Şaban ayının sonlarıydı. Oruç tutulacak Ramazan ayına az kalmıştı. Selmân, bu ay içerisinde önemli değişikliklerin olacağını sezinliyordu. Çünkü Hz. Peygamber’i çok düşünceli görüyordu. Sorduğunda da tatmin edici bir cevap vermiyordu Hz. Peygamber. Hudeybiye anlaşmasına göre Müslümanlar ile müşrikler on yıl birbirleriyle savaşmayacak ve anlaşmayı da bozmayacaklardı. Fakat Hz. Peygamber Mekke’yi aklından çıkaramıyordu. Doğduğu, büyüdüğü, hicret etmek zorunda bırakıldığı ve üstelik her namazda yöneldiği Kâbe’nin putlarla dolu olmasını ve müşriklerin elinde bulunmasını içine sindiremiyordu. Hz. Âdem’den Hz. İbrâhim’e kadar uzanan tevhid mirasının yeniden inşâsı için Mekke’ye sâhip olmak gerekiyordu. Gerçi bu düşüncelerini kimseye açmıyor, sır gibi içinde saklıyordu Hz. Peygamber. Ama beklenmedik bir gelişme oldu. Kureyşliler anlaşmanın bir maddesini tek taraflı olarak bozdular. Haber Hz. Peygamber’e ulaştığında ise artık Mekke’de tevhid bayrağının dalgalanmasının zâhirî sebebi ortaya çıkmış, fetih için arada bir engel kalmamıştı. Ama bu durum, başlarına gelecekleri tahmin ettiklerinden müşriklerin endişelerini arttırmıştı. Anlaşmayı yenilemek için Ebû Süfyân’ı acele Medîne’ye göndermişlerdi. Ne var ki Ebû Süfyân burada umduğunu bulamayacak ve ümitsizlik içinde Mekke’ye dönecekti.
Ebû Süfyân’ın gelişinde ilginç bir olaya tanık olmuştu Selmân. Ebû Süfyân, Medîne’ye gelmişken Hz. Peygamber’in eşleri arasında bulunan kızı Ümmü Habîbe’yi de görmek için ziyâretine gitmiş, tam Hz. Peygamber’in minderine oturacakken, Ümmü Habîbe buna izin vermemişti. Babasının: “Kızım! Anlayamadım, sen bir minderi mi benden esirgiyorsun?” sorusuna da şu cevabı vermişti: “Bu Hz. Peygamber’in minderidir. Sen ise şirk içerisindesin! Böyle birinin Resûlullāh’ın minderine oturmasına gönlüm asla râzı olmaz.” Arkasından kendisini îmana çağıran sözleri de işitince ne yapacağını şaşırmıştı Ebû Süfyân. Sonra da öfkeyle çıkmıştı yanından. “Îman budur” işte dedi Selmân. Baba da olsa, anne de olsa “îmana karşı küfrü seviyorlarsa”1 onlar dost edinilmez. Kim bilir kendi baba ve annesi ne yapıyorlardır şimdi? Yaşıyorlar mıydı yoksa göçmüşler miydi? Bu zamana kadar hiçbir haber alamamıştı onlardan. Selmân gönlünü yokladığında artık onlar için bir şey hissetmediğini anladı. Îman küfür noktasında, öyle olaylar görmüş, öyle acılara ortak olmuştu ki kendi ayrılış hikâyesi onların yanında hafif kalıyordu. İster istemez bir âyet takıldı diline; şöyle diyordu: “Allāh’a ve Âhiret Günü’ne (gerçekten) inanan, ama (aynı zamanda) babaları, oğulları, kardeşleri yahut (öteki) akrabaları bile olsa Allāh’a ve Elçisi’ne karşı çıkanları seven bir toplum göremezsin.”2
Hz. Peygamber, Mekke üzerine yapacağı fethi bir sır olarak herkesten saklamıştı. Ordu hazırlanıyordu ama hiçkimse “Düşman kim?” sorusuna cevap veremiyordu. Çadırlar develere yüklenmiş, sancaklar açılmıştı. Muhâcirlerin üç sancağı vardı ve bunlardan biri de Hz. Ali’nin elindeydi. Selmân da o sancağın altında her zaman ki gibi yerini almıştı. Ordu Merrü’z-Zehrân’a geldiğinde Hz. Peygamber mücâhidlerin her birinden ateş yakmasını istedi. İşte o gece, on bin ateşin yakılmasıyla ortalık göz kamaştıran bir manzaraya büründüğünde Mekkeliler etraflarının sarıldığını geç de olsa anladılar. Bir zaman hicrete zorladıkları insân şimdi karşı konulamayacak kadar büyük bir orduyla yanı başlarına kadar gelmiş bulunuyordu. Şehre girerken Hz. Peygamber devesi Kasvâ’nın üzerinde tevâzu ve mahviyetten öylesine başını öne eğmişti ki, neredeyse sakalı devenin semerine değecekti.
Merrü’z-Zehrân’a gelirken yolda yaşanan bir hâdise Selmân’ın çok ilgisini çekmişti. Ramazan ayı içerisinde bulunulduğundan herkes oruçlu idi. Fakat Hz. Peygamber bir adam göndermiş ve herkesin oruçlarını açmalarını söylemişti. Hz. Peygamber’in bu sözüne rağmen bazıları “iftar vaktine çok yaklaşılmış olduğunu söyleyerek” oruçlu kalmakta ısrar etmişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber bir ikindi vakti herkesin gözü önünde orucunu açmış ve “hâlâ oruçlu kalmaya devam edenler isyân içindedirler”3 sözünü üç kez tekrarlamıştı. Halbuki sefer halinde orucun bozulması Kur’ân tarafından da serbest bırakılmıştı.4 Bu Kur’ânî serbestiye ve Peygamber’in emrine rağmen oruçlu kalmaya devam edenler ordu bünyesinde rahatsızlıklara yol açacaklardı. Çünkü oruçlu olanlar, oruçlu olmayanları hor görecek, takvâ bakımından zayıf insânlar olduklarını düşüneceklerdi. İşte bu istismarın önlenmesi için Hz. Peygamber böyle bir tavır göstermişti. Aynı zamanda ordu düşmana karşı da güçlü olmak durumundaydı. Selmân bir kez daha Hz. Peygamber’in sıkça söylediği: “Allāh, koyduğu yasaklara uyulmasını sevdiği gibi, koyduğu kolaylıkların uygulanmasını da sever”5 sözünü hatırlamıştı.
Hz. Peygamber’i devesinin üzerinde zırhını ve miğferini giymiş, kılıcını kuşanmış olarak gördüğünde “tarihe şâhit oluyorum” diye içinden geçirdi Selmân. Evet, tarih birazdan Mekke’nin fethini yazacaktı. Yükselen tekbirler arasında Hz. Peygamber, Kâbe’in güney-doğu köşesine gitmiş ve asâsıyla Hacerü’l-Esved’e dokunarak tavafa başlamıştı. Sonra Kâbe’nin çevresini sarmalamış putlara yönelmiş ve onlara asâsıyla dokunarak hepsini yüzüstü düşürmüştü. Dilinde de şu âyet vardı: “Değişmeyen gerçek geldi, sahte ve tutarsız olan yıkılıp gitti; zaten sahte ve tutarsız olan er geç yıkılıp gitmek zorundadır.”6 Savaşsız ve kan dökmeden gelmişti fetih. Şimdi Kâbe’nin çevresinde tüm Mekkeliler toplanmış, Hz. Peygamber’in kendilerine nasıl bir tavır takınacağının endişesi içinde bekliyorlardı. Ama Rahmet Peygamberi onları rahatlatacak şu cümlelerle başladı söze. Ben kardeşim Yûsuf’un söylediklerini söylüyorum: “Bugün size karşı sorgulama yoktur. Sizi Allāh bağışlasın. O merhametlilerin en merhametlisidir.”7
Seni yaşadığın topraklardan çıkaranlara, seninle savaşanlara, sana ve arkadaşlarına en büyük işkence ve acıları tattıranlara karşı böylesine bir merhamet göstermek ancak “Âlemlere rahmet olarak gönderilen”8 bir peygambere özgüdür diye düşündü Selmân. Şaşırmamıştı fakat başını döndürmüştü bu rahmet. Hele Safâ tepesinde Hz. Peygamber’e biat etmek için gelen hanımlardan birini gördüğünde kalbi yerinden çıkacaktı. Hz. Hamza’nın ciğerini çiğneyen, organlarından kendine bilezik, halhal yapan Hind, şimdi tanınmamak için yüzüne peçe takmış ve İslâm’ı seçtiğini söylemek üzere Hz. Peygamber’in huzuruna çıkmıştı. Daha sonra peçesini çıkaran ve kendisini tanıtan bu kadını Hz. Peygamber “Hoş geldin” ile karşılamış ve onu affetmişti. Bir başkası da Hz. Peygamber’in yanında tir tir titreyen bir bedevî idi. Hz. Peygamber bunu farketmiş ve: “Sakin ol! Ben hükümdar değilim. Ben, Kureyş kabîlesinden kurutulmuş et yiyen bir kadının çocuğuyum”9 demişti. Bir taraftan rahmet, diğer taraftan tevâzu “kul bir peygamberin” değişmez vasfıydı.
Geceyi Mescid’e yakın bir çadırda geçirdi Selmân. Ama gözüne uyku girmemişti. Biraz sonra Bilâl’in sabah namazına çağıran sesi duyulduğunda gözleri dolmuştu. O da zamanında kendisi gibi bir köleydi ve bu topraklar üzerinde -îman ettiği için- efendisi tarafından kızgın kumlar üzerine yatırılmış, göğsüne ağır kayalar yerleştirilmişti. İnkâr yerine tek bir sözcük çıkmıştı Bilâl’in dudaklarından: “Allāh Ahad.” Şimdi ise özgürlüğün, sadece Allāh’a köle olmanın tadını çıkarıyordu. Putlardan temizlenmiş Kâbe’nin yanından insânları “Salâh’a ve Felâh’a” çağırıyordu. Ezan bitince daha dayanamadı Selmân, bulunduğu yerden Bilâl’in yanına gitti ve “Kardeşim!” diyerek sımsıkı kucakladı onu. Ne olduğunu anlamamıştı Bilâl; ama Selmân’ın gözyaşları her şeyi anlatıyordu. Siyah derisi pırıl pırıldı Bilâl’in. Kulağına eğildi ve şöyle söyledi Selmân: “Bizi kardeş yapan Allāh’a hamdolsun Bilâl!” Sonra Asr Sûresi’ni okuyarak ayrıldı elleri birbirinden: “Düşün zamanın akıp gidişini! Gerçek şu ki, insân ziyandadır; meğer ki îmana erip doğru ve yararlı işler yapanlardan olsun, ve birbirlerine hakkı tavsiye edenlerden, birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden…”10
Mekke’nin fethi her şeyin bittiğini ve mutlu sona erişildiğini göstermiyordu. Hayat devam ediyordu ve mücadele kıyamet sabahına kadar sürecekti. Ve insân için “boş zaman” diye de bir şey yoktu. Yaratıcı Kudret bunu İnşirâh Sûresi’nde çok açık vermişti: “Zorluğun yanında bir kolaylık muhakkak vardır. O halde boşalır boşalmaz bir işe koyul.”11 Yani bir işten boşalır boşalmaz yeni bir işe girişmek. Aynen böyle oluyordu. Şimdi Hz. Peygamber Hevâzin kabîlesi üzerine yönelmişti. Mekke’nin başına da fetih günü Müslüman olan ve henüz yirmi yaşında bir genç bulunan Attâb b. Esîd’i vâli tayin etmişti. Muâz b. Cebel’i de yeni Müslümanlar’a dînî konularda yardımcı olması için Mekke’de bırakmıştı. İki ordu Huneyn vâdisinde karşı karşıya geldi. Bu sefer çok kalabalıktı Müslümanlar’ın ordusu. Hatta bazı kişiler “artık bugün azlık yüzünden mağlup olmayız” diyorlardı. Bu sözler çok savaş tecrübesi geçirmiş olan Selmân’ın hiç hoşuna gitmemişti. Zaferi getiren tek unsurun kalabalıklar olmadığını biliyordu. Geçmişte Hendek’te, Mûte’de bunun örnekleri görülmüştü. Sayıca az olan Müslümanlar Allāh’ın yardımıyla kendilerinden kat kat üstün olan kalabalıkları mağlup etmişlerdi. Şimdi ise çoklukları ile övünüyorlardı. Zor bir savaş olacağı baştan belliydi. Önce Müslümanlar bozguna uğradılar, sonra toparlandılar ve düşman ordusunu bozguna uğrattılar. Çok sayıda esir ve ganîmet elde ettiler. Kur’ân bu gerçeği şöyle anlatıyordu:
“Gerçekten de Allāh, [sayıca az olduğunuz zaman] pek çok savaş meydanında size yardım etmişti; ve Huneyn Günü’nde de, o sayıca çokluğunuz sizi kurumlandırdığı ama (tek başına) pek bir işinize yaramadığı o gün de [öyle yapmıştı]; çünkü yeryüzü, bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti de arkanızı dönüp geri çekilmiştiniz. Bunun üzerine, Allāh, Elçisi’nin ve inananların içlerine katından bir sükûnet indirmiş, görmediğin güçlerle donatmış ve hakkı inkâra şartlanan kimseleri azâba uğratmıştı; ki, hakkı inkar edenlerin cezası da böyledir zaten!”12
Savaş bittiğinde esirler arasında bir kadının sözleri dikkatini çekmişti Selmân’ın. Kendisine yapılan bazı sert davranışlar üzerine, adının Şeymâ olduğunu söyleyen bu kadın “Ben sizin Efendinizin süt kardeşiyim” diyordu. Ama pek de kimse inanmıyordu ona. Selmân: “Bunu anlamanın yolu onu Hz. Peygamber’e götürmektir” dedi. İyi ki de böyle söylemişti. Hz. Peygamber’in kadirşinaslık yönünü bir kez daha görme fırsatı doğmuştu. Hz. Peygamber bu hanıma: “Bunu nasıl ispatlarsın?” diye sordu. Şeymâ: “Omuzumda bulunan diş izi ile. Onu sen ısırmıştın” dedi. İzi gören Hz. Peygamber, süt kardeşi Şeymâ’yı tanımıştı. Şimdi bu izden geçmiş çocukluk günlerinin hatırasına dönmüştü Hz. Peygamber. O kadar ki Şeymâ’yı ridâsını serip üzerine oturttu. Saatlerce koşuştukları, gezdikleri, oynadıkları yerleri birbirine anlattılar. Gözleri dolu dolu olmuştu Hz. Peygamber’in. Süt annesini ve babasını da sordu. Şeymâ, onların ikisinin de çoktan ölüp gittikleri söyledi. Hz. Peygamber Şeymâ’ya: “İstersen yanımda otur, istersen faydalanacağın mallar verip seni kabîlenin yanına göndereyim” dedi. Şeymâ, ikinci şıkkı tercih etti ve aynı zamanda Müslüman olduğunu da açıkladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber Şeymâ’ya bir kadın ve bir erkek köle verdi, yakınları için de birçok hediyeler gönderdi.
Huneyn savaşından kaçanların bir kısmı Tâif kalesine kapanmışlardı. Burası neredeyse şirkin son sığınak yerlerinden biriydi. Hz. Peygamber şimdi askerleriyle birlikte Tâif’e doğru ilerliyordu. Tâif, Hz. Peygamber’in seneler önce hayatının en acıklı ve ıstıraplı günlerini yaşamış olduğu bir yerdi. Peygamberliğinin ilk dönemlerinde Kureyşliler’den gördüğü ezâ ve cefâ üzerine Hz. Peygamber Tâif’e gitmiş ve onlardan kendisini himâye altına almalarını istemişti. Ama ne var ki onlar, bu teklifi kabul etmedikleri gibi Hz. Peygamber’i kavimlerinin ayak takımına taşlatmışlar, ayaklarını kan revan içinde bırakmışlardı. Bu çirkin tavırlarına rağmen Hz. Peygamber onlar için hayır duâ yapmaktan geri kalmamış ve şöyle demişti: “Allāhım bu kavmimi doğru yola ilet, çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar.” Hz. Peygamber’in kendisini taşlayan putperestlere bile “benim kavmim” demesi onun tüm insanlığı kuşatan sınırsız merhamet ve şefkatinin bir yansımasıydı.
Tâif şehrini kuşatan surlar dışarıdan gelenlere karşı güçlü bir koruma oluşturuyordu. Aradan yirmi gün geçmesine rağmen hâlen olumlu bir sonuç elde edilmemişti. İşte bu sırada Selmân, Hz. Peygamber’in istişâre yapmak üzere kendisini yanına çağırdığı haberini aldı. İstişâre sonucunda Selmân, Hz. Peygamber’e mancınık13 ve debbâbe14 kullanılmasını önermişti. Hz. Peygamber’in bunu kabul etmesi üzerine de bu savaş âletlerini diğer sahâbîlerin yardımıyla kendisi yapmaya başladı. Kısa zamanda yapılan mancınık ve debbâbeler ne yazık ki istenilen başarıyı getirememişti. Çünkü Tâif surları mancınık taşları ile etkilenmeyecek kadar güçlüydü. Debbâbeler ise üzerlerine kale duvarlarından atılan kızgın demir ve büyük kaya parçaları yüzünden iş göremez hâle gelmişti. Sonunda Hz. Peygamber, uzun süren kuşatmadan bir sonuç alınamayacağını ve Tâif’tekilerin de tek başına İslâm için bir tehdit oluşturamayacağını anlayınca kuşatmayı kaldırmıştı. Üstelik onlar için “Allāhım Tâif halkına doğru yolu göster, onlar da bizim topluluğumuza katılsınlar” şeklinde duâ etmişti. Gerçekten de kısa bir süre sonra Tâif halkı Hz. Peygamber’in huzuruna gelerek Müslüman olmuşlardı.
Selmân bir keresinde Hz. Ömer’i şöyle söylerken işitmişti. “Fakirlikle denendik kazandık, zenginlikle denendik kaybettik.” Boşuna aklına gelmemişti bu sözler Selmân’ın. Tâif kuşatması sonrasında Hz. Peygamber’in “kalpleri ısındırılacaklar” adı altında dağıttığı hediye ve ganîmetler, bunlardan pay alamayan Ensar arasında huzursuzluğa ve hoşnutsuzluğa neden olmuştu. İçlerinden çoğu fakirdi ve hiçbiri şimdiye kadar Hz. Peygamber’den hediye almamıştı. Hediyelerin çoğu muhâcirlerin akrabaları olan Kureyşliler’e gitmişti. Üstelik hediye alanlar zaten zengin adamlardı. İster istemez Ensar şöyle düşünmeye başlamıştı: “Savaş sırasında onun arkadaşları bizlerdik. Fakat ganîmetler dağıtılırken akrabaları, kabîlesi onun arkadaşları oldu. Neden böyle olduğunu muhakkak öğreneceğiz.” Konuşulanlar Hz. Peygamber’in kulağına gitmişti ve hemen Ensar’ı toplayarak onlarla konuştu. Ve konuşmasının sonunu şu cümlelerle bitirdi: “Ey Ensar, ben sizin İslâm’ınıza güvenmişken benim insânların kalplerini ısındırmak için kullandığım dünyâ malları kalbinizde o kadar çok mu yer tutuyor. Ey Ensar, memnun değil misiniz? İnsanlar, develerini ve koyunlarını götürürken, siz evinize Allāh’ın Resûlünü beraberinizde götürüyorsunuz.” Bu sözler üzerine Ensar’ın gözyaşları sel gibi akmış ve bir tek ses hâlinde şöyle söylemişlerdi: “Biz hissemize düşen paydan râzıyız.”
O gün “Ey insânlar, hepiniz Allāh’a yönelmiş fakirlersiniz”15 âyetini çok okumuştu Selmân. Başka bir âyet daha vardı: “Allāh ganîdir. Siz ise toptan fakirsiniz.”16 Aslında anlatılmak istenen serveti/parası olmamak değildi. Zor olan, her şeye sâhip olmakla birlikte hiçbir şeyin sana sâhip olmamasıydı. Muhammedî fakr, “denî” hayattan kaçarak arzı, arzın nimet ve imkânlarını ebedî hayat için kullanmaktı. Zaten Selmân’ın şimdiye kadar Allāh ve Resûlü’nden başka kimsesi de olmamıştı. Hz. Peygamber’in “Fakirlik iftihar vesîlemdir” sözü yetmişti ona. Önemli olan Hakk’tan gâfil olmamaktı. Hakk’tan gâfil kıldıktan sonra zenginlik de aynıydı, fakirlik de. “Çok zenginler gördüm” dedi Selmân kendi kendine, “Gönül aynaları servet lekesiyle bir zerre kirlenmemiş. Nice yoksullar da gördüm ki, servetin hayâli dahi iç dünyâlarını putlarla doldurmaya kâfi gelmişti.” Ama bu düşüncelerini Ensarla paylaşmadı Selmân. Zaten çok az kişiyle dertleşir, duygularını kolay açmazdı. En çok da Ebû Zerr ile konuşmayı severdi.
Necmettin Şahinler
Yazarın Sahili Olmayan Deniz, Mabih’ten Selmân’a (İnsan Yayınları, 2010) adlı kitabından alınmıştır.
- Tevbe 9/23. ↩︎
- Mücâdele 58/22. ↩︎
- Nesâî, Sıyâm, 49. ↩︎
- Bakara 2/184. ↩︎
- Ahmed b. Hanbel, II, 108. ↩︎
- İsrâ 17/81. ↩︎
- Yûsuf 12/92. ↩︎
- Enbiyâ 21/107. ↩︎
- İbn Sa‘d, et-Tabakāt, I, 23. ↩︎
- Asr 103/1-3. ↩︎
- İnşirâh 94/6-7. ↩︎
- Tevbe 9/25-26. ↩︎
- İri taşları uzağa atabilecek şekilde yapılmış ve kale duvarlarını dövmek için kullanılmış olan eski bir savaş âleti. ↩︎
- İçine girenlerin ok, taş vb. şeylerden korunmaları için üzeri deriyle kaplanmış olan ve yuvarlanmak sûretiyle tahrip edilecek kaleye yaklaşmayı sağlayan fıçı şeklindeki savaş âleti. ↩︎
- Fâtır 35/15. ↩︎
- Muhammed 47/38. ↩︎