Mabih bekleye dursun, Hz. Peygamber hicret arkadaşı Ebû Bekir ile birlikte çoktan Mekke’den ayrılmıştı. Sevr Mağarası’nda üç gün saklandıktan sonra iki arkadaş Ebû Bekir’in temin ettiği develerle birlikte Kızıl Deniz sâhil yolunu izleyerek mağaradan ayrılışlarının on ikinci gününde Akik Ovası‘na vardılar. Ovanın batısında bulunan tepeyi aştıklarında ise Hz. Peygamber’in rüyâsında gördüğü “iki kayalık arasındaki suyu bol olan yere” ulaşmışlardı. Şimdi önlerinden koyu yeşil hurma bahçeleri ve açık yeşil bostanlar uzanıyordu. Sonunda hicretin ilk durağı olan Kubâ köyünde kendilerini bekleyen Medîne’li Müslümanlar’la buluştular. Hz. Peygamber burada Külsûm b. Hidm’in evinde misafir olarak kaldı ve buradakilere ilk sözleri şunlar oldu: “Birbirinizi selamlayın, açları doyurun, akrabalık bağlarına saygı gösterin ve herkes uyurken namaz kılın.”
Hz. Peygamber’in Kubâ’ya geldiği haberinin burada yaşayan Yahudiler tarafından Medîne’deki dostlarına duyurulması gecikmedi. Mabih için de beklenen haber gelmişti. Hurma ağacının üzerinde çalışırken efendisi ile bu haberi getirenin aralarındaki konuşmalarına ister istemez kulak misafiri olmuştu. “Müslümanlar’ın beklediği kişinin Kubâ’ya geldiğini” söylüyordu. O kadar çok heyecanlanmıştı ki Mabih, neredeyse başı dönüp yere düşecekti. Heyecanına hâkim olamadan hemen ağaçtan indi ve o kişiye “Ne söyledin, ne söyledin sen?” diye merakla sormaya başladı. Böyle sorgulayıcı bir tavrı Mabih’te şimdiye kadar hiç görmemişti efendisi. Kızgınlığını Mabih’e şiddetli bir tokat atarak gösterdi. Bir yandan da: “Bundan sana ne? Sen işine bak!” diyerek onu tekrar hurma ağacının yanına gönderdi. Ama Mabih duyacağını duymuştu. Bir kuş kadar hafifti yüreği şimdi. Râhip Gabriel’in sözünü ettiği kişi sonunda gelmişti demek.
Medîneliler’in büyük çoğunluğu daha önce Hz. Peygamber’i hiç görmemişlerdi. Bu nedenle Kubâ’ya onu selamlamak ve tanımak için birçok kişi geliyordu. Bunların arasında iyi niyetten değil meraktan gelen Medîneli Yahudiler de bulunuyordu. Mabih de planını yapmıştı. Akşam işi bittiğinde yanında daha önce biriktirdiği hurmalarla birlikte Kubâ’ya gidecekti. Niyeti biraz da gelen kişinin râhip Gabriel’in söylediği özelliklere uyup uymadığını tespit etmekti. Kubâ’ya gelişinin üçüncü akşamıydı. Hz. Peygamber eski ve yeni sahabîleriyle oturuyordu. Mabih, onun peygamber olduğunu daha ilk gördüğünde anlamıştı. Yavaşça Hz. Peygamber’in yanına yaklaştı ve: “Sizin sâlih bir kimse olduğunuzu öğrendim. Yanımdaki hurmaları size sadaka olarak takdim ediyorum” dedi. Hz. Peygamber, Mabih’in ikramını büyük bir hoşnutlukla kabul etti; ama kendisi yemeyerek arkadaşlarına dağıttı. Bunun üzerine Mabih: “Sadakadan yemediğinizi gördüm, bunlar ise sadece size ikram olarak hazırlanmış bir hediyedir” diyerek sakladığı diğer hurmaları Hz. Peygamber’e tekrar uzattı. Bu sefer Hz. Peygamber, hurmalardan hem kendisi yedi, hem de yine arkadaşlarına dağıttı. Hz. Peygamber’e sarılmamak için kendini zor tuttu Mabih. Hz. Peygamber’in de dikkatini çekmişti Mabih. Çünkü görünüşü diğerlerinden farklıydı; ne Araplar’a ne de Yahudiler’e benziyordu. Üstelik Hz. Peygamber ile tercüman aracılığı ile konuşmuştu. Mabih için ise şimdilik peygamberi görmek ve söylediklerini duymak yeterliydi. “Bir gün peygamberlik mührünü de görürüm” ümidiyle sevinç ve şükür içinde Medîne’ye geri döndü.
Mabih’in efendisi de İslâm’ın Medîne’de hızlı bir şekilde yayılmasından hoşnut olmayanlar arasındaydı. Bir de gelen kişinin gerçekten Hak Peygamber olması ihtimali onu korkutuyor ve bu yüzden de onun gönderildiği topluluğa karşı açık bir kıskançlık duyduğunu saklamıyordu. Aslında Yahudiler’in de kendi aralarında bir birlik oluşturamadığı görülüyordu. Buna rağmen ellerine geçen her fırsatta Medîneli Müslümanlar’ın arasını açmak ve Hz. Peygamber hakkında olumsuz düşünceler yaymaktan geri durmuyorlardı. Efendisi, Mabih’in bir Hıristiyan olduğunu bilmesine rağmen son günlerde onda da bir değişikliğin olduğunun farkındaydı. Bu arada Benî Kaynuka Yahudileri’nin dînî lideri olan Husayn b. Selâm da gizlice Hz. Peygamber’e gelmiş ve İslâmiyet’i kabul etmişti. Hz. Peygamber de ona Abdullahismini vermişti. İçlerindeki bilgin kişilerin İslâm’a girmesi Yahudiler’i iyice şaşırtmıştı. İster istemez zihinlerinde, cevap aradıkları birçok soru ortaya çıkıyordu.
Mabih ilk defa o gece içindeki fırtınanın dindiğini hissetti. Aradığı insânı bulmanın huzur ve mutluluğu her yanını kaplamıştı. Dağlardan, vâdilerden çağlayarak akan bir ırmağın sonunda denizde sükûn bulması gibi bir histi bu. Kolay olmamıştı buraya kadar gelişi. Evinden ayrılması, kilise kilise dolaşması derken, hakîkat yürüyüşünün bir başka durağındaydı şimdi. Bir kez daha râhip Gabriel’i rahmetle andı. Serin bir Medîne akşamıydı ve hafif bir rüzgar hurma yapraklarını sallıyordu. Başını gökyüzüne kaldırdı Mabih. Sonsuz yıldız kümeleri arasında gözlerini gezdirdi yoruluncaya dek. Sonra bu ihtişam karşısında kendini tutamadı ve dilinden şu cümleler döküldü: “Rabbim! Kudretinin ve saltanatının büyüklüğü karşısında bir hiçim. Buna rağmen bu âciz kuluna çok büyük lûtuflarda bulundun. Gönderdiğin Son Peygamber’inle karşılaştırdın. Sana hamd ve şükrediyorum. Senden bundan sonra tek bir dileğim, beni bu yüce insânın yanından ayırmamandır! Ona son nefesime kadar hizmet etme fırsatını bana ver. Beni sadece, Sana kul ve Peygamber’ine köle eyle! Âmin.”
Mabih’in Hz. Peygamber’le ikinci defa karşılaşması bir cenaze töreninde meydana geldi. Hz. Peygamber de zaten Kubâ’da üç gün kaldıktan sonra Cuma1 günü sabah namazı sonrası Medîne’ye hareket etmişti. Büyük bir coşku ile karşılanan Hz. Peygamber daha sonra yaşamı boyunca oturacağı evi için bir bahçe satın almış, bir de evinin yanında bir mescid yapılmasını istemişti. Çatısı hurma dallarıyla örtülü bu mescidin Kudüs’e yönelik duvarının ortasında namaz kılınan oyuğun iki tarafına taş koyulmuştu. Mescidin yapımının devam ettiği ilk aylardan birinde Müslümanlar bir kayıpla karşılaşmışlardı. Ensar’dan Hz. Peygamber’e ilk biat edenlerden Es’ad b. Zürâre ölmüştü. Hz. Peygamber’in tören sırasında orada olacağını tahmin eden Mabih de işini bırakıp cenazeye katılmış ve Hz. Peygamber’i el-Ğarkad’da2 arkadaşının tabutunun başında tekrar görmüştü. Yanına gittiğinde Hz. Peygamber çevresinde ensar ve muhâcirlerden bir grupla oturuyordu. Önce peygamberi selamladı Mabih. Daha sonra da Peygamberlik mührünü görme ümidi ile arkasına dolandı. Mabih’in bu niyetini Hz. Peygamber de anlamış olacak ki elbisesini sıyırarak sırtını açtı. İşte râhip Gabriel’in sözünü ettiği mühür Hz. Peygamber’in iki kürek kemiğinin arasında görünmekteydi.
Dünyâda kaç kişiye nasip olurdu bu nimet? Son peygamber sizin için gömleğini sıyıracak ve taşıdığı mührü size gösterecek ve siz de o peygambere bu kadar yakın olacaksınız. Mabih büyük bir edeple eğildi ve ağlayarak mührü öptü. Hz. Peygamber’in sağ omuzuna yakın, güvercin yumurtası büyüklüğünde, gül tomurcuğu gibi bir et parçasıydı bu. Sonradan o anda yaşadıklarını şöyle anlatıyordu Mabih: “Peygamberlik mührü üzerine dudaklarımı koyduğumda kendimi sonsuz bir ummanda kaybedeceğimi sandım. Vücudunun mest edici kokusu beni kendimden geçirmişti. Sanki rûhânî bir âlemde nûrlara gark olmuştum. Kalbim hızla çarpıyor ve her yanım titriyordu. Konuşmak istesem de kelimeler boğazıma düğümlenmişti. Eğer mümkün olsaydı bu halden hiç ayılmak istemezdim.”
Daha sonra Hz. Peygamber Mabih’i yanına çağırdı ve ona kim olduğunu sordu. Mabih, başından geçen olayları Hz. Peygamber’e anlattığında, Hz. Peygamber o kadar çok duygulandı ki, Mabih’e diğer arkadaşlarının da dinlemesi için hikâyesini tekrar anlattırdı. Artık sıra Mabih’in İslâm’a girmesine gelmişti ve Mabih Hz. Peygamber’in huzurunda “Kelime-i Şehâdet” getirerek Müslüman oldu. Medîne’de Hıristiyan bir köle olan Mabih’in İslâm’ı kabûlü herkesi çok sevindirmişti. Bir başka değişiklik de isim konusunda yaşandı. Hz. Peygamber bundan böyle Mabih’in yeni adını “Selmân” olarak açıkladı. Selmân, Hz. Peygamber’e vedâ ederken: “Ben size, daha sizi görmeden îman etmiştim” dedi. Hz. Peygamber de kendisini: “İşte bu, senin gördüğün rüyânın karşılığıdır” sözüyle uğurladı. Selmân, Arapça bilmediğinden bütün bu konuşmalar Arapça-Farsça bilen bir Yahudi tâcirin tercümanlığı aracılığı ile gerçekleşmişti.
Mabih olarak gelmişti, Selmân olarak dönüyordu. İsmi değişmişti ama değişmemiş olan gerçek, köleleğinin hâlen devam ettiğiydi. Aslında “Allāh’a kulsan, her şeye efendisin” diye düşündü Selmân. İşinden izinsiz ayrılışı, üstelik Müslüman olduğunun duyulması Selmân’ın efendisini çok kızdırmıştı. Ceza olarak, onu daha çok çalıştırdı. Sonraki günlerde de onu bir başka Yahudi arkadaşına sattı. Ama bu Selmân’ı hiç etkilememişti. Günün birinde bu çilenin de biteceğine gönülden inanmıştı. Köleliği sürdüğü için Selmân, ne Hz. Peygamber ile, ne de Medîne’deki Müslümanlar’la çok yakın bir irtibat kuramıyordu. Bir kaç küçük temasında da ancak nasıl ibâdet edeceği konusunda, az da olsa bilgi sâhibi oldu. En önemli günlük ibâdet namazdı. Namaz dilinin Arapça oluşu biraz Selmân’ı zor durumda bırakmıştı. Ama kısa zamanda namazlarını kılacak kadar âyetleri ezberledi. Bir yandan da Arapça öğrenmeye gayret ediyordu. Yeni efendisi ilkine göre daha yumuşaktı, işini aksatmadıktan sonra ibâdet konusunda da büyük bir baskı hissetmedi Selmân.
Selmân’ı en çok etkileyen âyetler Fâtiha Sûresi’nin âyetleriydi. Bu sûreyi ezberleyip de anlamı kendine açıklandığında hayretler içinde kalmıştı Selmân. Okuduğu İncillerle karşılaştırdığında, Kur’ân’ın üslup açısından insânı âciz bırakacak bu mûcizevî yönü karşısında şaşırmıştı. Üstelik bunca hakîkat özetlenerek yedi âyete sığdırılmıştı. Üstelik Müslümanlar bu sûreyi her gün beş vakit namaz sırasında sürekli okuyorlardı. Abdest almak ve namaz kılmak ise çok etkileyici gelmişti Selmân’a. Hz. Peygamber’in deyişiyle: “Akan bir ırmağa günde beş kere girerek arınmak.” Ayakta duruşu, eğilişi, secdesi sanki bütün varlığın duâ eylemini kendinde toplamıştı. En çok da secde; ayaklarını koyduğun yere başını koymak, varlığını yaratıldığın toprağa iâde etmek gibiydi. Beden küçüldükçe rûhun özgürlüğü daha bir derinden duyuluyordu. Sonra kıblenin Kudüs oluşu hiç şaşırtmadı Selmân’ı. Bu tüm peygamberlerin aynı gerçeğe hizmet eden kardeşler olduğunun göstergesiydi. “Farklı bir din seçmedim” diye içinden geçirdi Selmân. İslâm’ı seçmekle aslında kendi fıtratını seçmişti.
Selmân, Hz. Peygamber’in ayrılırken kendisine söylediği “İşte bu, senin gördüğün rüyânın karşılığıdır” sözüne takılmıştı. Evet bir kervan yolculuğu sırasında çok korktuğu ve anlamını çözemediği bir rüyâ vardı ama neredeyse unutmuştu bu rüyâyı ve Hz. Peygamber söylemese belki hiç aklına gelmeyecekti. “Bir gece çöl ortasında karşısında gittikçe kendine yaklaşan bir aslan görmüştü. Ağzını kocaman açmış kükreyerek kendine doğru geliyordu. Ne kaçacak bir yer vardı, ne de üstüne tırmanacak bir ağaç. Korkudan sesini bile çıkaramıyordu. Ama şaşırtıcı bir şey olmuş, o yırtıcı hayvan Selmân’ın yanına geldiğinde birden bir kedi gibi uysallaşmış ve başını Selmân’ın ayaklarının yanına sanki secde edercesine koymuştu. Sonra nasıl olduysa kendini aslanın üzerinde bulmuş, yelelerinden tuttuğu aslanla çölde inanılmaz bir süratle gitmişti. Sonunda aslan onu hurma ağaçları ile dolu bir yeşil vahanın yanında bırakmış ve gözden kaybolmuştu.” Tam da Müslüman olduğu gün dönerken Hz. Peygamber’in bu rüyâyı Selmân’a hatırlatması boşuna değildi. Biraz düşününce Selmân, her şeyin çözüldüğünü ve yerli yerine oturduğunu idrâk etmekte gecikmedi. Buradaki aslan, Selmân’ın Nefs-i Emmâre’sini remzediyordu. Ama o mânevî bir değişimle kükremesini, yani Selmân’a huzursuzluk verecek yönünü tasfiye ederek Müslüman olmuştu. Bir anlamda artık o, rûhun bineğiydi. Sonunda Selmân’ı yeşil vâdiye/Medîne’ye taşımıştı. İşte Hz. Peygamber, bu gaybî bilgiyi Selmân’a söylemekle ondan haberdar olduğunu da böylece îmâ etmişti.
Necmettin Şahinler
Yazarın Sahili Olmayan Deniz, Mabih’ten Selmân’a (İnsan Yayınları, 2010) adlı kitabından alınmıştır.