek noktaya götüren bir işlev görmektedir.

Genellikle müfessirler Müddessir 74/29. âyetinin “Ölümlü insâna (nihâî hakîkati) gösterir” şeklindeki bizim tercihimiz olan meâlini, “durmadan derileri kavrulur,”36 “(O) beşeri (derileri) yakıp karartandır37 veyâ “insânın derisini kavurur38 şeklinde çevirmişlerdir. Hâlbuki âyetin Arapça orijinali şöyledir: “Levvâhatun39 lilbeşer.” Levvâha ifâdesinin türetildiği “lâha” fiili “yansıttı, parlattı, ışık saçtı, gördü, gösterdi, rengini belli etti” demektir. Levhaynı zamanda, “parlak ve düz satıh” anlamına geldiği gibi, “acıdan dolayı bir şeyin özündeki değişiklik” anlamına da gelir. Bu bilgiler ışığında âyeti tekrar yorumladığımızda şu anlamları çıkarmamız mümkün gözükmektedir. Sakar40/Cehennem, maskeleri yakacak ve emânet edilen rûhunu ne hâle getirdiğini insâna açık bir biçimde gösterecektir. Yâni insân, kendine verdiği zararı cehennem ekranında seyredecektir.41 Başka bir deyişle, “günahkârın hakîkati gecikmiş olarak kabul etmesiyle, aynı zamanda kendi tabiatına, geçmişteki zaaflarına ve bilerek yaptığı hatâlarına pişmanlıkla bakması ve kendisini bekleyen azâba karşı kendi sorumluluğunu fark etmesidir.” Bu da, ne bir hayat ne de bir ölüm durumudur.42

Sakar’ın üzerindeki “on dokuz (güce)43 gelince. Klasik müfessirlerin çoğu, bunun, cehennemin bekçiliğini veyâ muhafızlığını yapan melekler olduğu görüşündedirler. Fakat bâzıları bunların insânın kendi içindeki maddî, zihnî ve duygusal güçlere işâret ettiği görüşündedirler. İnsânı potansiyel olarak öteki yaratıkların üstüne çıkaran, ama yanlış kullanıldıklarında onun bütün kişiliğinde yozlaşmaya ve bu nedenle öteki dünyâda şiddetli bir azâba yol açan güçler. Toplu olarak ele alındıklarında, insâna kavramsal düşünme yeteneği kazandıran ve onu bu konuda meleklerin bile üstüne çıkaranlar bu güçlerdir. İnsân, bilinçli algılama ve kavramsal düşünme yetenekleri sayesinde iyi ile kötüyü ayırd etme bilgisine sâhip olduğundan ve böylece büyük rûhî üstünlüklere kavuştuğundan, bu güçler burada “melekî güçler” olarak tanımlanmıştır. Diğer taraftan, bu melekî güçlerin gözardı edilmesi veyâ kasıtlı olarak kötü kullanılması, insânın bütün günahlarının ve dolayısıyla öteki dünyâda çekeceği azâbın temelinde yer aldığından, söz konusu güçler, önceki âyetteki “onun üzerinde” ifâdesini tamamlayıcı olarak, “[cehennem] ateşinin gözcüleri (ashâb)44 şeklinde anılmışlardır.45

Üçüncü âyet: “Bu Ayrım Günü’nün nasıl bir gün olacağını bilebilir misin?46 veyâ “Fasl Günü’nü sana idrâk ettiren nedir?47

Yevmü’l-fasl” ayrım günüdür ve Kur’ân’da kronolojik olarak ilk geçtiği yer bu âyettir. Başka geçtiği âyetler ise Sâffât 37/21,48 Duhân 44/ 40,49 Nebe’ 78/1750 ve Mürselât 77/13, 14, 38’dir.51 Bütün bu âyetlerde “Yevmü’l-fasl” Kıyâmet Günü’ne işâret etmektedir. Kur’ân, âyetin öncesinde bu güne gelinceye kadar gerçekleşecek olayları şöyle vermektedir: “Yıldızlar söndüğü zaman [gerçekleşecek,] ve gök parçalandığı zaman ve dağlar toz gibi ufalandığı zaman ve bütün elçiler belirlenen bir vakitte toplanmaya çağırıldıkları zaman. Ne zaman gerçekleşecek [bütün bunlar]? [Doğruyu yanlıştan] Ayırd etme Günü!52

Fasl, iki şeyi, arada bir açıklık olacak biçimde birbirinden ayırmaktır. Yevmü’l-fasl ise haklının, haksızın; eğrinin, doğrunun; hak ile bâtılın birbirinden ayrılacağı kesin hüküm günüdür. Anlaşılıyor ki Kıyâmet Günü insân tüm yaptıklarını tafsilî/detaylı olarak karşısında bulacak, geçmişteki eylem ve tavırlarının gerisindeki sebepler mükemmel, kusursuz bir biçimde önüne serilecektir.

Dördüncü ve beşinci âyetler: “Hesap Günü nedir bilir misin? Ve bir kez daha: Hesap Günü nedir bilir misin?53 veyâ “Dîn Günü’nü sana idrâk ettiren nedir? Sonra, Dîn Günü’nü sana idrâk ettiren nedir?54

Bu âyette de idrâk edilmesi gereken gerçeklik Dîn Günü’dür. Dîn Günü’ne giden süreç ve Dîn Günü’nün ne olduğu verdiğimiz âyetlerin öncesinde ve sonrasında çok net açıklanmaktadır. İnsân, kendisini yaratan, varlık amacına uygun olarak şekillendiren, tabiatını âdil ölçüler içinde oluşturan ve dilediği şekilde bir araya getiren Rabb’inden uzaklaşmıştır.55 Bunun gerekçesi de “Allāh’ın hükmünü yalanlanması.56 olmuştur. Hâlbuki insânın üzerinde, yapılan her eylemin farkında olan ve onları kaydeden57 gözetleyici güçler vardır.58 Fakat öteki dünyâda gerçek erdem sâhipleri59 nîmetler içinde bulunacak, kötüler60 ise yakıcı bir ateş61 içinde kurtulmaları mümkün olmayan bir Dîn Günü’nün ortasına düşeceklerdir.62 İşte bu Dîn Günü, “Hiçbir insânın başka birine zerre fayda sağlayamayacağı bir Gün[dür o]: çünkü o Gün [açık seçik görülecektir ki] hâkimiyet yalnız Allāh’a âittir.63

Dîn Günü’ne irfânî açıdan yaklaşırsak bu kavramın “Hesap Günü” veyâ “Kıyâmet Günü” olarak nitelendirilmesi aslında çok isâbetli olmamaktadır. Kıyâmet kopacak ve kıyâmet koptuğu zaman Dîn Günü’nün sâhibi Allāh olacak! Hâlbuki dîn, Allāh’ın yarattığı sistem ve düzeninin geçerli olduğu her an’ı kapsamaktadır. Allāh, gelecekteki bir günün sâhibi değil, her an’ın sâhibi ve her an’da tasarrufu ve hükmü geçerli olan bir varlıktır. Bu nedenle yaşadığımız her gün, her an Dîn Günü’dür. Dîn kelimesinin anlamlarından biri “Yapılan işlerin karşılığına ermektir.” Bir başka anlamı da “Kesin itaat ve boyun eğmedir.” Bu tanımlara rağmen, her an içinde yapılan tüm işlerin karşılığı sanki “oluşmuyormuş/verilmiyormuş” gibi anlaşıldığından son bir gün düşünülmüş ve “o son günde herkesin yaptıklarının karşılığını alacağı” sanılmıştır. Kısaca söylemek gerekirse her “gün” içinde, dâimâ, mutlak olarak Allāh’a boyun eğilmekte, her “gün” ama “lûtuf”, ama “mekr” yollu, yapılanların neticesine kesinlikle erişilmekte ve netice itibariyle de herkes yaptığının karşılığına ulaşmaktadır! “Her an tüm varlıkta hükmü geçerli olan O’dur; ve sadece O’na boyun eğilmektedir; âlemlerde ortaya konulan her fiilin karşılığını O her an oluşturmaktadır.

Altıncı âyet: “Bilir misin nedir o kayıpsız-kaçaksız olan?64 veyâ “Siccîn’i (n ne olduğunu) sana idrâk ettiren nedir?65

Bu âyetin de odak noktasında idrâk edilmesi istenen şey “Siccîn” ifâdesidir, yâni “kayıpsız-kaçaksız” olan şey. Siccîn kavramına birçok farklı anlam verilmiştir. Bâzıları bu terimin “hapishane” anlamındaki “sicn” isminden türetildiğini hattâ onunla eş anlamlı olduğunu söylemişlerdir. Bu türetmeden hareket ederek de “siccîn terimine “dâim mecâzî anlamını, yâni “devam etme” veyâ “dayanma” anlamını yüklemişlerdir. Böylece, mecâzî olarak bir günahkârın “kayd”ı hakkında kullanıldığında günahkârın kapsayıcı [ve sürekli] nitelikleri vurgulanmaktadır ve sanki bu nitelikler, devamlı olarak “zaptedilmiş” gibidir. Yâni sonuçlarından kaçma ihtimâli olmaksızın silinemez şekilde kaydedilmiştir. Sözlüklerde ise siccîn kelimesi “cehennemde bir vâdinin adı” olarak geçmektedir.66

Siccîn’e giden yol âyetin öncesinde şöyle anlatılmıştır. “Vay hâline ölçüyü eksik tutanların. Onlar, [öteki] insânlardan haklarını eksiksiz isterler; ama borçlarını ölçüp tartmaya gelince, onu azaltmaya çalışırlar. Onlar bilmez mi ki tekrar diriltilecekler [ve] korkunç bir Gün’de [hesaba çekilecekler]; bütün insânların Âlemlerin Rabbi huzûruna varacakları Gün’de? Gerçek şu ki, kötülerin kaydı, kayıpsız-kaçaksız bir şekilde [tutulmuş]tur!67 Anlaşılıyor ki bu âyetler yalnız ticarî muamelelere işâret etmeyip, her kişinin maddî mal-varlığı ile ilgili haklarını ve sorumluluklarını kapsayan hem pratik hem de ahlâkî her türlü sosyal ilişki türüne temas etmektedir.

Âyetin sonrasında ise Siccîn şöyle tanımlanmıştır: “O, [silinmez şekilde] tutulan bir kayıttır!68 veyâ “(O) merkūm bir kitab’dır.69 Âyette geçen “Merkūm” ifâdesi “rakamlandırılmış, taşa kazılan yazı gibi yazılmış, silinmesi söz konusu olmayan, sayısal değerlerle korunmuş, mühürlenmiş, kodlanmış” anlamlarına gelmektedir. Nasıllığı müteşâbih alana giren Siccîn kavramı için özet olarak söylenecek söz, bu yerin Hakk’dan sapanların ve Rabblerinin nîmetine nankörlük edenlerin tutuldukları aşağı bir tabaka olduğudur. Ve burada kimlerin neden ve hangi sebepten tutulacağı açık bir şekilde yâni her görenin anlayacağı şekilde şüphe ve kuşkudan uzak olarak “Kitâbün merkūm” adı verilen değiştirilemez bir sistemde kayıtlıdır.

Yedinci âyet: “Bilir misin nedir o yüce şekil?70 veyâ “İlliyyîn (in ne olduğunu) sana idrâk ettiren nedir?71

Siccîn’in karşıtı olarak burada ön plana çıkan kavram “‘İlliyyûn”dur. ‘İlliyyûn’ teriminin ‘illî veyâ ‘illiyyeh’(yücelik/değerlilik) kelimelerinin çoğulu olduğu, yâhut tekil hâli olmayan bir çoğul olduğu söylenmektedir.72 Her iki durumda da söz konusu terim, (bir şey) “yüksek” yâhut “yüce/değerli” idi [veyâ “hâle geldi”]. Yâhut -mecâzî olarak- “yükseldi” anlamına gelen alâ fiilinden türetilmiştir. Bu türetilme karşısında ‘illiyyûn çoğul kelimesi, muhtevanın yoğunluğunu ifâde eden “kat kat soyluluk/değerlilik” veyâ “en yüce/değerli tarz” anlamına gelir. Anlaşılıyor ki “Füccâr”ın aksine “Ebrâr”ın yâni gerçek erdem sâhiplerinin kayıtları yüksek bir mekân olan “İlliyyîn73 de tutulmaktadır.74 Yine âyetin devamına baktığımızda, bu kayıtların silinmez bir şekilde korunduğu ve “Allāh’a yakınlaşmış herkes75 tarafından gözlenebildiği76 belirtilmektedir.

Bunun arkasından gelen âyetler Ebrâr’ı bekleyen müjdeleri şöyle vurgulamaktadır: “Bakın, gerçek erdem sâhipleri [öteki dünyâda] mutlakā kutsananlardan olacaklar; sedirler üzerinde [uzanarak] bakacaklar [Allāh’a]: ve yüzlerinde kutsanmışlığın parıltısını göreceksin. Onlara [Allāh’ın] mührü ile damgalanmış hâlis bir içki verilecek, misk kokusu saçarak akan.77 Öyleyse, değerli şeylere ulaşmak için [can atanlar] bu [cennet içkisi]ni hedeflesinler: çünkü o en yüce (madde)lerden oluşmuştur;78 Allāh’a yakınlaşanların içecekleri bir [nîmetin] kaynağı.79

Sekizinci âyet: “Bilir misin nedir gece vakti gelen?80 veyâ “Târık’ı sana idrâk ettiren nedir?81

Târık/1. âyette Allāh tarafından önce “semâ”ya ve “târık”a yemin edilerek üzerinde düşünülmesi istenmiştir. Semâ, bildiğimiz gökyüzüdür ama mutlak yüksek anlamına alındığında maddî ve rûhânî her yüksekliği ifâde eder. Târıkise, “gece vakti gelen” demektir. Bâzı müfessirler târık olarak tanımlanan şeyin sabah yıldızı olduğunu, çünkü onun gecenin bitimine doğru göründüğünü ileri sürerler. Diğerleri ise, genel mânâda onu “yıldız” cinsi olarak anlarlar.

Bu ismin kökünü analiz ettiğimizde “bir şeye vurdu” veyâ “bir şeyi dövdü” anlamındaki “taraka” fiilinden türetildiğini görürüz. Böyle düşünüldüğünde mecâzî olarak târık “gece vakti gelen herhangi bir şey”i veyâ “herhangi bir kimse”yi gösterir. Çünkü bir eve gece gelen kişinin kapıyı çalması beklenir. Kur’ân’ın ifâde tarzında târık, felâketin ve sıkıntının derin karanlığında bunalmış bir insâna zaman zaman gelen semâvî bir teselli ve rahatlamayı veyâ belirsizliğin karanlığını gideren ânî, sezgisel bir aydınlanmayı, yâhut da âdeta insânın kalp kapılarını çalan ve böylece hem teselli ve hem rahatlama, hem de aydınlanma fonksiyonlarını gören İlâhî vahyi ifâde eden bir mecazdır.

Târık aynı zamanda yeryüzünün üstüne çöken şirk ve cehâlet karanlığının, Hz. Peygamber (sav)’e inen Kur’ân nûruyla aydınlanmaya başladığına işârettir. Sabah vakti nasıl ortalık ağarırsa Hz. Peygamber’e inen Kur’ân ile de insânlığı saran cehâlet karanlığı aydınlanır. Kur’ân âyetlerine de “necm” dendiği unutulmamalıdır.

Bütün bunlardan sonra “Târık’ı sana idrâk ettiren nedir?” sorusu sorulmaktadır. Bu “O sizin bilginiz dışındadır ve onu ancak Yaratıcı ve Âlim olan Allāh’ın bildirmesi ile bilebilirsiniz.” anlamına gelmektedir. Sonra bu soruya Târık 86/3. âyette cevap verilmektedir: “O yıldızdır (inanmadan yaşanan hayatın) karanlığı delip geçen.” Âyette geçen “sâkıb”, delen, geçen veyâ parıldayan anlamındadır. “en-Necmü’s-Sâkıb” ise ışığıyla karanlıkları delen yıldızdır. Bâzı müfessirler bu yıldızın Kutub, bâzıları Süreyya, bâzıları ise Şihab olduğunu söylemişlerdir.

Târık kelimesinin mânevî şeyler için de kullanılabildiğini yukarıda söylemiştik. Bunun yanında “Onlar yıldızlarla yollarını doğrulturlar.82 âyetini düşündüğümüzde yıldız ifâdesinde bir hidâyet ve yol gösterme mânâsı vardır. Bu çerçeveden baktığımızda “en-Necmü’s-Sâkıb”dan maksat, geceleyin herhangi bir parlak yıldızın ışığının gözümüze çarpıp şuurumuzda parlayışı gibi, mânevî semâdan nefislerimize gelip vicdanlarımıza işleyen ve zihnimize nakşedilerek bizi içimizdeki ve dışımızdaki karanlıklardan çıkaran îman nûru da olabilir. Bu anlamda bakıldığında ilk üç âyetin toplu mânâsı: “Göğe ve sizi karanlıklardan aydınlığa çıkartmak için yıldız gibi şuurunuza çarpan ve maddenizi delip gönüllerinize işleyen Hakk Nûru’na yemin olsun.” diye özetlenebilir.

Dokuzuncu âyet: “Bilir misin nedir o sarp yokuş?83 veyâ “el-Akabe’yi sana idrâk ettiren nedir?84

Bu âyette de “sarp yokuş” olarak çevrilen “Akabe”nin nasıl idrâk edilmesi gerektiği açıklanmaktadır. Âyetin öncesinde Kur’ân, Allāh’ın varlığını ve hakîkatini tanıması ve bu hakîkati dile getirmesi yâhut en azından hidâyet istemesi için insânın çeşitli duyu organları ile donatıldığını söyler. Bunun yanında insâna kötülüğün ve iyiliğin yolunun da gösterildiğini ilâve eder. “Biz ona iki göz vermedik mi? Bir dil ve bir çift dudak. Ve ona (kötülüğün ve iyiliğin) iki yolunu da göstermedik mi?85 Fakat görünüşe aldanan insân, “sarp yokuşa tırmanıp” hakîkati görmesini sağlayacak perdeleri yırtmak, engelleri aşmak yerine kolayı seçmiştir.86

Sonraki âyetlerde ise Kur’ân “sarp yokuşu” (Akabe) şöyle detaylandırmaktadır:

O, boynunu günah zincirinden kurtarmaktır.87 Âyette geçen “Fekku rakabe” ibaresi, insânın kölelikten azat edilmesi, boyunduruklardan/zincirlerden kurtarılması demektir. Daha geniş ifâdesi ile insânın “Allāh’ın dışında köle olduğu herşeyden” (Mâsivâ) kendini kurtarmasıdır. Hürriyet, aslî varlığımız olan Allāh’a ulaşmamızı engelleyen, bizi özümüze yabancılaştıran her şeyden kurtulmaktır. “İçinde ubûdiyet sırrını gerçekleştirene, dışında hürriyet verilir.88

Yâhut, kendi aç iken (başkasını) doyurmaktır.89 yâni önce başkalarını düşünmek, başkalarının mutluluğunu kendi nefsine tercih etmektir. Bu ahlâkın Kur’ân terminolojisindeki adı “îsar”dır. Îsar, merhamet ve sevginin en ileri boyutu, insânın doymazlık ve cimrilikten kurtulmuşluğunun en mükemmel belirişidir. Kur’ân bu kavramı Hicret’i anlatırken gündeme getirir ve bu konuda Medîneli Müslümanları (Ensar) örnek gösterir: “…Kendileri yoksulluk içinde bulunsalar bile diğerlerini kendilerine tercih edenler.90 İnsân nefsi fedakârlıktan kaçmak için en inandırıcı bahaneleri uydurmakta çok ustadır. Bolluk içinde cömertlik bir yeterliliği belgelese de, sıkıntı ve darlık zamanlarında cömertlik daha üstündür. “Takvâ sâhipleri bollukta ve darlıkta cömertçe bağışta bulunanlar, öfkelerini yutanlar, insânların kusurlarını affedenlerdir. Allāh iyilik edenleri sever.91

Yakındaki bir yetimi, yâhut toprağa uzanıp kalmış olan (yabancı) bir yoksulu doyurmaktır.92 Yetimler, Yaratıcı’nın özel koruma ve iltimasına muhâtap olan insânlardır. Yetimin korunduğu ve saygı gördüğü bir toplumu, İslâm esprisi, bütün insancıl değerlere saygı gösteren ve Allāh’ın istediği yönde yürüyen bir toplum olarak kabul eder. Yetime iyilik ve şefkat kollarını açamayan yürekler güzelliklere ebediyyen kapalı yüreklerdir.

Ve îmana ermişlerden ve birbirine sabrı ve merhameti tavsiye edenlerden olmaktır.93 Sabır, toplum hayatının erdirici ve besleyici unsurlarından biridir. Bunun içindir ki İslâm toplumunda fertlerin birbirine yardımları içinde sabrı tavsiye çok önemli bir yer tutar: “Andolsun zamana ki insân kesin bir kayıp içindedir. Ancak imân edenlerle güzel güzel amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, sabrı tavsiye edenler böyle değil.94

Merhamet ise Allāh’ın rahmetinden nasiblenmek demektir. Kişi, rahmetten kendinde ne varsa, dinden nasibinin de o olduğunu bilmek durumundadır. Allāh’a teslim olan insânları Kur’ân, “İbâdü’r-Rahmân” yâni “Rahmân’ın Kulları” diye anıyor. Çok dikkat çekicidir, kulluk “Esmâü’l-Hüsnâ”nın hiç birine izâfe edilmemiş sadece Rahmet’e izafe edilmiştir. Bu şu anlama gelmektedir: Peygamberleri izleyen, Allāh’ın vahyini izleyen, Kur’ân’ın insânı olmak isteyen benlikler Rahmân’ın kulu olacaktır. Başka bir deyişle söylersek: “Kur’ân’ın Allāh’ına gerçekten kul olanlar rahmet insânları olmak zorundadırlar. Öfkenin, kinin, gazabın, intikamın, hırsın, bozgunun insânı oldunuz mu, Kur’ân insânı olmazsınız. Kur’ân’ın ahlâkı gerçekten bir rahmet ahlâkıdır. Görülüyor ki “Sarp Yokuşu” (Akabe) aşabilmek yukarıda sayılan değerleri hayata yansıtmakla mümkündür. Kur’ân bu ahlâkı taşıyanlar için şu ifâdeyi kullanmaktadır: “İşte böyleleri dürüstlüğe ve erdeme/erdemliliğe erişmiş olanlardır.95

Onuncu âyet: “Bilir misin nedir Kadir Gecesi?96 veyâ “Kadir gecesini97 sana idrâk ettiren nedir?98

Soru Allāh ile Hira mağarasından ilk bilgi temasını gerçekleştiren ve böyle bir rûhânî tecrübeyi nefsinde/rûhunda yaşayan Hz. Peygamber’e sorulmuştur ve şu anlama gelmektedir: “Senin kendi dirâyetine kalsaydı onun mâhiyetini/iç yüzünü, kadrinin kıymetini/derecesini bilemezdin. Fakat bu gece içerisinde inenin ne olduğunu sana göstermek/öğretmek/kavratmak sûretiyle artık idrâkini zinde kıldık.

Sonrasında gelen âyetlerde ise Kadir Gecesi’nin önemi ve bu gecede gelişen olaylar şöyle sıralanır:

Kadir Gecesi bin aydan daha hayırlıdır.99 Âyette geçen “bin sayısı” Arap dilinin üslûp özelliklerinden birisidir ve belli bir sayıyı göstermek için değil “çokluk” (mübâlağa) içindir. Kur’ân’ın sıkça kullandığı bu ifâde övme, değer verme ve saygı göstermek anlamına gelmektedir. Bu çerçeve içinde düşünüldüğünde âyetin “bin aydan hayırlı” nitelemesi Kadir Gecesi’nin önemi ve değerini gösteren bir yaklaşımdır. Bâzı müfessirler ise100 Kadir Gecesi’nin “içinde benzer bir gece bulunmayan” bin aydan daha hayırlı olduğunu söylemişler ve bu gecede yapılan ibâdetin “bin ay yapılan ibâdet” kadar sevap olduğunu belirtmişlerdir. Bin ay yaklaşık olarak düşünüldüğünde 84 yıla yâni “bir ömre” karşılık/denk düşmektedir. Bu da yaşanan tecellînin, elde edilen fehâmetin “bir ömre bedel” olduğunu veyâ “bir ömür sürdüğünü” bize anlatmaktadır.

O gece melekler, Rablerinin izniyle İlâhî bir esin (Rûh) taşıyarak bölük bölük inerler.101 veyâ “O gece melekler ve Rûh Rablerinin izniyle, her iş için inerler.” Bu iki farklı meâlden birincisi Muhammed Esed’e, ikincisi ise Elmalılı M. Hamdi Yazır’a âittir. Muhammed Esed âyette geçen “Rûh102 teriminden kastedilenin “ilâhî esin/ilhâm” olduğu düşüncesindedir ve bu yaklaşımını Nahl 16/2.103 âyete atıfta bulunarak şöyle açıklar: Rûh, “can” ya da “hayat soluğu” terimi Kur’ân’da daha çok “ilhâm/esin” ve özellikle de “vahiy” anlamında kullanılır. Vahiy, Nahl 16/2 ve Şûrâ 42 /52.104 âyette belirtildiği gibi bilgisizken ölü gibi olan kalbe hayat vermektir; canın bedendeki işlevi neyse din konusunda da vahyin işlevi odur. Böyle değerlendirildiğinde âyetten anlaşılan, bu gece meleklerin Rabb’lerinin izniyle İlâhî bir ilhâmla yeryüzüne indikleridir. Bu da Hz. Peygamber’e indirilen İlâhî vahye karşılık gelmektedir.

Âyeti melekler ve Rûh olarak tefsir edenlere gelince, onlar burada meleklerden ayrı olarak zikredilen Rûh’un özel bir varlık olduğu kanâatindedirler. Çoğunluğun kanısına göre burada Rûh, “Uyarıcılardan olman için onu senin kalbine Rûhu’l-Emîn105 indirdi.”106 âyetinde anılan Cebrâil’dir.

Âyetin devâmında meleklerin ve Rûh’un Rabb’lerinin izniyle yeryüzüne inişlerinin gerekçesi “Küllü Emr” yâni “her iş” dir. Bu, melekler ve Rûh, “o gece her işi yapmak üzere inerler” anlamına geldiği gibi, “her emri yürütmek izni ile inerler” anlamına da gelmektedir. Meleklerin ve Rûh’un yapmak ve yürütmekle görevlendirildikleri işin ne olduğu bilgisi âyette kapalıdır. Ama Kadir Gecesi’nin “bin aydan/bir ömürden” hayırlı olduğu düşünüldüğünde yapılacak işin insânın ezeldeki kaderine/takdirine uygun olarak belirlenecek bir gelişme olduğu akla yatkın gelmektedir. Bu anlamda Kadir Gecesi insân için tüm ömrünü etkileyecek hayatî/nihâî kararın /oluşun gerçekleştiği “Kader Gecesi” anlamına da alınabilir.

(İnsanı) her türlü (kötülük)ten emin kılar bu (gece), tâ şafak vaktine kadar.107 Âyetten anlaşılmaktadır ki, bu gece sabah oluncaya, tan yeri ağarıncaya kadar bir “Selâm Gecesi”dir. Selâm, esenlik, hayır, korkulan her şeyden emin olma hâlidir. Başka bir anlamda selâm kurtuluş müjdesidir. Selâm aynı zamanda Allāh’ın güzel isimlerinden birisidir ve “Korku ve endîşenin olmadığı, emniyet ve itminânın hüküm sürdüğü sığınak” mânâsına gelmektedir. Demek ki Kadir Gecesi, bir yerde endişeler taşıyan, huzur arayan, çıkış yolu bulmak isteyen insâna bu kapıları açan, onu selâmete çıkaran, sorularının cevabını bulduran bir gecedir.

Bu geceye irfânî bir yaklaşımla baktığımızda anlaşılan odur ki, Kadir Gecesi özel olarak Hz. Peygamber ile ilgilidir ve O’nun Cebrâil yâni “Akl-ı Küll” ile ilk buluşmasına işâret etmektedir. Cebrâil’in Hira Mağarası’nda Hz. Peygamber’i kucaklayarak sıkması, “Hakîkat-i Muhammediyye108nin Hz. Peygamber’de açığa çıkması içindir. Cebrâil’in görevi Rûh-i Resûl ile Cism-i Resûl arasında elçilik yapmaktır. Bu kapsama artışı ile Hz. Peygamber kendi hakîkatini/gerçeğini anlamış, bu idrâkle taşıdığı emânetin kadr ve kıymetinin farkına varmış, bilincine ermiştir. Veyâ başka bir yorumla Hz. Peygamber’in kadri, bu gecede âşikâr olmuştur. Bu uyanışın gerçekleştiği gece de Hz. Peygamber’in Kadir Gecesi olmuştur. Böyle bir tecrübenin gece gerçekleşmesi, gecenin rûhânî âlemin remziolmasından kaynaklanmaktadır. Aynı zamanda Hz. Peygamber bu gecede “küllü emrin/tüm işlerin Hakîkat-i Muhammediyye’nin bir tafsîli” olduğunu bilmiştir.

On birinci âyet: “Bilir misin nedir, nasıl olacaktır o apansız belâ?109 veyâ “el-Kâria’yı sana idrâk ettiren nedir?110

Bir şeyi diğer bir şeye sert şekilde çarpmak” anlamındaki “karaa” kökünden türetilen “kâria” sözlükte “çarpan, kapıyı çalan, felâket, sıkıntı,” mecâzî olarak da “dehşetten yürekleri hoplatan” mânâsına gelir. Kavram olarak da Kıyâmet Günü’nün isimlerinden biri olarak kabul edilir. Âyetin öncesinde Kıyâmet Günü’nün dehşetine vurgu yapan ifâdeler vardır. “Ah! Apansız (gelen) bir belâ! Ne korkunçtur apansız (gelen) belâ!111 Bu ifâdeler Kıyâmet Günü’nde vukû bulacak olan ve bütün tabii olguları ve dolayısıyla bilinen tüm evreni içine alacak olan toplu ve kökten değişime ilişkin bir îmâdır. Bu değişim mâhiyeti îtibariyle insânın tanıyıp bildiği ya da tasavvur edebildiği şeylerin ötesinde olduğu için Hz. Peygamber’e “el-Kâria’yı sana idrâk ettiren nedir?” diye sorulmuştur. Bu soru, kıyâmet hâdisesinin şiddet ve dehşetinin bizzât yaşanmadıkça Resûlullah tarafından dahi gerçek anlamıyla idrâk edilemeyeceğine işâret eder.

Sözü edilen “Kâria”nın ne zaman meydana geleceği ve bu oluş sırasında ortamın tasviri ise sonraki âyetlerde şöyle açıklanır: “[O,] insânların şaşkın vaziyette uçuşan pervanelere benzeyeceği Gün, ve dağların yumuşak yün topaklarını andıracağı Gün [vukû bulacaktır].”112

Kur’ân’ın kıyâmet ve âhiret konusuyla ilgili öğretisine göre “dünyânın sonu,” evrenin fiziksel olarak yok oluşu, yokluğa indirgenmesi anlamına değil, fakat daha çok, onun, insânın şimdiden tasarlayamayacağı bir mâhiyette, her şeyi içine alan toplu ve kökten bir değişime, dönüşüme uğraması anlamına gelmektedir. Son Gün’e ilişkin pek çok temsîlî tasvirden bu anlaşılmaktadır.113

On ikinci âyet: “Bilir misin nedir o [uçurum]?114 veyâ “Onun ne olduğunu sana idrâk ettiren nedir?115

Üsteki âyetlerin devamı olan bu âyette Hesap Günü’nde tartısı hafif gelenleri bekleyen bir tehlikeye dikkat çekilmektedir. “O zaman, [iyiliklerinin] tartısı ağır basan kendisini mutlu bir hayat içinde bulacak; tartısı hafif gelen ise bir uçurumun girdabına116 sürüklenecektir.117

Âyette sözü edilen uçurum “Hâviye”dir118 ve Hz. Peygamber’den de idrâk etmesi istenen gerçeklik budur. Sonraki âyet “Hâviye”yi şöyle açıklamaktadır: “(O), dağlayan/kızışmış119 bir ateştir.”120 “Kızgın ateş”, ateşin ana vasfını vurgulamayı amaçlamaktadır. Unutulmamalıdır ki, günahkârların öteki dünyâdaki azâbı ile ilgili Kur’ânî tasvirlerin tümü, ancak insân tecrübesinin sınırları içindeki maddî olgular ile karşılaştırılarak anlaşılabilecek olan durumlar ve şartlar ile ilgili mecazlar veyâ teşbîhlerdir.

On üçüncü âyet: “Bilir misin nedir o çökerten azâb?121 veyâ “Hutame’yi sana idrâk ettiren nedir?122

Âyette idrâk edilmesi istenen “Hutame” kendinden önceki âyetlere baktığımızda, “Kötü niyetle başkalarında gerçek veyâ hayâlî kusurlar aramaya çalışan, arkadan çekiştiren, çokça alay eden, ayıplayıp küçük düşüren, büyüklük ve üstünlük taslayan, maddî servet ve imkânları elde etmeye ve onlara sâhip olmaya neredeyse dinî bir değer yükleyen.”123 insânları öteki dünyâda bekleyen azâbın bir türüdür.

Sonra gelen âyette “Hutame” şöyle anlatılır: “Allāh tarafından tutuşturulan bir ateş, [günahkâr] kalplerin üstünde yükselen, üzerlerine salınacak (bir ateş), sonsuz sütunlar arasında!124 Anlaşılıyor ki günahkârlar, cehennemin adına “Hutame” denilen ve içine atılan her şeyi yakıp bitiren, kırıp geçiren özel bir bölümünde azâb göreceklerdir. “Hutame”nin kalplerin üzerinde yükselmesi “cezâ suç cinsinden olmalı” kuralından ötürüdür. İftiraya ve hakarete uğrayan insânın nasıl yüreği yanarsa, bu ateş de bu suçu işleyenlerin yüreklerinin içinden onları sarıp yakalayacak, upuzun bir boru içerisinde tıkanıp kalmış gibi kendilerini çaresiz hissedeceklerdir.

Çalışmamıza başlarken başlığı “İdrâk, derûnuna göçenlerin kalıcı bir yeteneğidir” diye atmıştık. Buraya kadar da gördük ki, âyetlerin “idrâk edilmesini istediği şeyler” hep insânla ve insânın içinde taşıdığı “Hakîkat” ile ilgilidir. Bu nedenle irfânî düşünce, insânın derûnuna dönmesi ve derûnundaki âlemleri keşfetmesi üzerinde ısrarla durur. Çünkü sadece “yaşanılan ve içselleştiren bilgi” idrâktir. Böyle bir bilgi artık “hâl”den “makām”a dönüşmüş ve kalıcı olmuştur. Ganiyy-i Muhtefî bu gerçeği bir nefesinde şöyle özetler:

Tûr-i Sînâ’da değil, Hakîkat sînendedir.

Âlem-i Kübrâ sensin! Kalem, Levh, Arş sendedir.

Artık derûnuna göç, keşfet bu avâlimi!

Buna muvaffak olan ebediyyen zindedir.

Necmettin Şahinler

Yazarın Şehrin Öbür Ucundan Koşarak Gelen Adam (İnsan Yayınları, 2009) adlı kitabından alınmıştır.

  1. Bir şeyin varabileceği son nokta. ↩︎
  2. Övülmüş yüce ahlâkı. ↩︎
  3. Gündelik akıl, aklın en alt tabakası, dünyâda geçim işini düşünen akıl. Zâhirî âleme mahsus olan, ancak onu ve ondan esinlenilen sınırlı şeyleri kavrayabilen ve bunlar hakkında çelişkisiz ve bunların gerçeğine uyan hükümler verebilen akıl. ↩︎
  4. Hakk’ın lûtfettiği Hikmet ve İrfan’ın eseri olan, eşyânın ve bu eşyâdan esinlenerek zihnimizde oluşmuş olan tasarımlarının zâhirî Realite’sinin ardında bulunan bâtınî Hakîkat’i vâsıtasız bir biçimde fehm ve idrâk etmeyi mümkün kılan Akıl. Hz. Peygamber’in Mi’râc’ından önce: “Yâ Rabbi! Eşyâ hakkındaki ilmimi arttır!” diye duâ etmesi de Akl-ı Meâd’ın kendisine kemâliyle verilmesi husûsunda dile getirmekte olduğu bir niyâzdır. ↩︎
  5. Bu hadîsin bâzı Türkçe versiyonlarında “vâris” kelimesi yerine “bilmediklerini öğretir” karşılığı yazılmıştır ki, bu tercih hadîsin anlatmak istediği gerçeği ters yüz etmektedir. Bir kişi bildikleriyle amel ederse, Allāh’a onu bilmediklerine vâris kılar yâni “ona bilmediklerini vasıtasız bir şekilde” öğretir. Çünkü mirâs, çalışmadan kazanılan maldır. Bu bilgi de çalışılarak, akıl, nakil ve his yolu ile elde edilmediği için buna mîras tabir edilmiştir. (Kamil Yaylalı, Mevlâna’da İnanç Sistemi, s. 42) ↩︎
  6. Hilyetü’l-evliyâ, X, 15. ↩︎
  7. Yûnus 10/90. ↩︎
  8. Yâsîn 36/40. ↩︎
  9. En’âm 6/103. ↩︎
  10. En’âm 6/103. ↩︎
  11. Nîsâ 4/78. ↩︎
  12. Nîsâ 4/100. ↩︎
  13. Kalem 68/49. ↩︎
  14. Neml 27/66. ↩︎
  15. A’râf 7/38. ↩︎
  16. Mürselât 77/14. ↩︎
  17. Ahzâb 33/63. ↩︎
  18. Bu konuda yardımlarını esirgemeyen Gülgûn Uyar Hanımefendi’ye teşekkürü bir borç bilirim. ↩︎
  19. Hâkka 69/3. ↩︎
  20. Ve ma edrâke me’l-Hâkkatü.↩︎
  21. Hâkka 69/1-2. ↩︎
  22. Göz ile görüp ilmî kesinlik kazanma. ↩︎
  23. Bir olay ya da bir nesne hakkındaki en son bilgiyi yaşayarak öğrenmek sûretiyle elde edilen ya da başka bir deyimle bir olayı ya da bir nesneyi beşerin değil Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği, Zât’ına has bakışla idrâk etmek sûretiyle erişilen kesinlik. ↩︎
  24. Îman, âhiret hakîkatini görse yaşayamayacak olan insâna verilmiş İlâhî bir lütuftur. Bu sayede “görür gibi” inanma imkânına kavuşur. ↩︎
  25. Müddessir 74/27 ↩︎
  26. Ve mâ edrâke mâ Sakar.↩︎
  27. Bu şahsın Velîd b. Muğîre olduğu söylenir. ↩︎
  28. Müddessir 74/18-26. ↩︎
  29. Sakar kelimesi Kur’ân’da 4 yerde kullanılmaktadır: Kamer 54/48, Müddessir 74/26, 27, 42. ↩︎
  30. Müddessir 74/28-30. ↩︎
  31. Sakar’ın kök anlamı “Sıcaklık beyne acı verdi” demektir. Nitekim Araplar aşırı sıcaklarda “Sekarethü’ş-şemsü [Güneş onu şiddetle yaktı]” derler. Ayrıca “aşırı sıcak bir gün” anlamına gelen “yevmün müsemkırun” deyiminde de aynı fiilden türetilen “müsemkırun” sözcüğü kullanılır. “Sakar” taşıdığı bu anlamlardan dolayı cehennemin özel isimlerinden birisi olmuştur. Bu nedenle dişil ve özel bir isimdir. (Lisanü’l-Arab, IV, 671) ↩︎
  32. Söz konusu isimler: Nâr (“ateş”; genel bir tabirdir), cehennem, cahîm (“harlı ateş”), sa‘îr (“harlı alev”), sakar (“kavurucu ateş” ya da “cehennem ateşi”), lezâ (“hiddetli alev/alev püskürtüsü”) ve hutame (“ezici azâb”). ↩︎
  33. el-İslâ: “yakmak için yaslamak” veyâ “yanmak için yaslanmak”. ↩︎
  34. Cehennemde ölmek isteyecek fakat ölemeyecek (Furkān 25/14). Yaşamak isteyecek, fakat cehennemde yaşamak ölmekten bin beter olduğu için yaşayamayacak da… ↩︎
  35. Lâ tübkî ve lâ tezeru.↩︎
  36. Elmalılı M. Hamdi Yazır. ↩︎
  37. Hasan Güler. ↩︎
  38. İsmail Hakkı Bursevî. ↩︎
  39. Levvâhatün” sözcüğünün kök sözcüğü olan “levh”, tahta demektir. Gemiyi oluşturan tahtaların her birisi bu sözcükle ifâde edilir. Nitekim Kamer sûresi 13. âyettinde Nûh’un gemisindeki tahtalar için çoğul olarak kullanılmıştır. Sözcük ayrıca “ister ağaç cinsinden isterse başka bir nesneden olsun, üzerine yazı yazılan her şey için de kullanılmıştır.” Burûc Sûresi 22. âyetteki fî levhın mahfuz [korunmuş bir levhadadır]” ifâdesinde bu anlamıyla yer almıştır. ↩︎
  40. Bu arada Sakar’ı “Bilgisayar” olarak yorumlayan ve Kur’ân mûcizesini 19 rakamı üzerine oturtan modern bilimsel tefsir yaklaşımlarına da katılmadığımı ifâde etmek isterim. ↩︎
  41. Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’ân, II, 1192, 9. not. ↩︎
  42. A’lâ 87/12-13. ↩︎
  43. Aleyhâ tis’ate ‘aşera.↩︎
  44. Ve mâ ce’alnâ ashâbe’n-nâri illâ Melâiketen.” ↩︎
  45. Müddessir 74/31. ↩︎
  46. Mürselât 77/14. ↩︎
  47. Ve mâ edrâke mâ yevmü’l-fasl.↩︎
  48. [Ve onlara şöyle denilecek:] Bu, yalanlamış olduğunuz [gündür, şaşmaz hakîkat ile sahte ve yalan arasında] Ayrım Günüdür!↩︎
  49. Gerçek şu ki, [doğru ile yanlış arasında] Karar Günü, onların tümü için belirlenmiş olan bir gündür.↩︎
  50. Gerçek şu ki, [doğru ile yanlış arasında] Ayrım Günü’nün belirlenmiş bir vakti vardır.↩︎
  51. [Onlara şöyle denilecek, doğru ile eğri arasındaki] o Ayrım Günü: Sizi eski zamanların o [günahkâr]ları ile bir araya getirdik.↩︎
  52. Mürselât 77/ 8-13. ↩︎
  53. İnfitâr 82/17-18. ↩︎
  54. Ve mâ edrâke mâ yevmü’d-dîn. Sümme mâ edrâke mâ yevmü’d-dîn”. ↩︎
  55. İnfitâr 82/6-8. ↩︎
  56. İnfitâr 82/9. ↩︎
  57. Kirâmen kâtîbîn. ↩︎
  58. İnfitâr 82/10-12. ↩︎
  59. Ebrâr. ↩︎
  60. Füccâr ( Adalet ve Hakk’tan sapanlar, Rablerinin nîmetine nankörlük edenler/nankör olanlar) ↩︎
  61. Cahîm (cehennem, ateş). ↩︎
  62. İnfitâr 82/13-16. ↩︎
  63. İnfitâr 82/19. ↩︎
  64. Mutaffifîn 83/8. ↩︎
  65. Ve mâ edrâke mâ Siccîn”. ↩︎
  66. Yedinci Arz’daki kayanın altı, süflî yer; hapishane. Fâcirlerin amellerinin kaydedildiği defter anlamında bir Kur’ân terimi. Daha kapsamlı bir ifadeyle amel defteri demektir. Berâ’ b. Âzib (ra)’e varan bir rivâyette Rasûlullah (sav)’in: “Siccîn yedi kat yerin en alt tabakasıdır” buyurduğu kaydedilir. ↩︎
  67. Mutaffifîn 83/1-7. ↩︎
  68. Mutaffifîn 83/9. ↩︎
  69. Kitâbün merkūm.↩︎
  70. Mutaffifîn 83/19. ↩︎
  71. Ve mâ edrâke mâ ‘illiyyûn.↩︎
  72. Kâmûs, Tâcü’l-‘Arûs. ↩︎
  73. Arş’ın altında yedinci Semâ’da. ↩︎
  74. “Kellâ inne Kitabe’l-ebrâri lefî ‘ılliyyîn.↩︎
  75. Yâni, bütün dönemlerin peygamberleri ve velîleri ile melekler tarafından. ↩︎
  76. Mutaffifîn 83/20-21. ↩︎
  77. Lafzen, “ki sonu (hitâmuhû) misk olacaktır.” Benim yukarıdaki ifadeyi çeviri şeklim, ona ikinci kuşak otoritelerden birçoğunun ve Ebû Ubeyde b. Müsennâ’nın verdiği anlamı (ki tümünü Râzî nakletmektedir) yansıtmaktadır. Öteki dünyanın “hâlis içki”si (rahîk) -ki, bu dünyadaki içkinin tersine Allāh’ın “mührü”nü (yâni, damgasını) taşıyacaktır, çünkü “onda ne çarpma/sersemletme vardır, ne de onunla sarhoş olurlar” (Sâffât 37/47)- cennetin başka bir sembolüdür ve insânın bu dünyada yaşadığı duygularla karşılaştırmak sûretiyle, öteki dünyada dürüst ve erdemlileri bekleyen, insân tasavvurunun kavrayamayacağı bir biçimde yoğunlaşmış öte dünya zevklerine işâret etmektedir. Bâzı büyük Müslüman sûfîler (meselâ, Celâleddîn Rûmî) bu “hâlis içki”de Allāh’ın rûhen (keyfiyetsiz) görü(lü/nü)şüne (spiritual vision) bir atıf olduğunu kabul ederler; bence sûrenin devamının da teyid ettiği bir yorumdur bu. ↩︎
  78. Klasik müfessirlerin büyük kısmı tesnîm mastar-ismini temsîlî “cennet pınarları”ndan birinin ismi olarak gördükleri ya da onunla ilgili herhangi bir tanımlamadan kaçındıkları halde, bana göre, senneme fiilinin -“O [herhangi bir şeyi] yükseltti” veyâ “[onu] değerli/soylu kıldı”- türevi olan tesnîm isim-mastarı, İlâhî bilgi “şarabı”nın onu cennette “içen”ler üzerinde yaptığı etkiye işâret eder. Bu nedenle Tâbiînden olan İkrime’ (Râzî tarafından nakledildiğine göre) tesnîm’i “onurlandıran” yâhut “yücelten” anlamındaki teşrîf ile özdeşleştirir. ↩︎
  79. Mutaffifîn 83/22-28. ↩︎
  80. Târık 86/2. ↩︎
  81. Ve mâ edrâke me’t-Târık.↩︎
  82. Nahl16/16. ↩︎
  83. Beled 90/12. ↩︎
  84. Ve mâ edrâke me’l-akabetü.” ↩︎
  85. Beled 90/8-10. ↩︎
  86. Beled 90/11. ↩︎
  87. Beled 90/13. ↩︎
  88. Sehl et-Tüsterî, Resâil, II, vr. 146. ↩︎
  89. Beled 90/14. ↩︎
  90. Haşr 59/9. ↩︎
  91. Âl-i İmrân/ 3133-134. ↩︎
  92. Beled 90/15-16. ↩︎
  93. Beled 90/17. ↩︎
  94. Asr Sûresi. ↩︎
  95. Beled 90/18. ↩︎
  96. Kadr 97/2. ↩︎
  97. Kadr, kudret, değer, şan, şeref, mertebe, takdir, azamet, baskı yapmak, bir şeyin diğerine uygunluğu, aynı ölçüde olması anlamlarına gelmektedir. Kadir Gecesi’ne aynı zamanda “Kudret Gecesi” veyâ “Haşmet Gecesi” adı da verilir. Bu gecenin önemi “ilk vahye sahne olmasından” ileri gelmektedir. Birçok hadîse dayanılarak denilebilir ki, bu gece, Hz. Peygamber’in Medîne’ye hicretinden on üç yıl önceki Ramazan ayının son on günü içindeki gecelerden biridir. “Ramazan ayı ki, insânlara yol gösterici, doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırd edici olarak Kur’ân o ayda indirilmiştir.” (Bakara/185) âyeti bu görüşü doğrulamaktadır. ↩︎
  98. Ve mâ edrâke mâ Leyletü’l-Kadr”. ↩︎
  99. Kadr 97/3. ↩︎
  100. Râzî. ↩︎
  101. Kadr 97/4. ↩︎
  102. Rûh kelimesi Kur’ân’da ilk kez bu âyette geçmektedir. ↩︎
  103. O (ki) kullarından dilediğine: “(bütün insânları) uyarın ki, Benden başka ilâh yok, öyleyse Bana karşı kendinizi uyanık bir bilinç ve duyarlılık içinde tutun!” buyruğunu ulaştırmaları için melekleri vahiyle indirir. ↩︎
  104. “İşte sana da (Ey Muhammed), kendi buyruğumuz altında hayat veren bir mesaj vahy ettik.” ↩︎
  105. Rûh terimini vahy anlamında alan müfessirlere göre bu terim “mutlak güvenilirlik derecesinde vahiy” anlamına da gelebilir. ↩︎
  106. Şuarâ 26/193-194. ↩︎
  107. Kadr 97/5. ↩︎
  108. Hakîkat-i Muhammediyye “Muhammed’in Gerçeği” demektir. Hz. Muhammed hakkında özellikle önemli olan, onun belirli bir zamanda Allāh’ın elçisi olarak ba’s edilen bir peygamber olmasından çok önce kevnî bir varlık olduğudur. Bu gerçeklik şu meşhur hadîse dayanmaktadır: “Âdem daha henüz balçıkla su arasındayken bile ben peygamberdim.
    Ontolojik açıdan, ezelden beri var olan kevnî bir varlık olarak Muhammed, a’yân-ı sâbite’ye tekābül eder ya da a’yân-ı sâbite’nin düzeyini temsîl eder. Söz konusu düzey ise, “mutlak olarak Hakk” ile Hakk’ın zâhirî tecellîsi olan âlem arasındaki var olduğu da olmadığı da söylenemeyen berzah’ın düzeyidir. Bu ara düzey, İlâhî Bilinç ile özleştirilmesi açısından İlâhî niteliktedir ama, aynı zamanda da, yalnızca yaratılmış âlemle ilişkili olduğu sürece temelinde mahlûk ya da beşerîdir. İşte Hakîkat-i Muhammediyye bu son yâni beşerî vechesi îtibariyle bu ara düzeydir. Bu, aynı zamanda kevnî (kozmik) düzeydeki İnsân-ı Kâmil’dir.
    Bu türlü telâkki edildiğinde Hakîkat-i Muhammediyye a’yân-ı sâbite’nin kendisinden ibâret değildir. Bu, daha çok, a’yân-ı sâbite’yi cem’ eden, a’yân-ı sâbite’nin varlığının kendisine bağlı olduğu aktif prensiptir. Hakk’ın cihetinden bakıldığında Hakîkat-i Muhammediyye, bizzât Hakk’ın yaratıcı gücü ya da mükevvenâtın kendini izhâr eden gücü olarak Hakk Teâlâ’dır.
    Buna ontolojik olarak “gerçeklerin Gerçeği” (hakîkatlerin Hakîkati, Hakîkat-i Hakāik) de denilmektedir. Gerçeklerin Gerçeği, eninde sonunda, Hakk’tan başka bir şey değildir ama o başlangıçtaki mutlaklığına bürünmüş olan Hakk da değildir; O, Hakk’ın kendini izhâr etmeye başlamasının ilk sûretidir. Ve bu İlâhî bilinç de en sâdık tarzda İnsân-ı Kâmil’in kendini idrâk eden bilincinde yansımaktadır. Bu yönüyle İnsân-ı Kâmil Hakk Teâlâ’nın zâhirde tecellî eden bilincidir. Bundan dolayı Hz. Muhammed’e kevnî ölçekte Plotinus’un Akl-ı Evvel‘i tekābül etmektedir. ↩︎
  109. Kâria 101/3. ↩︎
  110. Ve mâ edrâke me’l-kâriatü.↩︎
  111. Kâria 101/1-2. ↩︎
  112. Kâria 101/4-5. ↩︎
  113. Örneğin İbrâhîm 14/48. âyette “Yerin başka bir yere, göklerin başka göklere dönüşeceği Gün”den söz edilmektedir. ↩︎
  114. Kâria 101/10. ↩︎
  115. Ve mâ edrâke mâ hiyeh.” ↩︎
  116. Fe ümmühû hâviyeh” (içine yuvarlanılan derin çukur; en aşağı yaşam hâli). ↩︎
  117. Kâria 101/6-9. ↩︎
  118. Arapça’da ıssız yer, şenliksiz olan yer, harabe, göçük, çökük anlamlarına gelir. “Hâviye”, “hava” kelimesinden gelmektedir. Mânâsı, yüksek yerden aşağı düşmektir. ↩︎
  119. Nârun hâmiyeh”. ↩︎
  120. Kâria 101/11. ↩︎
  121. Hümeze 104/5. ↩︎
  122. Ve mâ edrâke me’l-hutameh.” ↩︎
  123. Hümeze 104/1-4. ↩︎
  124. Hümeze 104/6-9. ↩︎

Paylaş

PAYLAŞ

E-bülten aboneliği