İnsâna Dâir

İnsân nedir?

İnsân için o kadar çok tanım yapılmış ki, bunların içerisinde en beğendiklerimden ilk aklıma gelenlerden biri Muhammed İkbal’e ait olan “âleme sığmayan varlık” sözüdür ve tamamı şöyledir: “İnsâna sığabilene âlem, âleme sığmayana insân” denir. Bir kudsî hadiste de insân için şu ifâdeler kullanılmıştır: “İnsân benim sırrımdır, Ben de insânın sırrıyım”. Bütün bunlar bize insânın Allah’ın “Ahsen-i takvîm1 yâni “en güzel surette/kıvamda/yetenekte” yarattığı varlık olduğunu öğretmektedir. Ama ben bunların dışında bir başka tanımı da Alak Sûresi’nin ikinci âyetinden çıkartıyorum. Bu âyette Allah, insânı “Alak”tan yarattığı söylemektedir.2 Genelde müfessirler bu kelimeyi daha çok biyolojik anlamda almışlar ve bunu “aşılanmış yumurta/kan pıhtısı/zigot” gibi insânın embriyonik gelişmesiyle ilgili yorumlamışlardır. Hâlbuki bu kelimenin “alâka/ilgi/sevgi” gibi ruhânî yöne vurgu yapan bir anlamı daha vardır. Buradan yola çıkarsak, insânı bir de şöyle tarif edebiliriz: “İnsân, her şeyin kendisiyle ve kendisinin her şeyle sevgi ve alâka kurduğu bir varlıktır.

Varoluş amacımız nedir?

Bu soruyla karşılaşanların hemen verdikleri cevap Zâriyât/56. âyetteki şu içeriktir: “…ve insanları yalnızca [Beni tanımaları ve] Bana kulluk etmeleri için yarattım.” O halde, bütün akıl sahibi varlıkların yaratılmasındaki temel amaç, onların Allah’ın varlığını tanımaları ve bundan dolayı, kendi var oluşlarını bilinçli olarak O’nun irâdesi ve planı ile uyumlu hale getirme isteği duymalarıdır. İşte bu iki aşamalı tanıma ve isteme kavramlarıdır ki Kur’ân’ın “kulluk/ibadet”  olarak tanımladığı şeye derin anlamını verir.

İnsân ile beşer arasında ne fark vardır?

Beşer “derinin dış kısmı” anlamında insânın görünen maddi/toprak yüzüdür. İnsân ise ruhânî/kozmik alana işâret eden bir kavramdır. Kur’ân’a bakarsan hakîkat inkârcılarının kendilerine gönderilen peygamberleri sürekli kendileri gibi “beşer” olmakla suçladıklarını görürsün. Aynı eleştiriler Hz. Peygamber’e de yapıldığında o şöyle söylemiştir: “Ben de sizin gibi bir beşerim ama bana vahyolunuyor ki…3 İşte fark budur. İlâhi vahiyden haberdar olanlar ve yaşamlarını bu vahyin irâdesine uygun olarak düzenleyenler beşerîlikten kurtulup insânlığa geçmişlerdir. Bu nedenle Allah, insâna verdiği duyu organlarını hakkıyla kullanamayanları ve akıllarını vahiyle kucaklaştıramayanları çok ağır bir şekilde suçlamış ve onları “Belhum Adal” yâni “hayvanlardan da aşağıda” olarak tanımlamıştır4. İrfânî düşüncenin Arapça’da gözbebeğine “insân” denilmesinden yola çıkarak, gerçek/kâmil insânı Allah’ın gözbebeği olarak isimlendirmesi çok anlamlıdır. Çünkü Allah âleme bu gözle bakar ve merhamet eder.

Şehirlerin insân hayatı üzerindeki etkisi nedir? Hayatınızı etkileyen şehirler var mı?

Yaşadığımız bölgenin/şehrin üzerimizde mutlaka bir etkisi vardır. Farkında olalım veya olmayalım insân mekândan aldıkları ve mekâna verdikleriyle kimliğini oluşturur. Bu gerçeklik “insân şehri, şehir de insânı inşâ eder” şeklinde açıklanmıştır. Bir medeniyet oluşumu ancak şehirlerde mümkündür. Belki bu nedenle olacak ki; Hz. Peygamber hicret sonrasında önceki ismi Yesrib olan şehre “Medîne-i Münevvere” yâni aydınlanmış/nûrlanmış şehir adını vermiştir. Uzatmadan şunu söyleyeyim; hangi şehir Allah’ın nûruyla aydınlanmış ve ilâhî vahyin özgürce yaşandığı bir yer hâline gelmişse erdemli şehir odur ve erdemli insânlar da ancak böyle bir iklimde yetişir. Bugün bu özellikleri sağlayan şehirler ne yazık ki az kalmıştır. Kabalığın, kuralsızlığın, cahilliğin, ahlâksızlığın ve nezaketsizliğin çoğaldığı şehirlerde ise yaşamak zorlaşmıştır. Bütün bunlardan sonra şu şehirden etkilendim yerine, bu şehirlerde ilhâmını Kur’ân’dan alan yeni bir medeniyet tasavvuru geliştirmeye nasıl katkı sağlarım diye düşünmek ve bunun için çalışmak bana daha anlamlı geliyor.

Aşk, insânı insân yapmaya yeter mi?

İnsânı insân yapan değerlerin ne olduğu Kur’ân’da bellidir. Konuşmamızın başında insânın en güzel kıvamda/surette yaratıldığını söylemiştim. Aynı sûrenin içerinde bu mükemmellikten sonra insânın “Esfel-i safilin” yâni aşağıların en aşağısına indirildiği söylenmekte ve arkasından da tekrar aslî gerçekliğine yükselebilmesi için bazı koşullar sayılmaktadır. Bu koşulların biri “iman” diğeri ise “sâlih amel”dir. Önce bu temeli kurmamız zorunludur. Aşk gelince; işte onu, sayılan bu koşulların motor gücü olarak kabul edebiliriz. İnsânın tüm hayatını ibadet hâline getiren duygu/şevk, o insânın Allah’a olan bağlılığı/sevgisi/muhabbeti ve bunun şiddetli hâli olarak aşktır. Daha öz söylersem; kemâl noktasına ulaşmış iman, Kur’ân’da aşk olarak tanıtılmıştır. Bakara/165. âyette bu şöyle verilir: “…hâlbuki imana ermiş olanlar, Allah’ı başka her şeyden daha çok severler.5

Söz açılmışken şunu da ifade edeyim. Sevebilmek, en önemli şeydir. İnsân varlıktan neyi severse sevsin, Yaratıcı’dan bir şeyler seviyor demektir. Kur’ân’ın güzel ve güzellik üzerinde ısrarla duruşu, güzele âşık gönüller yaratmak içindir. Çünkü böyle gönülleri, güzelin mutlak sahibine götürmek daha kolaydır. Bütün aşkların nedeni ve temeli güzelliktir. Allah bütün güzelliklerin kaynağı ve bütün güzelliklerin aslî varlığı olduğundan, sevilen her şeyde biz Allah’ı ararız. Mutlak güzel olan Allah’ı sevebilmek noktasına varmak için, ona basamak olan mecazî aşkı yaşamak gerekir. Bu nedenle irfân ehli, geçici aşkı da, tatmin fikri olmadıkça hoş görmüşlerdir. Çünkü aşk; aşığın gözünden bütün varlıkları, gönlünden bütün istekleri sürer, çıkarır. Aşığın gözünde sevgiliden başka bir varlık, gönlünde, ondan başka bir istek bırakmaz. Bu, mecazî olmakla beraber birliğe de bir hazırlıktır. Bu yüzden olacak ki: “Mecaz, hakîkatin köprüsüdür” demişlerdir. Mevlâna bu gerçeği bir beytinden şöyle dile getirir: “Aşk, ister bu yandan olsun, ister o yandan; sonunda o yana kılavuzdur bize.

Bütün insanlığı aşk ile kucaklamanın bir göstergesi de Yunus’un söylediği gibi: “Yetmiş iki milleti bir bilme” şuurudur. Aşk, kozmik benliğe, varlıkta birlik sırrına ulaşan rûhun bakışı ve tavrıdır. Bu bakış yakalandığında insâna diken batıran, didişme ve çatışmayı besleyen bütün kirler, karanlıklar, kargaşalar ortadan çekilir. Yunus burada yüzyılların bağrına şu zaman üstü ilkeyi yazar: “Aşk gelince cümle eksikler biter.” Ve devam eder: “Dağa düşer kül eyler, gönüllere yol eyler/  Sultanları kul eyler, cüretli nesnedir aşk.” “İşitin ey erenler, aşk bir güneşe benzer/Aşkı olmayan gönül, misâli taşa benzer.”“Taş gönülde ne biter, dilinde ağu tüter/ Nice yumuşak söylese, sözü savaşa benzer.

Günümüzde insân yalnızlaştı, teknolojinin bu derece ilerlemesi sizce insânın anlam dünyâsını nasıl etkiledi?

Aslında buna “yabancılaştı” demek daha doğru, çünkü yalnızlık insânın kendini geliştirmesinde, oluş ve erişinde önemli bir ihtiyaçtır. Toplum için düşünen ve değer üreten insânlar için yalnızlık her zaman aranılan bir huzur olmuştur. Yabancılaşmaya gelince, insânın bütün problemi ezelde Allah’a verdiği sözü tutmamasıdır. Bu söz A’râf/172. âyette geçen “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna verdiğimiz “Belâ/evet” sözüdür. İşte insân yeryüzünde bu sözünü tutmamış, ahdine vefa göstermemiş ve Allah ile arasına “mâsivâ” dediğimiz sayısız engeller/perdeler/putlar koymuştur. Bu da insânın değerlerinin hastalanmasına, kalbinin ve zihninin çölleşmesine neden olmuştur. Teknoloji hepimizin hayatını kolaylaştıran bir gerçekliktir. Kabahati sürekli onda bulmak haksızlık olur. Burada önemli olan teknolojiyi, bir araç olarak insânın mutluluğuna hizmet ettirmek, egomuzu güçlendiren, enerjimizi, zamanımızı harcayan bir amaca dönüştürmemektir. Modernizm, insân hayatını öylesine işgal etmiş ve doldurmuştur ki; insânın Allah ile bağ kuracağı bir alan ona bırakmamıştır. İşte dinin amacı, insânın kopan bu bağını tekrar güçlendirmek ve tüm insânlığa örnek olacak bir insân modeli oluşturmaktır.

Gençlik hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyim? Bu konuda umudunuz nedir?

Önce iman ile ilgili şu tespiti yapalım. Bir müslüman olarak Allah’ın rahmetinden umut kesmek, Allah’ın kudret ve tasarrufunu inkâr etmek demektir6. Bu nedenle geleceğimizi temsil eden gençlerle ilgili bir umutsuzluk taşımıyorum. Yani bir ümitsizlik ve kötümserlik psikolojisi içerisinde değilim. Çünkü biliyorum ki; Mekke dönemi tebliğinin en zor koşullarında iman eden ve Hz. Peygamber’e yardımcı olan insânların çoğu gençlerden oluşuyordu. Örneğin; kendisini Hz. Peygamber’e fedâ eden ilmin ve cesaretin zirvesi Hz. Ali, iman ettiğinde 10 yaşlarındaydı. Bilgi ve hikmetin öncüsü, Medine’ye giden öğretmen, Mus’ab b. Umeyr, Hz. Peygamber’in yanında yer alırken 18-20 yaşlarındaydı. Habeşistan’a hicret eden Müslümanların başında giden Hz. Ali’nin kardeşi Cafer 22 yaşındaydı. Yine  Zeyd b. Hârise, Abdullah b. Mes’ud, Zübeyr b. Avvam, Talha b. Ubeydullah, Abdurrahman b. Avf, Sa’d b. Ebî Vakkas, Abdullah b. Ömer, yaşları 14 ile 17 arasında gençlerdi. Bu günün gençlerinin de kendilerine din iyi anlatıldığında, İslâm’ın güzelliklerini anlayacaklarına, yaşayacaklarına ve bu tüm insânlığa bu aydınlığı taşıyacaklarına tüm kalbimle inanıyorum. Şu bir gerçek ki; “yeryüzünde doğan her çocuk, Allah’ın kullarından ümit kesmediğinin bir delilidir.

Necmettin Şahinler

Kuşaksız Dergisi, Temmuz 2022 sayısında yayınlanmıştır.

  1. Tîn 95/4. ↩︎
  2. Alak 96/2. ↩︎
  3. Fussilet 41/6. ↩︎
  4. A’râf 7/179. ↩︎
  5. Bakara 2/165. ↩︎
  6. Yûsuf 12/87. ↩︎