Nefs Âlemlerinin Üstüne Çıkarılmak

Hz. Meryem ergenlik çağına girmiştir. Gelişiminin bu aşamasında fiziksel olarak gerekli yeteneklere kavuştuğu için, Ma’bed’deki hizmetine de başlamıştır. Hizmetten arda kalan zamanında ise, büyük bir coşkuyla Mihrâb’ında ibâdetlerine devam etmektedir. Ve bir gün Mihrâb’ında yalnız olduğu bir sırada meleklerin kendisine şöyle seslendiğini duyar:

“Ve o zaman melekler ‘Ey Meryem!’ dediler, ‘Allah seni seçti ve tertemiz kıldı; seni bütün dünya kadınlarının üstünde (bir konuma) çıkardı.’1

Hz. Meryem’in Allah tarafından seçilmesi (ıstıfâ), daha önce kısaca değindiğimiz Âl-i İmrân 3/33. âyetinde işâret edilen “İmrân Soyu” kapsamındadır. Hz. Meryem, âyetin ifâdesindeki sıralamaya bakılırsa yalnız seçilmekle kalmamış, aynı zamanda Allah tarafından tertemiz kılınmıştır. Şüphesiz bu temizlenme; manevî, ahlâkî ve fizikî yönleri içeren bir temizlenmedir.

Seçilmiş olmak, özel bir alandır ve seçilenleri “seçilmişlik derecesi” oranında İlâhî Plan’da önemli görevler, büyük sorumluluklar beklemektedir. Hz. Meryem’in de seçilmişliğinin ve arındırılmış olmasının ardında Hz. Îsâ’nın doğumunun hazırlığı vardır. Çünkü bu doğum alışılmışın dışında gerçekleşecek ve Allah’ın büyük mucizesi Hz. Meryem’in bedeninde tecellî edecektir. Bu nedenle hiçbir kadına nasib olmamış bu mucize, Hz. Meryem’i dünya kadınlarının üstünde bir konuma yerleştirmiştir.

Hz. Peygamber de, Hz. Meryem’in bu statüsünü doğrulayan bir hadislerinde şöyle söylemektedir: “Cennet kadınlarının Meryem’den sonraki lideri Fâtıma ve Hatice ve Firavun’un karısı Âsiye’dir.2

Âyette Türkçeye “dünya kadınlarının üstünde” anlamı ile çevrilen kelimelerin Arapçasına baktığımızda, “alâ nisâi’l-âlemîn” yâni “âlemlerin kadınlarının üstünde” ifâdesini görüyoruz. Bu net görüntüye ve âyette “dünya” sözcüğü geçmemesine rağmen, birçok meâl ve tefsirde “âlemîn” deyimi “dünya” olarak yer almıştır. Bu farklı kullanılış kanâatimce, âyetten çıkarılacak çok daha derin anlamların önünün kesilmesine neden olmuştur.

Kur’ân’da tekil şekli bulunmayan ve 73 yerde geçmekte olan “Âlemîn/Âlemler” deyimi, sonsuz sayıda varlık kategorilerini ifâde eder. Nisâ kelimesi ise, “Kadın” anlamında müennes/dişi bir sözcüktür ve irfânî literatürde “nefs”e işâret eder. Bu açılımları göz önüne alıp “âlemlerin kadınlarının üstünde” ifâdesini yeniden yorumladığımızda, Hz. Meryem’in Allah tarafından seçilip temizlendiğini (nefs-i safiyye) ve bunun sonucunda da “nefs âlemlerinin/makamlarının üstüne” çıktığını anlıyoruz. Hz. Meryem’in yükseltildiği makam “Rûh Makamı” yani bir anlamda “Hakîkat Âlemi”dir. Hz. Meryem ulaştığı bu rûhânî makamda yeni bir idrâk sahibi kılınmıştır ve bu idrâkin, daha sonra karşılaşacağı Hz. Îsâ’nın dünyaya getiriliş şekli ile önemli bir bağı vardır. Âyette ismi açıkça konulmasa da anlaşılıyor ki Hz. Meryem’e mi‘râc yaptırılmış ve böylece Hz. Meryem rûhânîler ve nûrânîler topluluğuna dâhil edilmiştir. Artık O’nun çocukluğu son bulmuş, şimdi yetişkin ve reşîd bir konuma gelmiştir.

İçinde bulunduğumuz “Şehâdet Âlemi” bir anlamda “Nefs Âlemi” sebeb-sonuç ilişkisi üzerine kurulmuştur. Bu âlemde yaşayan bizler, Akl-ı Meâş’ımızın bize telkin ettiği vehimle, meydana gelen her olayın sebeb-sonuç ilişkisi temeline dayandığını ve zaman içinde bir silsile teşkil ettiğini düşünürüz. Ama gerçek şudur ki: “Cenâb-ı Hakk, Ezel’de, Zât’ını bir sebeb-sonuç ilişkisiyle kayıt altına almaksızın Kader’i tâyin etmiştir.” Kader’de, yalnızca, Cenâb-ı Hakk’ın hikmeti sadece ve sadece Zâtı’na ma‘lûm olan Hükmü vardır ve bu Hüküm, sebeb-sonuç ilişkisinden bağımsızdır.

İşte Hz. Meryem de, yaşatıldığı mi‘râc’da “sebeb-sonuç âleminin” üzerine yükseltilerek bu idrâk ile donatılmıştır. Çünkü onun önceki anlayışında, bir çocuğun dünyaya gelebilmesi için mutlaka kadın ve erkeğin birlikteliği gerekliydi. Ama şimdi idrâk etti ki Allah’ın kudreti sebeb-sonuç ilişkisine bağlı değildir. O, dilediğini yaratır ve bir şeyin olmasını istediğinde sadece “Ol!” der ve o şey hemen oluverir.3

Kur’ân, Hz. Meryem’den ulaştığı bu yüce mertebenin/makamın karşılığı olarak şu isteklerde bulunur:

Ey Meryem! Rabbine huşû ile bağlan, secdeye kapan ve (O’nun önünde) eğilenlerle birlikte eğil.4

Âyetin orijinalinde geçen ve “huşû ” olarak çevrilen “kunut” kelimesi, dil bilimcilere göre, gönülden boyun eğme nitelikli itâat demektir. Huşû‘; “benliğin sessiz ve sakin kalması ve insanın korkulan yahut yüce tanınan şey karşısında kendisini zayıf ve çaresiz hissetmesi” anlamına gelir. Anlaşılan odur ki, huşû’, insanın Yaratıcı Kudret karşısındaki tavrı, kulluğun karakteristik özelliklerinden biridir.

Secde ise, kulluk tavrının en ileri boyutu, bir anlamda esasıdır. Kişinin Allah karşısında acziyetini, mahviyetini ve hiçliğini ifâde eden bir eylemdir. Secde eden Allah ile “hür ve aşka dayalı5 bir ilgi içindedir. Secde bir sûfî deyişiyle, “Rahmân olan Allah’ın kucağına eğilmektir.

Yahudilerin ve Hristiyanların bilinen ve görünen namazlarında “rükû ” bulunmamasına rağmen, âyette geçen “râkiîn” yâni “rükû‘ edenler” ifâdesi, müfessirleri epey düşündürmüş ve bu konuda farklı yorumlar yapmalarına neden olmuştur. Bu yorumlarda ortak nokta, Hz. Meryem’in “cemâatle namaz kılma” hâlinde olduğu yönündedir.

Bütün bu ifâdeler sonucu, âyetin genel havasından anlaşılıyor ki; Hz. Meryem, seçilmişliğinin, arınmışlığının ve yükseltilmişliğinin (mi’râc) karşılığı Rabbine kıyâm, rükû‘ ve secdeden oluşan bir ibâdete çağrılmaktadır. Bu çağrının amaçlarından birisi de, Hz. Meryem’in mi‘râcla kazandığı manevî hâlin, idrâkin ve cezbenin/coşkunun soğutulması ve kendisi tarafından hazmedilmesinin sağlanmasıdır.

İrfânî literatürde namazın6 kıyâmı “Hakk Mertebesi”ne, rükûu “Tecellî Mertebesi”ne, secdesi ise “Kulluk Mertebesi”ne işâret eder. Kıyâmdan başlayan ve secdede noktalanan bu eylemler serisi süreklilik arz eder ve birbiri peşi sıra bir idrâk dönüşümü olarak deverân içerisindedir. Kıyâmda yani “Hakk Mertebesi”nde (Cem) kişi kendi hakîkatinin sırrına ermiş, “Hakk ile Hakk” olmuştur. Böyle bir kişinin artık sıfatları (evsâfı) “Rûhullah7dır. 

Cem makamında mürîd Hakk’ın Zât’ıyla mevcûd;

Bu idrâk ile Hakk’a Hakk ile eder sücûd.8

Bütün zâhirî esbâb ifnâ olur gözünde; 

Sebebü’l-Esbâb9 ile fâil olur ve zinde.10

Rükû, “Hakk Mertebesi”nden tekrar “Tecellî Mertebesi”ne dönüştür. Yâni “Cem”den “Fark”a, “Zât”tan “Sıfat”a rücû’ hâlidir. Hakk bu mertebede (Hazretü’l-Cem) kişiye, sıfatları/tecellîleri ile nüzûl etmekte, görünür kılınmaktadır. Kişide artık Hakk sırlıdır ve bu kişi Hakk’ın sıfatları ile bâkîdir. “Burada göz mahfaza-i ilâhiyyeyi rü’yet eder.11

Hakk, âleme etmekte, Esmâ’sıyla tecellî.

Bunun fehmiyle doğar, bil ki, Hikmet-i âlî.

Tecellî” bir fiildir; anlamı: “zâhir olmak”;

Mazhar”: “zuhûrun yeri”; “tulû etmek”se: “doğmak”.12

Secde ise “Kulluk Mertebesi” (Cem’u-l Cem) yâni “Makam-ı Abdiyet”tir. Bu makama gelmiş kişi, kendi zâtı ile Hakk’ın Zâtı’nın aynılığını idrâk etmiş, varlığın ve kaderin sırrı kendisine açılmış, görülen zâhirî/dış zıtlıkları tevhîd potasında eritme tasarrufuyla donatılmıştır. Artık o, bütün bu farklılıkların, aynı Hakîkat’in farklı vecheleri olduğunu kâmil bir biçimde idrâk etmiştir. Ama bütün bunlara rağmen, bu kişi içinde bulunduğu makamın hâlini hazmetmiş ve Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî lütuflarını kulluk perdesi altında setrederek secdeye kapanmıştır. “Görülüyor ki Allah, Sıfat’ında Zât’ını idrâk eylediği zaman sâcidliğini zevk etmektedir.13

Ganiyy-i Muhtefî bu makamdaki kişinin hâline şöyle işâret etmektedir:

Her şeyini istilâ etmiştir yüce Rabb’i; 

Hep aynı Gerçek olur: MerbûbRab ve Mürebbî.

Alîm’dir: EvvelÂhir, Zâhir ve de Bâtın’a

Bu şuhûdla merbûbdur Rabb’inin mir‘âtına.

Bu hâlet öyle bir neş’e yaratır ki tatmîn için tekrâr edilir. Bu tekrârdan sonra sâha-i vahdette sıfatın Zât’ına duâsı edâ edilerek âşikâr olan âlem-i zâhiriyyeye Zât’ın selâmı tebliğ edilir: “Esselâmu aleyküm ve rahmetullah”…

Necmettin Şahinler

Yazarın Tanrı Îsâ’dan Tavr-ı Îsâ’ya (İnsan Yayınları, 2008) adlı kitabından alınmıştır.

  1. Âl-i İmrân 3/42: “Ve iz kâletil melâiketu yâ meryemu innallâhastafâki ve tahhareki vestafâki alâ nisâil âlemîn(âlemîne).↩︎
  2. Zehebî, Siyer, II, 86. ↩︎
  3. Bu gerçeklik Hz. Zekeriyyâ’ya Âl-i İmrân 3/40, Hz. Meryem’e de Âl-i İmrân 3/47 âyetlerinde hatırlatılmıştır.
    Âl-i İmrân 3/40: “Kâle rabbi ennâ yekûnu lî gulâmun ve kad beleganiyel kiberu vemraetî âkir(âkirun), kâle kezâlikellâhu yef’alu mâ yeşâ’(yeşâu).(Zekeriya) şaşkınlıkla: “Ey Rabbim!” dedi, “Yaşlılık beni yakalamışken ve karım da kısırken nasıl bir oğlum olabilir?” (Ona): “Pekala olabilir!” denildi, “Allah dilediğini yapar.”)
    Âl-i İmrân 3/47: “Kâlet rabbi ennâ yekûnu lî veledun ve lem yemsesnî beşer(beşerun), kâle kezâlikillâhu yahluku mâ yeşâ’(yeşâu) izâ kadâ emren fe innemâ yekûlu lehu kun fe yekûn(yekûnu).(Meryem, “Ey Rabbim!” dedi, “Bana hiçbir erkek dokunmadığı halde nasıl oğul sahibi olabilirim?” (Melek) cevap verdi: “İşte öyle! Allah dilediğini yaratır; bir şeyin olmasını istediğinde sadece ´Ol!´ der ve o (şey hemen) oluverir.) ↩︎
  4. Âl-i İmrân 3/43: “Yâ meryemuknutî li rabbiki vescudî verkai mear râkiîn(râkiîne).↩︎
  5. Secdenin bu vasfı için Hicr 15/30, Sâd 38/24, Bakara 2/34, İsrâ 17/61-62. âyetlere örnek olarak bakılabilir. ↩︎
  6. 2. rekâtının. ↩︎
  7. Rûhullah: Allah’ın rûhu. Cenâb-ı Hakk, Kur’ân’da: “Muhakkak ki Biz emâneti göklere, arza ve dağlara sunduk. Onu yüklenmekten kaçındılar. Onu insan yüklendi…” (Ahzâb 33/72), ve “Onu (Âdem’i) bir sûretle sûretlendirip de içine Rûh’umdan üfürdüğümde derhâl ona secde edin!” (Sâd 38/72) demektedir. Buna göre insanın kabul ettiği emânet, Allah’ın Rûhu’ndan başka bir şey değildir. Allah’ın Rûhu, bütün Mükevvenât’ta yalnızca insanda bulunmaktadır. Bunun içindir ki insan Eşrefü-l-Mahlûkat’tır (Yaratılmışların en şereflisidir). Ancak beşer düzeyindeki insan taşımakta olduğu bu İlâhî Emânet’in idrâkinde değildir. Bu idrâk, ancak nefsini tezkiye ederek açık şirklerden arınan ve korunan ve akabinde de Tevhîd mertebelerini yaşayarak gizli şirklerden arınan ve korunan insân-ı kâmillerde yeşermektedir. İşte yüklendiği İlâhî Emânet’in mâhiyetinin, kadrinin ve sorumluluğunun bilincini kazanmış olan bu kâmil ariflere rûhullah denir. ↩︎
  8. Sücûd: Secde etme. ↩︎
  9. Sebebü’l-Esbâb: (1) Sebeplerin sebebi; (2) Allah. ↩︎
  10. Ganiyy-i Muhtefî, Nefesler, s. 193-194. ↩︎
  11. Üsküdar’ın Üç Sırlısı, Ahmed Yüksel Özemre, s. 101, Bankacı Şevket Turgut Çulpan’ın “Namazın zevken izâhı bâbından”. ↩︎
  12. Ganiyy-i Muhtefî, Nefesler, s. 145. ↩︎
  13. Üsküdar’ın Üç Sırlısı, Ahmed Yüksel Özemre, s. 102, Bankacı Şevket Turgut Çulpan’ın “Namazın zevken izâhı bâbından”. ↩︎

Paylaş

PAYLAŞ

E-bülten aboneliği