Sözlüklerde “yönelmek, meyletmek, sapmak” mânasındaki “Harf” kökünden türeyen “tahrîf”; “iki şekilde yorumlanması mümkün olan bir sözü bir tarafa çekmek”1 veyâ “kelimenin/sözün anlamını benzer anlamlarla değiştirmek”2 demektir. İslâm literatüründe ise tahrif, sonraki dönemlerde Yahudi ve Hristiyanların kendi kutsal metinlerini kasıtlı şekilde değiştirmelerini veya yanlış yorumlamalarını ifâde etmek için kullanılmıştır. İslâm geleneğinde Tevrat ve İncil’in tahrifiyle ilgili tartışmalar, Yahudi ve Hristiyanlar hakkında Kur’ân’da yer alan bilgiler ve onlara yöneltilen eleştirilerle başlamıştır. Kur’ân’da bu bağlamda çok sayıda âyet bulunmaktadır. Kur’an’da tahrif kelimesi Ehl-i Kitap’la ilgili olarak kelimelerin anlam ve bağlamlarının çarpıtıldığını ve ilâhî kelâmın tahrif edildiğini açıklamak üzere dört yerde geçer.3 Dil bilimcilere göre bu âyetlerde geçen tahrif kelimesi; kelimelerin lâfzının değil mânâsının bozulması anlamındadır yâ da başka bir ifâde ile müffesirlerin çoğu Kur’ân’da bahsedilen tahrifin yorum tahrifi diye anlaşılması gerektiğini düşünmüşlerdir. Bu konuyu yeri geldiğinde ileride detaylı bir şekilde inceleyeceğiz.
İşte son nebiye indirilmiş olan Kur’ân; ilâhî vahyin son kitabı olarak, kendisinden önceki kitapları tahrif eden zihniyetin yaptıklarını tashih edici/düzeltici ve yine geçmiş kitaplarda neyin gerçek neyin gerçek dışı olduğunu tasdik edici/doğrulayıcı bir metindir. Bu gerçeklik Mâide/48. âyette şöyle ifâde edilir: “Ve sana, [ey Peygamber], hakikati ortaya koyan bu ilahî kelâmı, geçmiş vahiylerden bu/güne kalanı tasdik edici ve içinde hangi doğruların bulunduğunu belirleyici 4 olarak indirdik.”5 Kur’ân’ın bu doğrulayıcı, düzeltici ve açıklayıcı yönü Yûuf/111 ve Âl-i İmrân/3. âyetlerde de vurgulanmaktadır. İlâve edilmesi gereken bir başka nokta da Kur’ân’ın önceki kitapları tasdik etme anlayışının içerisinde, onun önceki ilâhî kitaplarla temelde aynı kaynaktan gelmiş olması gerçeğiyle de örtüşmektedir.
Kur’ân’ın, başlangıçta tek ve mutlu bir topluluk olan insânlığın kendilerine ilâhî bilgi/Kitap ulaştıktan sonra nasıl ayrılığa/çekişmeye/bölünmeye/kavgaya düştüklerini anlatırken kullandığı en önemli kavram “bağy” kelimesidir. Bağy; “kıskançlık, doymazlık, azgınlık, dengesizlik, yalancılık, kibir, zulüm, zinakârlık” gibi anlamları içerisinde taşıyan bir kavramdır ve Kur’ân’da daha çok dini temsil etme görevi üstlenenlerin tutulduğu bir illet/hastalık olarak tanıtılır. Ne üzücüdür ki; insânlığın daha iyiye ve kemâle ermesi/gitmesi için gönderilen din, bu illete yakalanmış zihniyet tarafından insânlığın perişanlığına kaynaklık eden bir zulüm ve dehşet kurumuna dönüşmüştür.
Bu gerçeklik Bakara/213. âyette şöyle dile getirilir: “Bütün insânlık bir zamanlar bir tek topluluktu6; [sonra ihtilafa düşmeye başladılar], bunun üzerine Allah, müjdeci ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi ve onlar aracılığıyla hakikati ortaya seren vahiy(ler) bahşetti ki bununla insanların farklı görüşler edinmeye başladıkları her konuda karar verilebilsin.7 Buna rağmen, kendilerine hakikatin bütün kanıtları geldikten sonra aralarındaki kıskançlıktan dolayı onun anlamı hakkında ihtilafa düşenler bizzat bu [vahy]in tevdî edildiği aynı insânlardı. Ancak Allah, inananları, kendi iradesiyle, üzerinde ihtilafa düştükleri hakikate sevk etti; çünkü Allah, [ulaşmak] isteyeni doğru yola ulaştırır.”8
Dikkat edilirse âyet, insânları buluşturması/birleştirmesi/kaynaştırması gereken dini, bir ihtilaflar düğümü hâline getirerek, kine/istismara/sömürüye/saltanata dönüştüren zihniyeti tek kelime ile yâni “bağy” kavramıyla vererek bir söz mucizesi ortaya koymuştur. Üstelik Kur’ân bu âyetteki söylemini bir başka âyette daha tekrarlayarak “ehlikitap” din adamlarının yaptıklarını bize şöyle anlatır: “Allah nezdinde tek [hak] din, [insanın] O’na teslimiyetidir; daha önce vahiy verilenler, kıskançlıklarından dolayı, kendilerine [hakikat] bilgi[si] geldikten sonra [bu konuda] farklı görüşlere sarıldılar. Allah’ın mesajlarının doğruluğunu inkâr edenlere gelince; unutma, Allah hesap görmede hızlıdır.”9
Görüldüğü gibi âyette “kıskançlık” olarak çevrilen kelimenin Arapçası “bağy” kelimesidir ve müfessirlerin çoğunun burada kastedilen toplulukların Yahudi ve Hristiyanlar olduğunu söyleseler de, genel anlamda bu âyetin, dünyâ görüşlerini/inançlarını bir kısmı tahrif edilmiş ve bir kısmı da tamamen ortadan kaybolmuş olan bir vahiy üzerine bina eden tüm toplulukları kapsamış olması kuvvetle muhtemeldir. Yani, bütün bu topluluklar, ilk başta Allah’ın birliği akidesini kabul etmişler ve kişinin kendini O’na teslim etmesini –orijinal anlamıyla İslâm’ı– sahih dinin özü olarak görmüşlerdi ama sonradan “doymazlık/azgınlık/kibir/zulüm” yüzünden birbirlerini dışlamışlar ve mezhep/fırka saplantısı yüzünden bölünmüşlerdir.
Üstelik “aralarındaki birliği bozup” hizipleşen, parça parça olan bu topluluklar, yine Kur’ân’ın ifâdesiyle “yalnızca kendilerinin benimsediği öğretinin dar ve katı kalıpları içinde rahat soluk aldılar” yâni her topluluk kendi görüşlerinin hak olduğuna inandı/güvendi ve bununla sevinip böbürlendi.10 Kısaca “ellerinde bulunanla hoşnutluk duyar” oldular. Anlaşılıyor ki; Kur’ân’ın bu tespiti, ilk ağızda, şu ya da bu yoldaki muhtelif dinî gruplara, yani daha önceki vahyî tebliğlerden birini ya da ötekini benimseyen, ama zaman içinde tevhidî yoldan ayrılıp Yahudilik, Hristiyanlık gibi ayrı isimler altında hizbî bir taassup içine kapanıp katılaşan ve her biri kendi dogmalarına, kendi biçimsel, törensel uygulamalarına kıskançlıkla sarılıp diğer bütün ibâdet yollarına karşı en küçük bir müsamaha göstermekten uzak kalan gruplara işâret etmektedir.
Bütün bu âyetlerde dikkat çeken en önemli şey “bağy” ile beslenen bütün bu bölünmeleri gerçekleştiren toplulukların “kendilerine kitap/ilâhî vahy verildikten sonra” bunu yapmalarıdır. Bu da bize gösteriyor ki; insanın zihnî ayrılıklara yatkınlığı, tarihin bir arızası/tesadüfü değil, tersine, insân tabiatının Allah’ın muradı gereği olan bütünleyici bir parçasıdır. İnsânın yeryüzü sahnesindeki ilk görünüşünde yaşadığı sosyal düzen koşulları, temel ihtiyaçlara yönelik şekilde sürekli hareket etmeyi zorunlu kılan bir yapıdaydı ama ne zaman tekâmül arttıkça ve yerleşik hayata geçildikçe ihtiyaçlar değişti, eski homojenlik yerini farklılığa, çıkar çatışmalarına ve yeni egemenlik alanları açmaya bıraktı. İşte bu noktada ilâhi vahiy insânlara yol göstermek için devreye girdi ve böylece “Ehl-i Kitap” topluluklar meydana çıkmış oldu. İşte bundan sonradır ki; Kitap yoluyla vahiyle muhatap olanlar inat ve kıskançlıklarıyla tahrip ve fesad peşinde koşup o günden bu güne her coğrafyada “din gerçeğine din adı altında” en büyük zulmü yapmışlardır.
Ehl-i Kitap, kitap sahibi olanlar, peygamberler tarafından getirilmiş kitapların birine inananlar gibi anlamlar yanında, yazmayı bilenler, izlemekte oldukları bir kitaba sahip bulunanlar, kitap okuma alışkanlığı olanlar gibi anlamlara da gelir. Kitap vahyin adlarından biri olduğuna göre Ehl-i Kitap, “vahye muhatap olmuş topluluk” anlamına gelecektir ve bu anlamda her topluluk kitap ehlidir. Çünkü Kur’ân, her topluma mutlaka bir peygamber gönderildiğini bize söylemektedir.11 Öte yandan Kur’ân, peygamberlerin sayısını kendi bünyesinde adı geçenlerle sınırlamamıştır. Haklarında bilgi verilen peygamberler yanında, kendilerinden bahsedilmeyen peygamberler de vardır. O halde kitap sahibi topluluklar, Kur’ân’da adı geçenlerden ibaret değildir.
Kur’ân’ın, Hz. Peygamber’in ve fıkıhçıların ortak kullanımıyla Ehl-i Kitap deyimi özel çerçevede Yahudiler ve Hristiyanları ifâde eder. Bununla beraber, deyimin diğer Kur’ânsal boyutlarını dikkate almamızı engelleyecek hiçbir âyet yoktur. Ehl-i Kitap, tevhid dini olan peygamberli dinlerin İslâm’dan önceki temsilcileri ve taşıyıcılarıdır. Kur’ân bu topluluğun kendilerine verilen emaneti yozlaştırdıklarını, peygamberleri öldürmeye, hatta Allah’a ortak koşmaya kadar giden kötülükleri işlediklerini söyler ve sık sık hatalarını düzelterek onları doğruya, insaflı olmaya, Allah’a verdikleri sözü tutmaya çağırır.
Ehl-i Kitap’ın en büyük hatası, ilâhî vahyin son temsilcisi olan Hz. Peygamber’i tanıyıp dinlememeleridir. Onların bu yanılgısına sebep, ellerindeki vahiy ürünü kitapları art niyet ve çıkarcılıktan uzak bir mantıkla okumamalarıdır.12 Kur’ân buna, “kitabın bir kısmını okuyup diğer bir kısmını görmemezlikten gelmek” diyor.13 Bu, yine Kur’ân’ın ifâdesiyle, kendilerine bir Allah elçisi geldiğinde, ellerindeki kitabın o elçiye ilişkin beyanlarını göz ardı ederek inkâra gitmek şeklinde sergilenen bir davranıştır.14 O hâlde Ehl-i Kitap’ın Hz. Peygamber’i inkârları bir bilgisizlik, delilsizlik olayı değil, bir inat ve haset olayıdır.15
Kur’ân’ın Ehl-i Kitap konusunda dikkatimizi çektiği bir başka konu da onların kendilerine tam uymayanlardan hoşnut olmamaları/olamayacakları gerçeğidir. Bu uyarı Hz. Peygamber’in şahsından “Müslim”lere şöyle yapılmıştır: “Sen onların inanç sistemine uymadıkça ne Yahudiler ne de Hristiyanlar senden memnun olmayacaklar. De ki: Dinleyin! Allah’ın rehberliği tek doğru rehberliktir. Ve doğrusu, sana ilim geldikten sonra onların sapık görüşlerini takip etmeye devam edersen ne seni Allah’ın elinden alacak bir kimse bulursun, ne de bir yardımcı.”16
Âyette de “inanç sistemi” olarak çevrilen ifâdenin aslı “millet”17 kelimesidir ve burada “din” değil de “millet” kelimesinin kullanılmış olması çok ilginçtir. Bu demektir ki; Ehl-i Kitap’ın uymaya çağırdıkları ve çağıracakları, saf din değil; dine de bünyesinde yer vermekle birlikte, siyasi-sosyolojik unsurlar içeren bir millettir. Batıda dinin siyasal, ırksal ve coğrafi değerlere bir türlü egemen olamadığını gördükçe Kur’ân’ın bu ifâdesindeki uyarıya hayranlık duymamak mümkün değildir. Mademki, Ehl-i Kitap kendi milletlerinin/milliyetlerinin uydusu olmayanları sevmezler, o halde onlar evrensel bir ruhun gönül dostu olmaya da layık değillerdir.18
Kur’ân, Ehl-i Kitap kitlelerin tümünü, Allah’ın birliği etrafında beraberliğe çağırmaktadır. Âl-i İmrân/64. âyet bu noktada tarihin ilk birlik çağrısıdır: “De ki: Ey geçmiş vahyin izleyicileri! Sizinle bizim aramızdaki şu ortak ilkeye gelin: Allah’tan başka kimseye kulluk etmeyeceğiz, O’ndan başka hiçbir şeye ilâhlık yakıştırmayacağız ve Allah ile birlikte insânları rab edinmeyeceğiz. Ve eğer yüz çevirirlerse de ki: Şahit olun ki biz kendimizi O’na teslim etmişiz!”19
Âyetin son ifâdesinde bu çağrıyı yapanların kendilerini “Müslîm” olarak tanımlamaları çok dikkat çekicidir. Bir başka konu âyette geçen “bazımız bazımızı rabler edinmesin” ifâdesidir. Bunun ne anlama geldiği Hz. Peygamber’e sorulduğunda O şöyle cevap vermiştir: “Din temsilcilerinin sözlerini Allah kelâmı gibi benimsemek, onları rab edinmek olur. Hristiyanlar bunu yapmıştır.” Şüphesiz Hz. Peygamber’in bu sözünde din bahsinin en önemli noktası yer almaktadır. Tarih içinde, Allah’ın, insânı mutlu etmek için gönderdiği dinin, insânın başına bir felâket kasırgası gibi musallat olması, din adına söz sahibi yapılan bazı kişilerin, gizli bir biçimde kendilerini ilâh etmeleri ve bunu da dinin bir gereği gibi göstermeleri yüzündendir.
Necmettin Şahinler
Mirat Haber, 17 Kasım 2023 tarihinde yayınlanmıştır.
- Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât. ↩︎
- Lisânü’l-ʿArab. ↩︎
- Bakara, 1:75; Nisâ, 4:46; Mâide, 5:41. ↩︎
- Muheymin sûresi. ↩︎
- Mâide, 5:48. “Ve enzelnâ ileykel kitâbe bil hakkı musaddıkan limâ beyne yedeyhi minel kitâbi ve muheyminen…” ↩︎
- Bu ifadenin Arapça aslı “Ümmet” kelimesidir. Ümmet teriminin anlamlarından biri, “bir dönemin halkı” veya “çağ/yaş”dır; ikinci anlamı ise “aynı cinsten insanlar topluluğu”, yani “kavim” veya “toplum”dur. “[Belirli] bir hayat tarzı” veya “bir davranış biçimi” şeklindeki üçüncü anlamı göz önüne alındığında, “topluluk” terimi, bu örnekte tarihsel bağlamı içindeki modern “uygarlık”/“medeniyet” kavramına oldukça yaklaşmaktadır. ↩︎
- Kur’ân, insânlığın başlangıçtaki durumunu tasvir etmek için ummeten vahideten (bir tek topluluk) ifâdesini kullanırken, ilk bakışta sanılacağı gibi, insanlık tarihinin şafağındaki efsanevî “altın çağ” düşüncesini dile getirmemektedir. Bu ayette kasdedilen şey, insanın saf zihinsel durumunun ve o ilk çağlarda içinde yaşadığı basit sosyal düzenin karakteristiği olan, içgüdüsel kavrayışların ve eğilimlerin nisbî homojenliğinden başka bir şey değildir. Bu homojenlik, beşer toplumunun mensupları arasındaki bilinçli bir uzlaşmadan çok, zihinsel ve duyusal farklılaşmanın eksikliğine dayandığından, insanın daha sonra kaydettiği tekâmül derecesi karşısında çözülmeye mahkûm idi. İnsanın düşünce hayatı daha da karmaşık/zengin hale gelirken duyusal kapasitesi ve bireysel ihtiyaçları da daha fazla farklılaştı; düşünce ve menfaat çatışmaları öne çıkmaya başladı ve insanlık, hayat görüşü ve ahlakî değerleri açısından “bir tek topluluk” olmaktan çıktı: işte ilahî rehberlik bu aşamada zorunlu hale geldi. Unutulmamalıdır ki el-kitâb, burada –Kur’an’ın başka birçok yerinde olduğu gibi– herhangi bir özel metni değil, bu şekildeki ilahî vahyi temsil etmektedir. ↩︎
- Bakara, 1:213. ↩︎
- Âl-i İmrân, 3:19. “İnned dîne indâllâhil islâm(islâmu), ve mahtelefellezîne ûtûl kitâbe illâ min ba’di mâ câehumul ılmu bagyen beynehum, ve men yekfur bi âyâtillâhi fe innallâhe serîul hısâb(hısâbı).” ↩︎
- Mü’minûn, 23:53. “Fe tekattaû emrehum beynehum zuburâ(zuburan), kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn(ferihûne).” ↩︎
- Fâtır, 35:24. “Biz seni hakîkat ehli bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik: çünkü hiçbir topluluk yoktur ki içlerinden bir uyarıcı gelip geçmemiş olsun”. ↩︎
- Mâide, 5:68. ↩︎
- Bakara, 2:85. ↩︎
- Bakara, 2:100-101. ↩︎
- Bakara, 2:121-144-146. ↩︎
- Bakara, 2:120 “Ve len terdâ ankel yahûdu ve len nasârâ hattâ tettebia milletehum kul inne hudâllâhi huvel hudâ ve le initteba’te ehvâehum ba’dellezî câeke minel ilmi, mâ leke minallâhi min veliyyin ve lâ nasîr(nasîrin).” ↩︎
- Kur’ân’da millet kelimesi biri Hz. İbrâhim, İshak ve Yakub’a nisbet edilmek suretiyle, yedisi “millet-i İbrâhîm” şeklinde olmak üzere on beş yerde geçmektedir. Millet-i İbrâhîm terkibinin yer aldığı âyetlerde Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği dinin özü bakımından Hz. İbrâhim’in diniyle aynı kabul edildiği hususu vurgulanmakta, gerek Yahudilerin ve Hristiyanların gerekse Araplar’ın saygı gösterdiği İbrâhim milletinin ayırt edici özelliğinin Hanîflik ve tevhid inancı olduğu bildirilmektedir. (Âl-i İmrân sûresi, 3:95; Nahl sûresi, 16:123). ↩︎
- Hadislerde millet kelimesi Kur’ân’daki anlamları yanında “doğuştan getirilen özellikler, fıtrat” mânasında da geçmektedir Bütün çocukların İslâm milleti üzere doğduğunu, ancak daha sonra başka dinleri benimseyecek şekilde eğitilebildiklerini ifade eden hadisin bazı rivayetlerinde millet yerine “fıtrat”ın geçmesi iki kavramın eş anlamlı olarak kullanılabileceğini göstermektedir. ↩︎
- Mâide, 5:51. ↩︎