Ölüm Gerçeği

Ölümüm sessiz olsun, ağlamasın hiçbir göz,

Değişen yalnız beden, bâkî kalan ise öz.1

Her ne kadar Montaigne: “Ölümden niye korkacağım ki? Ben varken o yoktur, o gelince de ben olmayacağım” diye söyleyerek kendisini teselli etmeye çalışsa da, “ölümle, o gelmeden çok önce ilgi kuran tek varlık, insandır.” İnsan, ölümle dahi her an beraberdir. Çünkü insanın yapısı, var olan hiçbir şeyden ilgisini kesmesine izin vermez. Bu yüzdendir ki insan, yalnız kendi elemleriyle üzülüp, yalnız kendi sevinçleriyle neşelenmeyen, bütün varlık ve kâinatın iniş-çıkışından, elem ve sevincinden haberdar olan, etkilenen bir benliktir. Her doğum kadar, her ölüm de hayat cümlesindendir. Çünkü her ölüm bir yeni doğumun başlangıcıdır. Başka bir benzer deyişle: “Ölüm, daha yüce bir doğum için atılmış adımdır.

Hayat gibi ölümün de yaratılış nedenini Kur’ân şöyle açıklar:

O hem ölümü, hem de hayatı yaratmıştır ki sizi sınamaya tâbi tutsun (ve böylece) davranış yönünden hanginiz daha iyidir (onu göstersin) ve yalnız O(nun) Azîz (kudret sahibi) ve Gafûr (çok bağışlayıcı olduğuna sizi inandırsın).2

Âyet gösteriyor ki, varlık ve oluşta hayatın devamı ölümün de devamını gerektirir. Yani her oluş bir ölüme ve her ölüm bir oluşa kapı açar. Şu vücudumuzun hayatının devamı aynı vücutta her an binlerce ölümün sahnelenmesine bağlıdır. O yüzdendir ki âyet mucizevi bir ifadeyle, Allah’ın, ölümü ve hayatı yarattığını söylerken ölüm kelimesini öne almıştır. Gösterilmiştir ki ölüm, bizim noksan bakışlarımızın sandığı gibi bir yokluk ve tükeniş değil, bir oluş ve hayat faaliyetidir.

Yine Kur’ân ölüm ve hayatın Allah’ın elinde olduğunu şöyle vurgular:

…çünkü hayat bağışlayan ve ölüme hükmeden yalnız Allah’tır. Allah, yaptığınız her şeyi görür.3

Cansız iken size hayat veren ve sizi ölüme götüren, sonra tekrar hayata kavuşturan ve (sonunda) Kendisine döndürüleceğiniz Allah’ı nasıl inkâr edersiniz?4

Kuşkusuz Allah, tohumu ve meyve çekirdeğini çatlatarak ölüden diriyi meydana getirendir ve diriden de ölüyü çıkaran. İşte budur Allah: Ve akıllarınız hâlâ nasıl da tersyüz oluyor.5

Ölüm bir yok oluş değil, bir boyut değiştirme olayıdır. Bizler her şeyden önce, ölümü bir bitiş, bir karanlığa ve hiçliğe geçiş olarak görmek gibi bir yanılsama içerisindeyiz. Oysa ki ölüm her gün farkında olmadan parça olaylar hâlinde yüzlercesini yaşadığımız bir oluşun biraz daha fark edilir şeklinden başka bir şey değildir. Varlıkta en değersiz maddeler bile yok olmuyor, sadece şekil ve boyut değiştiriyor. Hangi mekân ve zaman, insanı yutup eritebilir ki, yok olmaktan söz edelim? Çamura karışmış basit bir çekirdeğin bile kaybolmasına izin vermeyen bir fıtrat düzeni, özünde Evrene sığmayan özlem ve aydınlıkları taşıyan insanı yutup yok etmelerine nasıl seyirci kalır? İnsan yok olmak için değil, üç boyutlu dünyaya sığmayan hasret ve arzularına yeni koşu alanları bulmak için bu dünyadan ayrılıyor.

Ölüm, bedeni terk olayıdır. İnsanoğlu, ruhtan önce bedeni görüp sevdiği, daha kötüsü bedene taptığı için bedeni terk olayını yok olma zanneder ve bağırıp çağırır. Hz. Peygamber (sav): “Bedenleriniz sizin bineklerinizdir” diyerek mucizevi bir şekilde ölümün bir binek değiştirme olayı olduğunu göstermiştir. Tebrizli Şems şöyle konuşuyor: “Muhammed Mustafa, mü’minler ölmezler, sadece bir âlemden başka bir âleme göçerler” diyor. Şu hâle göre, göçme başka, ölüm başkadır. Sen de iç aydınlığın varsa, ölüme âşık olursun. Ve ekliyor: “Ölmek, bir daha karanlığa düşmemek demektir.” O halde ölüm, “insan denen mahlûkun Yaratıcı tarafından yıkılması, taşıdığı her şeyin mahvedilmesi değildir. Ölüm ancak, bir takım bağların çözülmesidir. Bu çözülme ile Hakk, insanın gerçek benliğini kendisine çeker. Ölen için kaybolma diye bir şey yoktur.”

Ölüm kaçınılmaz bir sondur ve nerede olursak olalım bizi bulacaktır.

Kur’ân bu gerçeği bize şöyle anlatır:

Sen ölüm korkusuyla yurtlarını terk eden binlerce kişiyi görmedin mi? Ki bu durumda Allah onlara ‘Ölün!’ diye seslenmiş6 ve sonra da onları hayata geri döndürmüştü.7

Nerede olursanız olun, ölüm sizi gelip bulacaktır, göğe yükselen kulelerde olsanız bile…8

Ve (sonra) ölüm kâbusu, kendisiyle beraber (asıl) gerçeği de ortaya çıkaracaktır. İşte bu, (ey insan,) senin her zaman kaçtığın şeydir.9

Ölümün vakti saklıdır ve Allah’ın izni olmadan hiç kimse ölmez:

…kimse yarın ne kazanacağını ve hangi topraklarda öleceğini bilmez. (Yalnız) Allah, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır.10

Hiç kimse, tayin edilmiş belli bir vadeden (ecel) önce, Allah’ın izni olmadan ölmez...”11

Ecelin yaratılış kanunları açısından nihaî zamanı ile insanın tavır ve tarzına bağlı olarak meydana gelen ölümü birbirinden ayırmak gerekir. Herkes mutlaka ölecektir. Hiç kimse belirli bir sürenin üstünde yaşayamaz. İşte vakti belirlenen ecel budur. Bunun altında, çeşitli şartlarla belirlenmiş ölümler vardır. Örneğin tedbirsizlikle kendini tehlikeye atan insan, sünnetullāh tarafından belirlenen ecelden önce ölebilir. Bu ölüm de Allah’ın izniyledir. Çünkü tedbire sarılmayı, tehlikeye atılmamayı emreden Allah’tır. Bu emre saygısızlık sonucu meydana gelen ölüm de Allah’ın izniyle vücut bulmuş olur. En‘âm 6/2 âyeti bu gerçeği ilginç bir ifade ile vermektedir:

O Allah’tır ki, sizi bir çamurdan yaratmış, sonra da bir süre koymuştur. Belirli bir ecel de onun katındadır.

Kısacası, sünnetullāhın normal seyri içinde meydana gelen ölüm, sünnetullāhın ihlâli ve göz ardı edilmesi yüzünden, çok daha önceden meydana gelebilir. O halde insana düşen, sünnetullāhın kanunlarının ötesinde bir ömür istemekten kaçınmanın yanı sıra, yaratılış kanunlarına sırt dönmek yüzünden meydana gelecek vakitsiz ölümlerden de sakınmalıdır.

Toplumların da ölümü vardır ve onlar da bireyler gibi canlı organizmalardır. Doğar, büyür, gelişir ve nihâyet ölüp giderler. Arâf 7/34 âyeti bu gerçeği evrensel bir kanun hâlinde şöyle veriyor:

Ve her toplum için bir vade (ecel) belirlenmiştir. Öyle ki vadeleri dolduğunda onu bir tek an olsun ne geciktirebilirler ne de öne alabilirler.”12

“…Her ümmet için bir süre belirlenmiştir; süreleri son bulunca, onu ne bir an geciktirebilirler, ne de çabuklaştırabilirler.13

“Hiçbir ümmet kendisi için belirlenmiş sürenin bitimini öne alamayacağı gibi erteleyemez de.”14

Kur’ân değişmez bir gerçeklik olarak her nefsin ölümü tadacağını söylemektedir:

Her can (nefs) ölümü tadacaktır…15

“(Ey Peygamber, sana inanmayanlara hatırlat ki,) Biz senden önce de hiçbir insana ölümsüzlük vermedik. Ve şimdi sen ölürsen bunlar kendilerinin sonsuza kadar yaşayacaklarını mı sanıyorlar?16

Her can ölümü tadacaktır; ne var ki, (hayatın) iyi ve kötü (tezâhürleriyle) karşı karşıya getirerek sınıyoruz sizi ve sonunda hepiniz Bize döndürüleceksiniz.”17

Ve bütün bunlardan sonra, kaçınılmaz olarak (hepiniz) ölümü tadıyorsunuz.18

Her can ölümü tadacaktır (ve) sonunda hepsi dönüp Bize gelecektir.”19

Göklerde ve yerde var olan her şey yok olup gitmeye mahkûmdur. Ama kudret ve ihtişam sahibi olan Rabb’inizin Zâtı sonsuza dek kalıcıdır.20

Ayetlerde geçen “zâikatu’l-mevt” yani “ölümü tadacaktır” ifadesi çok farklı anlamlarda yorumlanmıştır. Nefs, zât ve ruh manalarına geldiğinden dolayı bazıları, bu ayetten ruhun bekāsını anlamışlardır. Çünkü tatmak, bir hayat eseridir ve tatma ânında tadan kimsenin, bâkî (mevcut, canlı) olduğunu ifade eder. Aksi takdirde tatma düşünülemez. Öyle ise mânâ: “Her nefs, bedenin ölümünü tadacaktır” demek olur. Bu da nefsin bedenden ayrı olduğunu ve bedenin ölümüyle nefsin ölmeyeceğini anlatır.

Başka bir yaklaşımsa ölümü, “ayrılıkların bittiği ve sevgiliye/dosta kavuşma günü” olarak görenlerin yorumudur. Onlar, “ölümü şerbet olarak” içenler, “madem ki bedenimden can isteyen sensin, onu verirken kıvranırsam adam değilim” deme cesaretini gösterenlerdir. Bu cesaretin zirve noktalarında gezinenlerden biri olan Hz. Mevlânâ Hakk yürüyüşünün gecesinde okuduğu son gazelinde sözünü ettiğimiz “ölümü tatmak” gerçeğini şöyle dile getirir: “Biz geceleri sevda dalgaları arasında bocalar dururuz. İstersen gel bağışla bizi, istersen gel cefâ et bize. Bir dert ki, ölümden başka devâsı yoktur. Ben nasıl olur da bu derde devâ bul derim? Ben padişah değilim ki, tahttan ineyim de tabuta bineyim. Benim tabutumun yazısı ebedîliktir.

Anlaşılan odur ki; ölüm de, hayat da Allah’ın emir erleridir. İkisi de tıpkı bizler gibi mahlûktur. Allah’ın bizden kıymetli mahlûku yoktur ki, ötekilerden korkup çekinelim. Ölüm, yaşayıştır fakat gerçeği örten görüş onu bize tersine gösterir. Tâbiûn devri büyüklerinden Bişr b. Mansûr’un, ölüm döşeğinde yanına gidenler onun sevinç içinde güldüğünü gördüler. Sebebi sorulduğunda Bişr şöyle dedi: “Neden sevinçli olmayacakmışım? Zalimlerin, azgınların, hilekârların, kıskançların doldurduğu bir dünyadan çıkıp merhametlilerin en merhametlisi bir Allah’ın huzuruna gidiyorum.

İrfânî düşünceye göre, hayat ve ölüm konusunda insanlar üç tip sergilerler:

1) Cesedi ve ruhu diri olanlar: Bunlar, Hz. Peygamber’in anlayışıyla ruhlarını dolduran sonsuzluk erleridir. Bunlarda iki Muhammedî tecellî belirgindir: Rahmet ve mücâdele. Bunu biz sevgi ve sürekli hareket olarak anlıyoruz. Hz. Peygamber, “Ben, rahmet ve mücâdele peygamberiyim” derken bu gerçeğe dikkat çekiyordu.

2) Cesedi ölü, ruhu diri olanlar: Bunlar “ölmeden önce ölün” hadîsine uygun olarak sefil ve eğreti tabiatlarından kurtulmuş bulunan ve ruhlarıyla sonsuzlaşan kişilerdir. Bunlar, bedenleri ile aramızda olmadıkları zaman, tasarruflarıyla daha fazla tesirli olabilirler. Bunların bedenlerinden kurtulmaları, kılıcın kınından çıkmasına benzer. Kınından çıkan kılıç, daha etkili olacaktır.

3) Cesedi diri, ruhu ölü olanlar: Bunlar, bizim kadavra varlıklar dediğimiz hazır yiyicilerdir. Kur’ân onları birçok ayetinde gezip dolaşan ölüler şeklinde tanıtmıştır. Hz. Îsâ, babasının cenazesine iştirak eden bir gence şöyle diyordu: “Müsaade et şu ölülere de ölülerini defnetsinler”. Bu sözde ölümün, kadavra varlıklar ve ölümsüz ruhlar için taşıdığı iki ayrı anlama mucize bir işaret vardır.

Ölüm bir uyanıştır ve bu gerçek Hz. Peygamber (sav) tarafından şöyle vurgulanır: “Hepiniz uykudasınız, ölünce uyanacaksınız.” Bu uyanış Kur’ân’ın ifadesiyle “alçakların en alçağına indirilen” yani beden şartları içine itilen insanın “en güzel kıvam” diye belirlenen zaman öncesi saflığına tekrar kavuşmasıdır.

Sözünü ettiğimiz hadisin bir başka yorumunda, “Bir kimsenin bu âlemdeki bütün gördüklerinin rüya gören bir kimsenin rüyası gibi olduğu ve te’vil edilmeleri gerektiği” söylenmiştir. Şu halde buradaki “ölüm” biyolojik bir ölüm anlamında değildir. Bu, bir insanın hislerin ve aklın kösteklerini fırlatıp atması, doğal olayların ördükleri ince remzler perdesinin ardını görmesi gibi mânevî bir olaya; yani, kısacası, “fenâ” denilen mistik deneyime delâlet etmektedir. Uyanış ise, “vehmimizin bize gerçek diye kabul ettirdiği âlemin ardında kendini gizleyen Mutlāk Gerçeği/Hakk’ı idrâk etmektir.”

Kur’ân “Ölüm ile uyku” arasında önemli bir ilişki olduğuna işaret etmekte ve uykuyu da bir çeşit ölüm olarak göstermektedir:

Allah, canları ölümleri sırasında alır, ölmeyenleri de uykuları sırasında. Sonra haklarında ölüm hükmü verdiklerini alıkoyar, ötekileri belirlenen bir süreye kadar salıverir. Bunda, iyice düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.”21

O’dur sizi geceleyin ölü yapan ve gündüzün de ne yaptığınızı bilen. O, sizi (Kendisi tarafından) tespit edilen ömrü tamamlamak üzere her gün hayata geri döndürür. En sonunda O’na döndürüleceksiniz ve o zaman (hayatta) yaptığınız bütün şeyler size gösterilecektir.”22

Ölümün son perdesi bir anlamda “son nefes” Kur’ân’da şöyle tasvir edilir:

“Ne zaman ki, (son nefes ölen birinin) boğazına gelip düğümlenir ve insanlar: ‘(onu kurtaracak) bir hekim yok mu?‘ diye sorarlar. Kendisi de bilir ki bu ayrılma vaktidir ve ölüm sancıları ile örülmektedir. İşte o zaman gidişin Rabb’ine doğru olduğunu hisseder. (Artık son pişmanlık fayda etmez.) Çünkü (yaşadığı sürece) hakîkati kabul etmedi ve (aydınlığa kavuşmak için) namaz kılmadı. Tam tersine, hakîkati yalanladı ve (ondan) uzaklaştı. Sonra böbürlenerek geldiği yere döndü. (Ama ey insan, akibetin geliyor her dakika) yakınına, daha da yakınına. Yakınına, daha da yakınına!”23

Ölümde “can alma” işlemini gerçekleştiren elçiler görevli meleklerdir.

Melekler, kendilerine zulmeden kimselere canlarını alırken soracaklar: Neyiniz vardı sizin? Onlar: ‘Biz yeryüzünde çok güçsüzdük’ diye cevap verecekler. (Melekler), ‘Allah’ın arzı sizin kötülük diyarını terk etmenize yetecek kadar geniş değil miydi?’ diyecekler. Böylelerinin varış yeri cehennemdir, ne kötü bir varış yeri!24

Yalnız O’dur kulları üzerinde hüküm sahibi olan. Ve O, birinize ölüm yaklaştığında elçilerimiz onun canını alıncaya kadar sizi gözetlemek için semâvî güçler gönderir ve bu güçler (hiç kimseyi) atlamazlar.25

“…Keşke görseydin (onların hâlini), bu zalimler kendilerini ölüm sancıları içinde bulduklarında ve melekler ellerini uzatarak, ‘Rûhlarınızı teslim edin! Allah’a doğru olmayan şeyler izâfe ettiğiniz ve kibre kapılarak O’nun mesajlarını inatla küçümsediğiniz için bugün aşağılanma cezası ile cezalandırılacaksınız!’ diye seslendiklerinde.”26

O, Hakkı inkâra şartlanmış olanları ölüme sürüklendiği zaman, (nasıl olacak) bir görebilseydin: Melekler onların yüzlerine, sırtlarına vurarak: ‘Yakıp kavuran azabı tadın, bakalım!’ (diyecekler).27

De ki: ‘Sizin için gönderilmiş olan ölüm meleği (bir gün) sizi toplayacak ve sonra (hep birlikte) Rabb’inize döndürüleceksiniz.”28

Allah bizden Müslüman olarak ölmemizi istemektedir:

Yâkub gibi İbrâhim de çocuklarına şu vasiyette bulundu: ‘Evladlarım! Bakın, Allah size en saf ve temiz inancı bahşetti; öyleyse O’na teslim olmadan ölümün sizi alt etmesine izin vermeyin.29

Siz ey îmana ermiş olanlar! Derin bir duyarlılıkla Allah’a karşı sorumluluğunuzun hakkıyla bilincinde olun ve O’na kendinizi yürekten teslim etmeden önce ölümün sizi alt etmesine izin vermeyin.30

Ey Rabb’imiz! (Bizi) îmana çağıran bir ses duyduk; ‘Rabb’inize îman edin!’ Ve böylece îmana geldik. Ey Rabb’imiz! Günâhlarımızdan ötürü bizi affet ve kötülüklerimizi sil; ve gerçek erdem sahipleri olarak canımızı al.”31

“’Çünkü, yalnızca, bize ulaşır ulaşmaz Rabb’imizin âyetlerine inandık diye bize hınç duyuyorsun. Ey Rabb’imiz, dar zamanda bize sabır ihsân et ve yürekten sana bağlanan kimseler olarak canımızı al!‘”32

“’Ey Rabb’im! Bana nüfûz ve iktidâr bahşettin. Olayların altında yatan gerçekleri kavrayıp açıklama bilgisi verdin. (Ey) göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyâda ve âhirette benim yanımda ve yakınımda olan/beni koruyup destekleyen Sensin. Canımı, bütün varlığıyla kendini sana adamış biri olarak al ve beni dürüst ve erdemli insanların arasına kat!‘”33

Yaratıcı kudret olan Allāh, Kur’ân’da “Mü’minlerin, Kâfirlerin ve Münâfıkların ölümlerini” şöyle tasvir etmektedir:

Mü’minlerin ölümü:

Muhakkak ki ölüm tehlikesiyle ve açlıkla, dünyâ malının, canın ve (alın teri) ürünlerinin kaybı ile sizi sınayacağız. Ama zorluklara karşı sabredenlere iyi haberler müjdele. Onların başına bir musîbet gelince, ‘Doğrusu biz Allāh’a âidiz ve muhakkak O’na döndürüleceğiz!’ derler. İşte Rabb’lerinin nîmetleri ve lutfu onlar içindir ve doğru yol üzerinden olanlar işte onlardır!34

Allāh’a karşı sorumluluk bilinci taşıyanlara: ‘Rabb’iniz ne indirdi?’ diye sorulduğunda, onlar: ‘Katıksız iyiliği!’ diye cevap verirler. İyilikte devamlı olanlar bu dünyâda iyilik bulacaklardır; böylelerinin öte dünyâda tutacakları yurt çok daha hayırlı olacaktır. Ne güzel bir yurt, Allāh’a karşı sorumluluk bilinci taşıyanların yurdu! İçlerinde derelerin, ırmakların çağıldadığı ebedî mutluluk, esenlik bahçelerine girecekler ve orada gönüllerinin çektiği her şeyi bulacaklar. Allāh, Kendisine sorumluluk bilinci ile bağlananları işte böyle ödüllendirecektir. Onlar ki arınmışlı hâli içindeyken melekler, ‘Size selâm olsun, (hayattayken) yaptıklarınızdan ötürü girin cennete!’ diyerek canlarını alırlar.”35

(Hepiniz ölümü tadacaksınız.) Eğer Allāh’a yaklaşanlardan olursanız, (öteki dünyâda sizi) mutluluk, gönül rahatlığı ve bir esenlik bahçesi (bekler). Dürüst ve erdemli bir hayat sürenlerden olursanız, (cennette şu sözlerle karşılanacaksınız): ‘Dürüst ve erdemlilerden (olan) sana selâm olsun!36

Ey iç huzura ermiş olan insanoğlu!’ (diye seslenecek Allāh). ‘Rabb’ine O’ndan hoşnut kalmış ve (O’nu) hoşnut etmiş olarak dön. Gir, öyleyse Benim (öteki sâdık) kullarımla birlikte, gir cennetime!37

Kâfirlerin ölümü:

Onlar ki, kendi kendilerine zulüm hâli içindeyken melekler canlarını almıştı! Böyleleri nihâyet (hesap vermeye çağrıldıklarında): ‘Kötü bir şey yapmak istememiştik biz!’ (diyerek) boyun eğme tavrı takınacaklardır. (Fakat onlara): ‘Hayır!’ (diye karşılık verecek), ‘Muhakkak ki, yapıp-ettiğiniz her şeyi Allāh eksiksiz biliyor! Haydi girin kapılarından bakalım, içinde kalıp duracağınız cehennemin!’ Gerçekten de, ne kötü olacak (o gün), kendilerini boş yere büyüklük duygusuna kaptırmış olanların düştüğü durum!38

Ama eğer biriniz hakîkati yalanlayanlardan ve (böylece) yoldan sapmışlardan olursa, (öteki dünyâda onu) yakıcı bir ümitsizlik karşılar. Ve alev saçan bir ateşin sıcaklığı! Kuşkusuz bu hakîkatlerin hakîkatidir!39

“…Melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak: ‘Yakıp kavuran azabı tadın, bakalım (diyecekler), kendi ellerinizle işleye geldiğiniz (günâhların) karşılığıdır bu; yoksa Allāh aslā kullarına haksızlık yapmaz.‘”40

Münâfıkların ölümü:

Gerçek şu ki, kendilerine doğru yol apaçık gösterildikten sonra sırtlarını (bu mesaja) dönenler (böyle yaparlar, çünkü) Şeytan onların hayallerini süsleyip bezemiş ve onları sahtece ve düzmece ümitlerle doldurmuştur. (Evet sırtlarını ona dönerler) çünkü onlar, Allāh’ın vahyettiği her şeyden nefret edenlere, ‘Bazı konularda sizin görüşlerinizle uyuşuyoruz’ derler. Ama Allāh onların gizledikleri düşüncelerini bilir. Peki, melekler onları öldükten sonra bir araya toplayıp yüzlerine ve sırtlarına vururken ne olacak halleri? Böyle olacaktır, çünkü onlar Allāh’ın kınadığı şeylere uydular ve O’nun hoşnutlukla karşılayacağı her şeyden nefret ettiler. Böylece Allāh, onların bütün (güzel) fiillerini değersiz kılmıştır. Yoksa, kalplerinde hastalık olanlar zannederler mi ki Allāh onların ahlâkî zaaflarını açığa çıkarmayacak? Eğer dileseydik onları (münâfıkları) sana açıkça gösterirdik ki görünür/dış işâretlerine bakıp onları kesin olarak teşhis edebilesin; ama (öyle olsa bile), sen onları seslerinin tonlarından mutlakā tanırsın. Ve Allāh yaptığınız her şeyi bilir.”41

Cehennemde ölüm yoktur:

Kur’ân’ın, Cehennem sahnelerini ortaya koyduğu âyetlerinde dikkatimizi çektiği bir nokta da cehennemliklerin ölümü çağırsalar da, ona râzî olsalar da bu isteklerinin gerçekleşmeyeceğidir.

Bunlardan her birini cehennem beklemektedir; ve orada her birine azapla ağulanmış sudan içirilecek. Onu (içecek olan) yutkunacak, yutkunacak ama bir türlü yutamayacaktır. Ve orada insanı ölüm her yandan kuşatacak, ama insan, kendisini daha zorlu bir azap beklediğinden, bir türlü ölemeyecek.42

Kim ki (Hesap Günü) Rabb’inin huzuruna günahkârca davranışlar üzere çıkarsa, bilsin ki, onu cehennem beklemektedir. Orada ne ölür, ne de hayata kavuşur.43

Yani, ne mânevî olarak yeniden doğar, yeniden dirilir, ne de ölerek acıdan azaptan kurtulur. Âyette “günâhkârca davranışlar içinde” ifâdesiyle aktarılan ve orijinali/Arapçası “mücrîm” olan terim açıktır ki, dünyâ hayatında bilinçli ve ısrarlı olarak Allāh’ı inkâr eden kimseyi ifâde etmektedir.

O ateş uzaktan karşılarına çıkınca onun öfkeli kükremesini ve uğultusunu işitecekler. Ve biribirlerine bağlı olarak daracık bir yerden onun içine atıldıkları zaman, orada o an yok olup gitmek için yakaracaklar. (Ama o zaman onlara denecek ki): ‘Bugün bir defada yok olup gitmek için değil, defalarca yok olup gitmek için yakarın, bakalım!44

Âyette “yok olup gitmek” (sübûr) kavramı her ne kadar bir son bulmayı, tükenip gitmeyi ve dolayısıyla tekrarı olmayan bir olguyu ifâde ediyorsa da, günâhkârların “defalarca yok olmayı” ya da “birden fazla ölümü” istemeleri, burada, tarifsiz acı ve ızdırabları ve buna bağlı olarak nihaî bir kurtuluş için duyulan tarifsiz özlemi dile getirmek için kullanılan mecâzî bir ifâdedir.

Hakkı inkâra şartlanmış olanlara gelince; onları bir cehennem ateşi beklemektedir. (Orada) ne hayatlarına son verilip öldürülürler, ne de içine atıldıkları o (ateşin) azâbı hafifletilir. İşte biz şükürden uzak duranları böyle cezâlandırırız.”45

Böylesi, (öteki dünyâda) büyük ateşe atılacak. Ve orada ne ölecektir ne de diri kalacak.46

Ölümün en güzeli Şehâdettir ve bu eylem Allāh yolunda ölmek veya öldürülmek ile gerçekleşir.

Ve eğer gerçekten Allāh yolunda ölür veya öldürülürseniz, (unutmayın ki) Allāh’ın mağfireti ve rahmeti kişinin (bu dünyâda) yığabileceği her şeyden daha iyidir.”47

Kur’ân, şehidler için büyük bir mükâfat olduğunu söylemekte ve onlar için “Ölüler” ifâdesinin kullanılmasını yasaklamaktadır:

Öyleyse, bu dünyâ hayatını âhiret ile takas etmek isteyenler Allāh yolunda savaşsınlar! Allāh yolunda savaşan herkese, ister öldürülmüş olsun ister zafer kazansın, zamanı geldiğinde büyük bir mükâfat ihsân edeceğiz.48

Bilesiniz ki, Allāh yolunda savaşan, öldüren ve öldürülen mü’minlerden Allāh canlarını mallarını satın almıştır, hem de karşılığında onlara cenneti vaad ederek. Bu O’nun, yerine getirmesini Tevrat’ta, İncîl’de ve Kur’ân’da bizzât güvence altına aldığı gerçek bir vaaddir. Kimdir verdiği sözü Allāh’tan iyi tutan? Sevinin öyleyse, O’nunla böyle bir alış-veriş yaptığınız için; çünkü budur en büyük bahtiyarlık.49

Allāh yolunda öldürülenlere ‘ölü’ demeyin. Hayır, onlar yaşıyor, ama siz farkında değilsiniz.”50

Fakat, Allāh yolunda öldürülenleri ölü sanmayın. Hayır onlar diridir! Rızkları, Rabb’leri katındadır. Allāh’ın lutfu ile kendilerine bağışladığı (şehidlikten) övünç duyarlar. Ve arkada kalıp henüz kendilerine katılmamış olan kardeşlerine, bir korku ve üzüntü duymayacakları müjdesinde bulunmaktan zevk alırlar.”51

Mü’min hem kendini kuşatan âlemde, hem de kendisinin kuşattığı âlemde sürüp giden büyük ve bitmez bir cihâdın içindedir. İslâm düşüncesi, mü’minin iç dünyâsında verdiği mücâdeleye “iç cihâd/bâtınî cihâd”, dış dünyâda verdiği mücâdeleye de “dış cihâd/zâhirî cihâd” demektedir. İç âlemdeki cihâd insan rûhunu yüceltme, insan nefsini arıtma eylemidir. Bu eylem gerçekleşince insan Kâinatı mistik bir bakışla müşâhede eder ve varlığın özünü ilâhî bir görüşle kavrama imkânı bulur. Bu imkân, insanı mükemmelleştirdiği için diğer bütün cihâd ve fetihlerin mükemmelliğine kaynaklık edecektir. Bunun içindir ki, İslâm düşüncesi iç cihâdın zafere ulaşmadığı yerde dış cihâdın bir anlam ifâde etmeyeceğini belirtir. “…Allāh bir topluluğu, o topluluk iç dünyâlarında olup bitenleri değiştirmedikçe, aslā değiştirmez…52 Bu yüzdendir ki tasavvuf düşüncesi iç cihâda “en büyük cihâd”; dış cihâda ise, “en küçük cihâd” adını vermektedir.

Bütün bunlardan hareketle şunları söyleyebiliriz: “Nasıl dış/zâhirî cihâdı yaparken ölenler şehid oluyorlarsa, iç/bâtınî cihâdı yaparken de ölenler şehiddirler.” Bu gerçeğin iyi idrâk edilmesi gerekir. Bunun içindir ki Hakk âşıkları “ölümsüzlüğün” zafer tâcını hep şehidlikte aramışlar ve ona ulaşanlara imrenerek bakmışlardır. “Ölümden korkanların hayatı, Kur’ân mü’mininin hayatı olamaz!” İnsan uzun ömür değil, insana yaraşır ömrü istemelidir. İkbâl’in dediği gibi: “Bir an arslanlık, yüz yıl öküzlükten iyidir.

Ölüm Gerçeği” üzerine söylediklerimizi şu son cümlelerle noktalıyoruz:

Hayat bir yolculuklar serisidir. Doğum bir yolculuğun başlangıcı; ölüm ise, daha büyük bir yolculuğun başlangıcı. O halde tek başına ölüm ne korkutmalı, ne de sevindirmeli. Önemli olan bu yandaki hâlimizle, bu hâlin öte yandaki sonuçlarıdır. Ölüm döşeğinde, başucuna toplananlara Ebû Bekr b. Fevrek şöyle diyordu: “Ölümden değil, ölümü izleyen dönemden korkuyorum.

Bu dünya, o dünya yok; sonsuz gidişin bu merhalesi, o merhalesi var. Hayat kesilmez, durmaz, yok olmaz. Şekil, renk ve ses değiştirirse de hep devam eder. Değişmek yok olmak demek değildir. Değişmelerin en bereketlisini ölüm gerçekleştiriyor; ama biz bunun farkında değiliz.

Anladım,

Zamanın kökünde bir tehlike var.

Rabbim, biliyorum günâhımı;

Ölmemek elimde olsa

Sana yalvarmazdım.

Ölüm olmasa 

Seni tanımazdım.

İşte bunun için öldürüyorsun beni.53

Necmettin Şahinler

“İnsan ve İç Denetim” (İnsan Yayınları, 2012) kitabından alınmıştır.

  1. Feyzî, Bâb-ı Beyt, (Basılmamış Nefesler). ↩︎
  2. Mülk 67/2. ↩︎
  3. Âl-i İmrân 3/156. ↩︎
  4. Bakara 2/28. ↩︎
  5. En‘âm 6/95. ↩︎
  6. Âyet, fiziksel ölüm korkusunun milletlerin ve toplumların ahlâken ölümlerine yol açacağı ve aynı şekilde, onların yeniden doğuşlarının veya “hayata geri dönüşlerinin” ölüm korkusunu yenerek ahlâkî konumlarını yeniden kazanmalarına bağlı olduğu gerçeğinin bir tasvirini içermektedir. ↩︎
  7. Bakara 2/243. ↩︎
  8. Nisâ 4/78. ↩︎
  9. Kāf 50/19. ↩︎
  10. Lokmân 31/34. ↩︎
  11. Âl-i İmrân 3/145. ↩︎
  12. A‘râf 7/34. ↩︎
  13. Yûnus 10/49. ↩︎
  14. Hicr 15/5. ↩︎
  15. Âl-i İmrân 3/185. ↩︎
  16. Enbiyâ 21/34. ↩︎
  17. Enbiyâ 21/35. ↩︎
  18. Mü’minûn 23/15. ↩︎
  19. Ankebût 29/57. ↩︎
  20. Rahmân 55/26-27. ↩︎
  21. Zümer 39/42. ↩︎
  22. En‘âm 6/60. ↩︎
  23. Kıyâmet 75/26-34. ↩︎
  24. Nisâ 4/97. ↩︎
  25. En‘am 6/61. ↩︎
  26. En‘am 6/93. ↩︎
  27. Enfâl 8/50. ↩︎
  28. Secde 32/11. ↩︎
  29. Bakara 2/132. ↩︎
  30. Âl-i İmrân 3/102. ↩︎
  31. Âl-i İmrân 3/193. ↩︎
  32. A‘râf 7/126. ↩︎
  33. Yûsuf 12/101. ↩︎
  34. Bakara 2/155-157. ↩︎
  35. Nahl 16/30-32. ↩︎
  36. Vâkıa 56/88-91. ↩︎
  37. Fecr 89/27-30. ↩︎
  38. Nahl 16/28-29. ↩︎
  39. Vâkıa 56/92-95. ↩︎
  40. Enfâl 8/50-51. ↩︎
  41. Muhammed 47/25-30. ↩︎
  42. İbrâhîm 14/16-17. ↩︎
  43. Tâhâ 20/74. ↩︎
  44. Furkān 25/12-14. ↩︎
  45. Fâtır 35/36. ↩︎
  46. A‘lâ 87/12-13. ↩︎
  47. Âl-i İmrân 3/157. ↩︎
  48. Nisâ 4/74. ↩︎
  49. Tevbe 9/111. ↩︎
  50. Bakara 2/154. ↩︎
  51. Âl-i İmrân 3/169-170. ↩︎
  52. Ra‘d 13/11. ↩︎
  53.  Seyyid Ahmed Arvâsî, Kendini Arayan Adam, s. 266. ↩︎

Paylaş

PAYLAŞ

E-bülten aboneliği