Allah’ın “Kün!” emri ile yeryüzü sahnesine çıkan her varlık Allah’ın bir kelimesi ve dolayısıyla âyetidir. Bu kelimelerin en mükemmeli de insandır. Başka bir ifâde ile insan Allah’ın en anlamlı âyetidir. Her âyetin lâfzî/dış mânâsı yanında bir de iç/bâtınî/işârî mânâsı vardır. Kur’ân, Hz. Îsâ’dan söz ederken, onun “Allāh’ın bir kelimesi”1 olduğunu söyler. Öyleyse seçilmiş her peygamber gibi Hz. Îsâ da Allah’ın bir âyetidir. Bu noktadan baktığımızda kelime olarak tanımlanan Hz. Îsâ’nın da bir “muhkem” bir de “müteşâbih” yönü vardır. Bir “teşbîh” vizyonuna sâhip olan Hz. Îsâ’nın söylediği sözleri, kullandığı terimleri/kavramları “te’vîl” etmeden ve semantik bir çözümlemeye tâbî tutmadan sadece lâfzî/muhkem yönüyle almak onun öğretisini ve maksadını anlamamızda bizi yanlış yollara/çıkarımlara götürebilir. Sadece biraz yukarıda kısa bir pasaj olarak verdiğimiz “Dağ Vaazı”ndan bir bölüme bakmak bile bize bu konunun önemini hatırlatacaktır. Bu nedenle olacak ki Hz. Îsâ “Toma’ya Göre İncîl”in daha ilk âyetinde kendi sözleri için şu tespiti yapmaktadır: “Bu sözlerin te’vîllerini bulan asla ölümü tatmayacaktır.”
Hz. Îsâ’nın sözlerinde ön plana çıkan üç önemli anahtar kavram “Baba, Oğul ve Melekût” kavramlarıdır. Şimdi bu kavramları sırasıyla açıklamaya çalışalım. Hristiyanlar sözlerinde ve yazılarında, Allah’a “Baba” ya da “Allah Baba”demektedirler. Bu, onların Eski Ahid’den2 miras aldıkları ve Yeni Ahid’de3 de Hz. Îsâ’nın ağzından duydukları bir gelenektir. Ataerkil toplumlarda Baba, ailenin reisi olmak yönüyle daima; kudreti, otoriteyi, ailenin rızkını sağlamayı, ailenin düzenini kontrol etmeyi, aile ferdlerinin geleceğine karar vermeyi temsîl etmektedir. Babanın bu beşerî fonksiyonlarının çok ötesinde, bu kabil fakat evrensel fonksiyonları olan Allah’a yakınlık sağlamak, herkesin göstermesi gereken saygıyı sağlamak için ona da istiâre/metafor yoluyla Baba denilmiştir. Fakat şirke kapı aralama ihtimâline binâen İslâm, Allah’ın bu gibi beşerî bir isimle anılmasına müsaade etmemiş ve İhlâs Sûresi’nin içeriğiyle ve Yûnus 10/68, Nahl 16/101, İsrâ 17/111, Ankebût 29/35, Enbiyâ 21/26, Zuhruf 43/82. âyetleriyle Hz. Îsâ’nın Sünnet’inin bu vechesini kaldırmış ve Allah’a mecâzî bile olsa babalık izâfe etmeyi yasaklamıştır. Kısaca, Hz. Îsâ’nın indinde “Baba” kavramı Allah veyâ Rabb isminin karşılığı olarak kullanılmıştır.
“Oğul” kavramına gelince, Hz. Îsâ bu kavramı “Hayy Olan’ın Oğlu” veya “Baba’nın Oğlu” şeklinde daha çok kendisini isimlendirirken/tanımlarken kullanmaktadır. Şüphesiz buradaki Oğul’un Baba ile bağıntısı, biyolojik yani maddî bir zürriyete karşılık gelen durum değildir. Bu metaforu dar/nesnel/sınırlı/kıt/dünyevî bir akıl ile çözebilmek kolay değildir; çünkü bu ifâdelerin ardında zor bir kavramsal yapısı bulunmaktadır. Bu yapı bizim “Mi‘râc” adını verdiğimiz –Allāh tarafından lutfedilen– otantik ve ontolojik bir tecrübeyle, rûhânî bir şölenle yakından ilgilidir. Mi‘râc “kesbî” değil “vehbî” bir olaydır ve kısa tanımıyla insanın, bedeninin ölümü vukū bulmadan önce, Yaradan’ına kavuşmasının idrâkini yaşamasıdır. Bu mânevî tecrübe esnâsında insan Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna yükseltilir ve kendi dünyevî zâtiyetinin Hakk’ın Zât Nûru’nda yok/fânî olduğunun idrâkini yaşar. Bunu yaşarken de aslında Hakk ile Hayy ve Bâkî olduğuna şâhit olur. Sonra insan Zât Nûru’ndan yepyeni bir hayat bulduğunun idrâki ile tekrar bu dünyânın realitesine geri gönderilir. Bir anlamda insân Zât Nûru’ndan yeniden doğmuş gibi olur. Hz. Îsâ’nın da “Oğul” ile kastettiği budur veya “Oğul” olarak vasfedilmesinin hakîkati budur. Oğullar babalarının vârisleri ve babaların görülmedikleri/olmadıkları yerde de onların adına işlerini yürütmekle yükümlü kimseler yani halîfeleri olurlar. İşte Hz. Îsâ’nın kendisine “Baba’nın Oğlu” demesi, kendisinin hem Allah’ın velîsi hem de O’nun yeryüzündeki halîfesi olduğu anlamındadır. Bu ifâdeye “Rabb’inin Kulu” da diyebiliriz.
Hz. Îsâ’nın sıkça kullandığı ve bir hedef olarak gösterdiği “Melekût” kavramı ise İncîller’in en sırlı kavramlarından biridir. Bu ifâde yalnız başına kullanıldığı gibi “Göklerin Melekûtu” veya “Baba’nın/Rabb’in Melekûtu” şeklinde de kullanılmaktadır. Hz. Îsâ sözleriyle/sohbetleriyle Melekût’un özellikleri, Melekût’un neye benzediği ve Melekût’a nasıl girileceği hakkında bize bazı ipuçları vermektedir. Bu sözlerini şöyle özetlememiz mümkündür. Hz. Îsâ’ya göre Melekût, insanın içindedir ve baş gözüyle görülebilen bir şey değildir. İnsanın, Melekût’u tanımasının/bilmesinin önündeki tek engel kendi nefsidir. Bu nedenle “Âlemi tanıyıp da kendi nefsinden câhil olan, her mânevî makamdan mahrûm olur” demiştir. Anlaşılıyor ki; Melekût, görünenin ardında/bâtınında ve nefsin bilinmesiyle ulaşılabilecek bir makamdır. Hz. Îsâ “Nefsini bilenlerin Hayy Olan Baba’yı da bileceklerini” söyler. Dikkat edilirse bu ifâde Hz. Peygamber’in “Nefsini bilen Rabb’ini bilir” hadîsiyle de paralellik göstermektedir. Bu sözlerden “Nefs ile Rabb”in özdeş olduklarına dair yanlış bir algı çıkarılmamalıdır. Bu yalnızca, insanın nefsinden câhil olmasının “Hayy Olan Baba’yı/Rabb’i” bilmesine engel olacağına işâret etmek içindir. Ama gerçek olan şudur ki, nefsini bilen sadece “Hayy Olan Rabb’i” bilmekle kalmayacak aynı zamanda Melekût’u da bulmuş olacaktır.
Hz. Îsâ’ya göre Melekût’a girmenin yolu ve yordamı veya olmazsa olmaz şartı “irfân”dır. İrfân, herkesin idrâk edemeyeceği/ulaşamayacağı, Zâhir’in ardındaki Bâtın’a ait bilgi demektir. İrfânın nasıl elde edileceğini ise Hz. Îsâ çok açık bir benzetmeyle anlatır ve şu örneği verir: “Şu süt emen bebekler tıpkı Melekût’e dâhil olanlara benzer”. Süt emen bebekler Şehâdet Âlemi’ndeki farkları henüz seçememektedirler. Çünkü onlar için bir ile iki, iç ile dış, yukarı ile aşağı, erkek ile dişi arasında bir fark idrâki yoktur. İşte onlar, Melekût’e girmiş yani her şeyin ardındaki/bâtınındaki “Vahdet”i idrâk etmiş olanlara bu yönleriyle benzemektedirler. Ne zaman ki süt emen bebeklerin nefsleri kuvvetlenmeğe başlar da kavramlar ve bu kavramların maddî temsilleri arasındaki farkları seçmeye başlarlar, artık halleri de Melekût’un dışında olanların hâlini andırır. Artık öyle bir idrâk düzeyi oluşur ki, buradan îtibâren insân Şehâdet Âlemi hakkında ne kadar bilgi sâhibi oluyorsa Melekût’tan da o kadar uzaklaşıyor demektir. Bir de konuya ters yönden bakacak olursak; insân, zâhirdeki eşyâyı ne kadar farklarını izâle edici yani vahdânî bir bakışla idrâk ederse Melekût’a da o kadar yaklaşacak demektir, ya da nefsini ne kadar zayıflatırsa Melekût’a girmesi o kadar kolay olabilecektir.
Hz. Îsâ, Melekût’e girmeyi hak edenleri de “münzevîler, seçilmişler, fakirler, dünyâya karşı oruçlu olanlar ve Baba’nın/Rabb’in hükmüne boyun eğenler” olarak açıklamaktadır. Münzevîler, nefislerinin kendilerine Kesret olarak gösterdiği kalabalıktan kurtulup Vahdet neşesine varmış olanlardır. Seçilmişler, Allah ya da O’nun yeryüzündeki halîfesi/Oğlu tarafından seçilmiş olanlardır. Fakirler, nefislerini hevâ ve hevesleri yönünden fakirleştirmiş olanlardır. Dünyâ’ya karşı oruçlu olanlar, Dünyâ’yı reddetmeyen ama onun tahrîk ettiği lezzetlere ve şehvetlere karşı bilinçli bir şekilde direnip de nefislerine irâdî bir boyunduruk vurmuş olanlardır. Rabb’in/Baba’nın hükmüne boyun eğenler ise Allah’ın ezeldeki hükmüne yani “Kader”e bilinçle teslimiyet gösterenlerdir.
Bütün bu ifâdelerden sonra anlıyoruz ki; Melekût genel anlamıyla İslâm’daki “Bâtın” kavramıyla, özel olarak da Cenâb-ı Hakk’ın Zât Nûru ile çakışmaktadır. Melekût’u tanımaktan maksat ise bâtını idrâk etmek, Melekût’e girmek ise “Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna Mi‘râc etmek” etmektir.
Necmettin Şahinler
Yazarın Zeytin Dağı Sohbetleri (İnsan Yayınları, 2015) adlı kitabından alınmıştır.
- Nisâ 4/171: “Yâ ehlel kitâbi lâ taglû fî dînikum ve lâ tekûlû alâllâhi illel hakk(hakka) innemel mesîhu îsebnu meryeme resûlullâhi ve kelimetuh(kelimetuhu), elkâhâ ilâ meryeme ve rûhun minh(minhu), fe âminû billâhi ve rusulih(rusulihî), ve lâ tekûlû selâseh(selâsetun) intehû hayran lekum innemâllâhu ilâhun vâhid(vâhidun), subhânehû en yekûne lehu veled(veledun), lehu mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard(ardı) ve kefâ billâhi vekîlâ(vekîlen).” ↩︎
- Tevrat. ↩︎
- İncîl. ↩︎