Kelimelerin ömrünü uzatan insanlardır peygamberler. Vahyin temsilcileri olarak dudaklarından çıkan her kelime solmaz ve pörsümez bir hakîkatin yansımasıdır. Kendileri ölümlü olsalar da, sözleri ölümsüzdür ve Son Saat’e kadar bu sözler –sahibini arayan mektuplar gibi-dolaşacaktır bu âlemde. Eğer bir an gelir, gül kokusunun eşliğinde yüzünüze bir meltem yumuşaklığı değerse; eğer, mâsum bir çocuk sevinciyle yüreğiniz dolup taşarsa; eğer bir tebessüm kaplarsa yüzünüzü, gözlerinizde bir mutluluk ışığı parıldarsa; eğer hiç beklemediğiniz anda dilinizin kilidi açılırsa; eğer Yaratıcı Kudret’e karşı duyduğunuz sınırsız aşk, bir pervane gibi kendisine sizi çekerse, bilin ki bu dolaşan ölümsüz kelimelerden biri çarpmıştır size.
Hz. Sâlih de Allāh tarafından Semûd kavmine gönderilen güvenilir bir elçiydi.1 Üstelik her peygamber gibi kavminden bir karşılık/ücret beklemiyordu. “Hak ettiğim karşılığı vermek âlemlerin Rabbinden başkasına düşmez”2 diyordu ve şunları da ekliyordu sözlerine:
“Bu bulunduğunuz hal üzere hep böyle güvenlik içinde bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz? Bu bahçeler içre ve bu pınar başlarında; bu ekinler, bu zarif görünüşlü ince sürgünlü hurmalıklar arasında… Ve dağlarda hep böyle ustalıkla evler yontabileceğinizi [mi sanıyorsunuz]? Öyleyse, artık Allāh’tan yana bilinç ve duyarlık gösterin ve bana itaat edin; ölçüyü aşanların sözüne uymayın; o ölçüyü aşanlar ki, yeryüzünde düzen ve uyum sağlayacaklarına bozgunculuk yaparlar!”3
Hz. Sâlih’in bu sözleri kayaya/dağa seslenmek gibiydi. Aynı sesler yankılanarak geri döndü. Hz. Sâlih’i duymadıkları gibi, onu hiç istemediği bir işi yapmaya zorladılar. Gerekçeleri bütün inkârcı kavimlerin kullandığı ifâdelerle aynıydı: “Bizim gibi ölümlü bir insandan başka bir şey değilsin! Eğer doğru sözlü biriysen, bize bir alâmet4 getir (de görelim)!”5
En büyük âyet/alâmet karşılarındaydı, ama insanoğlunun gözü bu noktada hep olağan üstü şeyler beklerdi. Sadece Hz. Sâlih’ten değil, başka peygamberlerden de buna benzer şeyler istemişlerdi kavimleri. Kimi denizden yol açmış, kimi rüzgara hükmetmiş, kimi parmağıyla Ay’ı ikiye bölmüş, kimisi ölüleri diriltmişti; ama değişen/beklenen bir şey olmamıştı sonunda. Bu mûcizeleri ilk önce inkâr edenler, yine onları ilk önce isteyenler olmuştu hep.6 Mûcize isteyen toplumlar bunu inanmak için değil, peygamberleri yalancı çıkarmak, onları toplum önünde âciz kılarak, mesajın etkisini kırmak için bu şekilde bir talepte bulunurlar. Sonra hiçbir peygamber de –Allāh’ın izniyle–7 mûcize göstermeye sıcak bakmamıştır. Çünkü mûcize/alâmet, o peygamberin gönderildiği toplum için son çağrıdır. Bu nedenle mûcize/alâmet isteyen kavimlerini peygamberler bu konuda önceden uyarmışlardır. Dinler tarihi boyunca hiçbir kavim olmasın ki getirilen mûcize sonunda îman etmediğinde ağır bir azâba uğramamış olsun.
Âyetin devamından anlıyoruz ki Hz. Sâlih, kavminin alâmet isteğini yerine getiriyor ve bu âyete/alâmete nasıl davranacakları konusunda da onlara bir dizi uyarılarda bulunuyor. Kur’ân’ın farklı sûrelerine dağılmış olan bu uyarıları şöyle vermek mümkündür:
“Allāh’a ait olan bu dişi deve bir nişânedir sizin için. Öyleyse bırakın onu Allāh’ın arzında otlasın ve sakın dokunmayın ona; yoksa çok can yakan bir azap yakalar sizi.”8
“Ve ‘Ey kavmim!’ diye, devam etti, ‘Bu, Allāh’a ait olan dişi deve sizin için bir işâret olacaktır; bunun için, onu bırakın Allāh’ın arzında otlasın; ona bir kötülük yapmayın, yoksa beklenmedik bir azâba dûçâr olursunuz!”9
“Bak [ey Sâlih,] Biz bu dişi deveyi onlar için bir sınama olsun diye gönderiyoruz; sen onları sadece seyret ve sabırlı ol. Onlara [kuyu] sularının aralarında paylaştırılacağını bildir; her birine eşit paylar [şeklinde.]”10
“Allāh’ın Elçisi onlara: ‘Şu dişi deve Allāh’ındır, öyleyse bırakın suyunu içsin [ve ona bir zarar vermeyin]!’ demişti.”11
“[Sâlih:] ‘(İşte) şu dişi deve; su içme hakkı (belirli bir gün) onun, belirli günlerde de sizindir; öyleyse, sakın ona bir kötülük yapmayın, yoksa büyük-çetin bir günün azâbı gelip sizi bulur!’ dedi.”12
Âyetlerin tümünü incelediğimizde bu alâmetin/işâretin Arapça “nâka” olarak ifâde edilen bir “dişi deve” olduğunu görüyoruz. Üstelik bu devenin sıradan bir deve olmayıp “nâkatullāh” tamlamasıyla Allāh’a nispet edilmesi de çok ilginçtir. İşte bu dişi deve Semûd kavminin bir imtihanıdır. Allāh tarafından irsâl edilmiştir ve Hz. Sâlih’in toplumu için bir sınama vesilesidir. Bakalım Allāh’ın bu emânetine Semûdlular nasıl davranacaklardır? Şüphe yok ki onların bu davranışları ezelî kaderlerinden başka bir şey olmayacaktır. Tercih ettikleri veya edecekleri yol, ezel hükmünün tecellîsinden başkası değildir. Kısacası, ölümlüler sadece ölümsüz olanı izhâr için vardırlar.
Necmettin Şahinler
Yazarın Sâlih’in Şehirleri – Medâin-i Sâlih (İnsan Yayınları, 2010) adlı kitabından alınmıştır.
- Şuarâ 26/143. ↩︎
- Şuarâ 26/145. ↩︎
- Şuarâ 26/146-152. ↩︎
- Yani, senin Allāh tarafından bize gönderilmiş bir elçi olduğunu isbat edecek bir delîl. ↩︎
- Şuarâ 26/154: “Ma ente illâ beşerun mislüna fe’ti bi âyetin in künte mines sâdikîn.” ↩︎
- Kamer 54/2: “Onlar bir mûcize görseler, yüz çevirirler ve: ‘(Bu) devam eden bir büyüdür’ derler.” ↩︎
- İbrâhîm 14/11: “Elçileri onlara: ‘Doğru, biz de sizler gibi sadece ölümlü kimseleriz’ diye cevap verdiler, ‘Ama işte Allāh nimetini kullarından dilediğine bahşeder. Ayrıca, Allāh’ın izni olmadıkça, [görevimiz hakkında] bir delil getirmek bizim harcımız değildir. Bu hususta inananlar yalnızca Allāh’a güvenmelidirler.” ↩︎
- A‘râf 7/73: “Kad câetküm beyyinetün min Rabbiküm hâzihî nâkatullāhi leküm âyeten fezerûhâ te’kül fî ardıllāhi ve lâ temessûhâ bi sûin feye’huzeküm azâbün elîm.” ↩︎
- Hûd 11/64: “Ve yâ kavmi hâzihî nâkatullāhi leküm âyeten fezerûhâ te’kül fî ardıllāhi ve lâ temessûhâ bi sûin feye’huzeküm azâbün karîb.” ↩︎
- Kamer 54/27-28: “İnnâ mürsilün nâkati fitneten lehüm fertakıbhüm vastabir; ve nebbi’hüm ennel mâe kısmetün beynehüm küllü şirbin muhtedar.” ↩︎
- Şems 91/13: “Fekāle lehüm Rasûlullāhi nâkatallāhi ve sukyâhâ.” ↩︎
- Şuarâ/ 26155-156: “Kāle hâzihî nâkatün lehâ şirbün ve leküm şirbü yevmin ma’lûm; ve lâ temessûhâ bi sûin feye’huzeküm azâbü yevmin azîm.” ↩︎