Ezeli kader, seçilen her peygamberin görev yapacağı toprağı ve bu toprakta hayat süren insanları önceden belirlemiştir. Hatta bir irfânî yaklaşıma göre, daha o peygamber gönderilmeden o bölgedeki canlı/cansız tüm varlıklar onun hasretini çeker ve bir an önce hizmetinde olmak için sabırsızlıkla bekleşirlermiş. Bu nedenle mi’râc bir anlamda “nebîlerin varlığa arzı” anlamına gelirmiş. Son resûl olan Hz. Peygamber’i -Allah, O’na ve âline ve ashâbına salât-ü selâm etsin- diğer peygamberlerden ayıran önemli bir özellik de, O’nun sadece kendi kavmine değil “tüm insanlara”, hatta daha da ilerisi “bütün âlemlere” gönderilmiş olduğudur. Buna Hz. Peygamberin risâletinin evrenselliği diyebiliriz. Bu gerçeklik Kur’ân’da şöyle vurgulanır: “Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik”1 ve “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”2 Öyleyse şunu -alışılmış tanımların dışında- rahatlıkla söyleyebiliriz ki; risâleti evrensel olanın sahâbîleri de evrenseldir ve bu kişileri sadece tarihsel bir coğrafyaya ve zamana hapsetmek doğru değildir. Yaşadığı zaman diliminde ilâhî hakîkate kim sahip çıkarsa ve bu hakîkatin nûrunu arttırmak uğruna her türlü imkânını kim fedakârca seferber ederse işte o, sahâbe kavramı içerisinde yer almaktadır. Bu, aynı zamanda Hz. Peygamber’e yapılan “salât”ın da derin, fiilî anlamıdır.
Bizler hayatımızın birçok döneminde keşke “Asr-ı Saâdet’te yaşasaydık ve Hz. Peygamber’in yanında sahâbi olsaydık” gibi bir özlemi sürekli seslendirmişizdir. Fakat düşündüğümüzde, bu özlemin sağlıklı bir temennîyi yansıtmadığını görüyoruz. Asr-ı Saâdet bir nostalji dönemi değildir. Adına bakıp da bu dönemi bir mutluluk çağı olarak değerlendirmek çok yanıltıcı olur. Asr-ı Saâdet, Kur’ân’ın indiği ve yeni bir dinin tebliğinin hayata geçirilme zamanıdır. Buna bağlı olarak da kaçınılmaz bir çile, ıstırap, açlık, işkence, hicret ve mücadele dönemidir. Boynunda iple aç susuz Mekke sokaklarında dolaştırılan, çöl sıcağında göğsüne kocaman bir kaya koyularak Allah’ın dinini inkâra zorlanan, ama bunlara rağmen dilinden yalnızca “Ahad, Ahad” kelimeleri duyulan Hz. Bilâl’in yaşadıklarıydı saâdet! Îman ettiği için ateşte kızdırılan demirle başı/sırtı dağlanan Hz. Habbâb’ın acılarıydı saâdet! El ve ayakları iplerle gerilerek develere bağlanan, eşi ve oğlu gözleri önünde kırbaçlanan ve sonunda Ebû Cehil’in mızrağıyla son nefesini verirken dilinden tevhîd kelimesi düşmeyen İslâm’ın ilk şehidi Hz. Sümeyye’nin çektikleriydi saâdet! Şimdi içimize dönüp şu soruyu samimice soralım kendimize: “Bugün yapmaya, hatta düşünmeye bile cesaretimiz olmayan şeyleri Asr-ı Saâdet’te yaşamış olsaydık yapabilecek miydik?”
Sahâbe olmak Hz. Peygamber’in hakîkatini idrâk etmektir. “Sultan’a yakınlığın ateşten gömlek olduğu”, ince bir sırat çizgisinde yürümektir. O dönemin ara renkleri yoktur; ya siyahsındır ya beyaz. Îmanın amelle ölçüldüğü bir zaman dilimidir. Her an hakkında inecek veya inmesi muhtemel bir âyetin ürpertisi/beklentisi vardır insanda. Hz. Peygamber’in dilinden çıkacak her sözün, itaat edilmek anlamında bir karşılığı bulunmaktadır. Ne bu sözün önüne geçilir ne de bu sesten daha fazla sesler yükseltilir: “Allah ve Elçisi bir konuda hüküm verdikten sonra, artık inanmış bir erkek ve kadının kendileriyle ilgili konularda tercih serbestisi yoktur. [Bu, hakkı kendinde görerek] Allah’a ve Elçisine isyan eden kimse, apaçık bir sapkınlığa düşmüş olur.”3 Bu nedenle sahâbe olmak “teslim/İslâm” olmaktır. Hz. Peygamber, “Mûte Seferi” ne çıkılmadan Zeyd’i, Câfer’i ve Abdullah’ı yanına çağırıp onlara şöyle demişti: “Zeyd’i bu ordunun komutanı yaptım. Şehid olursa yerine Câfer, o da şehid olursa yerine Abdullah geçsin. O da şehid olursa Müslümanlar sancağı, aralarından seçtikleri birine versinler.” Bu sözler, ne anlama geliyordu acaba? İşte o sözlerin anlamını, çağrılan kişiler çok iyi anlamışlardı. Sahâbe olmak böyle bir şeydi. Dünyaya değil, âhirete dönük yaşamaktı.
Sahâbe sözü, Hz. Peygamber’e “sâhib” olan yani O’nunla sohbet etme şerefine erişen kişi anlamında kullanılmış ve tarihselleşmiştir. Bir İslamî terim olarak, Hz. Peygamber ile îman birliği, dostluğu, arkadaşlığı, sohbeti, beraberliği bulunan kişi anlamındadır. Kur’ân’da, peygamberin arkadaşı, arkadaşları anlamında “sahâbî”, “sahâbe” veya “ashâb” kelimesi geçmez. Buna karşılık “sâhib” yani “arkadaş” sözcüğü yer alır. Kur’ân’ın Hz. Peygamber’i, hitap ettiği neslin, sadece “arkadaşı” olarak anması çok anlamlıdır. Bu konuda Tekvîr, 81:22-23; Necm, 53:5; A’râf, 7:184; Sebe, 34:46; Tevbe, 9:40 âyetlerine bakılabilir. Görülüyor ki Hz. Peygamber sahâbenin arkadaşıdır ve sahâbe de Hz. Peygamber’in arkadaşıdır. Bu sıfat, iniş sırasıyla söylersek 7. sûre olan Tekvîr’den 113. yani sondan bir önceki sûre olan Tevbe’ye kadar aynıdır. Hz. Peygamber sahâbesini bir arkadaş olarak eğitmiş ve aydınlatmıştır. Hayatı boyunca onlara, kendilerinden farklı olduğunu îmâ edecek hiçbir söz ve davranışta bulunmamıştır. Tam tersine sahâbesine “Sizi kendime hizmet ettirerek sivrilmek, farklılaşmak istemem. Allah, kulun kendisini arkadaşlarından farklı ve seçkin görmesinden hoşlanmaz”4 demiştir. Bu yüzden olacak ki Hz. Peygamberin bulunmuş olduğu ortama dışarıdan gelen bir yabancı çoğu zaman oradakilere “Hanginiz Muhammed’dir?” sorusunu sorma ihtiyacı hissetmiştir. Yani, ne “Hz. Peygamber kraldır ne de O’nun sahâbîleri köle!” Çünkü tevhîdde hiyerarşi olmaz!
Geleneksel kabuller sahâbeyi “Hz. Peygamber’i mü’min olarak görmüş ve mü’min olarak vefat etmiş kişiler” olarak tanımlamaktadır. Hatta bazı yaklaşımlar Hz. Peygamber’in nazarına mazhâr olan kişinin en büyük olgunluğa/erginliğe eriştiğini söylemekte ve bunun üstüne çıkabilecek değer tanımamaktadır. Ne var ki bu kabul ve tanımların, sahâbe gerçeğini tam yansıttığını söyleyemeyiz. İlk zamanlarda sahâbe, Hz. Peygamber ile uzun süre beraber olmuş, onunla gazâlara katılmış, sohbetlerde bulunmuş, kısacası hayatını Hz. Peygamber’e adamış, “Annem babam sana fedâ olsun” sözünü dilinin değişmez zikri yapmış kişileri ifade ediyordu. Fakat Hz. Peygamber’den sonra bu tanım değiştirilmiş; özellikle İslâm’ın kudretinin kendini gösterdiği Mekke Fethi sırasında can korkusuyla veya ganîmete kavuşma arzusuyla “îman” ettiklerini söyleyen ve Kurân’ın kendilerini “müellefetül-kulûb” yani” kalpleri İslâma ısındırılanlar”5 olarak tarif ettikleri de bu tanımın içerisine dâhil edilmiştir. Aslında Kur’ân’ın hükme bağladığı bir konuda kendiliğimizden hüküm koymaya kalkmamız hususu, bizi düşündürmelidir. İslâm’ın yıllarca çileli, zorlu mücadelesini verenlerle, kılıçlarından Müslüman kanı akan ganîmet/can düşkünlerini aynı kefeye koymak ve onlara “sahâbe” ünvânını vermek, Allah’ın adâletine uygun değildir. İslâm tarihi sonraki devirlerde bu sözde sahâbîlerin kendilerine bağışlanan yetkilerle gerçekleştirdikleri ihânet, zulüm, cinâyet ve vurgunların trajik örnekleriyle doludur. Gerçek olan şudur ki, Hz. Peygamber “ashâbım” sözünü, bırakalım “müellefetül-kulubu”, Hudeybiye Anlaşması’ndan sonra îman etmiş kişiler için bile kullanmamıştır.
Sahâbe olarak tanımlanan kişilerin üstünlükleri, onların Hz. Peygamber ile olan arkadaşlıklarından değil, Kur’ân’ın övdüğü fiillerin sâhibi olmalarından kaynaklanmaktadır. Kurân, hiçbir peygambere arkadaş olmayı bir üstünlük ve ebedî kurtuluş belgesi olarak öne çıkarmaz. Öyle olsaydı Hz. Peygamber kızı Hz. Fâtıma’ya “Güzel kızım! Babanın peygamber olmasına güvenme. Kıyamet günü herkes kendi amelinden hesaba çekilecek!” şeklinde hatırlatmada bulunmazdı. Fakat bu konuda da bazı yaklaşımlar ölçüyü kaçırmış ve sahâbileri Kur’ân’ın peygamberlere dahi vermediği sıfatlarla övme/niteleme yoluna gitmişlerdir. Hz. Peygamber, birçok kez kendisinin de bir beşer olduğunu, unutabileceğini, hata yapabileceğini hatta günde yetmiş/yüz kere af dilediğini açıkça söylerken, O’nun sahâbîlerinin bu noksanlıklarından tamamen arınmış olduğunu ileri sürmek tevhid verileriyle uyuşmamaktadır. Sahâbîler arasındaki “efdaliyyet” yani “en üstün/hayırlı olma” tercihleri/tanımlamaları da Kurân açısından baktığımızda sağlıklı bir tespit değildir. Üstelik sahâbîler arasındaki efdaliyyet derecelemesi siyâsal tercihlerle belirlenmiştir. Daha açık ifade etmek gerekirse, dünyevî/beşerî bir ölçü, uhrevî/rûhî bir üstünlük için esas alınmıştır. Kur’ân, peygamberler arasında bile bir efdaliyyet yarışına onay vermemektedir.6
Sahâbe konusunda üzerinde durulması gereken bir başka nokta ise, onların “ihtilâflarının rahmet olduğu” tezidir. Bu şekilde düşünmek ve “ihtilâfı rahmet” olarak görmek, “cemaatte rahmet” olduğunu buyuran Hz. Peygamber’in hadisinin unutulması ve “ittifâkın” gücüne itimadın sarsılması anlamına gelmektedir. Halbuki ihtilâf, Kur’ân’a göre vahyin insana rahmet ve mutluluk getirmesini önleyen temel bir olumsuzluktur. Ne üzücüdür ki bu olumsuzluğu ortaya atanlar, dini temsil edenler arasından çıkmıştır. Bu gerçek Kur’ân’da şöyle verilir: “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azab vardır.”7 Bu konuda Bakara, 2:213; Âl-i İmrân, 3:19 ve Câsiye, 45:17. âyetlere bakılabilir. Kur’ân ihtilâfa düşenler konusunda Hz. Peygamber’i şöyle uyarır: “İnançlarının bütünlüğünü bozarak guruplara, fırkalara ayrılanlara gelince, onlar için yapabileceğin bir şey yoktur. Unutma, onların işi Allah’a kalmıştır; ve zamanı geldiğinde Allah onlara vaktiyle yaptıklarını gösterecektir.”8
Sahâbîler hakkında gündeme getirilen bir diğer görüş de, onların fikir yürüttükleri bir konuda bizim fikir yürütmeye kalkmamızın doğru olmadığıdır. Şüphesiz, sahâbenin saygınlığı tartışılmaz ve onların dinî konulardaki sözleri mutlaka dikkate alınmalıdır. Ancak şu da bir gerçektir ki Kur’ân’ın anlamını sadece sahâbenin açıklamalarıyla dondurmak ve onları zaman üstü, tartışılamaz görmek isabetli bir tutum değildir. Kur’ân, sadece sahâbenin yaşadığı devrin ve çevrenin kitabı değildir. Her devir ve çevre o kitabın muhâtabı olduğuna göre her birimiz, ona her gün yeniden bakmak zorundayız. Bu husus, Kur’ân’ın zaman üstünlüğünün ve sünnetullâhın bir gereğidir.
Kanaatimize göre Kurân’da sahâbeyi bize en güzel tanıtan âyet Fetih Sûresi’nin 29. âyetidir: “Muhammed Allah’ın Elçisidir ve [sadâkatle] O’nun yanında olanlar, bütün hakikat inkârcılarına karşı kararlı ve tavizsiz, [ama] birbirlerine karşı merhamet doludurlar. Onların [namazda] eğilerek (ve) yere kapanarak Allah’ın lütuf ve rızâsını aradıklarını görürsün; onların işâretleri, yüzlerindeki secde izleridir. Şu, onların hem Tevrat’taki ve hem de İncil’deki temsilleridir: [Onlar] filiz veren bir tohum gibi[dirler]; sonra Allah o (filizi) güçlendirir ki sağlam şekilde büyüsün ve [sonunda] kökü üzerinde dimdik dursun ve üreticileri sevindirsin… [Allah böylece mü’minleri sağlam ve dayanıklı/dirençli kılar] ki onlar aracılığıyla hakîkat inkârcılarını şaşırtsın. [Ama] onlardan inanıp doğru ve yararlı işler yapanlara Allah mağfiret ve büyük bir mükâfat vaad etmistir.”9
Dikkat edilirse âyet önce Hz. Peygamber’in “Resûl” oluşunu vurgulamakta, sonra da “vellezine meahû” yani “onunla beraber olanlar” ifadesiyle yanında bulunan kişilerin temel, karakteristik özelliklerini bize anlatmaktadır. Bu şahısları -öncelikle- Hz. Peygamber’in hayatında O’nunla birlikte olan kişiler olarak düşündüğümüzde/aldığımızda, onların gerçek sahâbe kavramı içerisine giren mü’minler olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Üstelik bu âyetin Fetih Sûresi içerisinde yer alması ve bu sûrenin son âyeti oluşu, bizim neden sadece Hudeybiye Anlaşması’na kadar îman etmiş kişileri sahâbe olarak kabullendiğimizin delilidir. Hudeybiye’de bir ağaç altında Hz. Peygamber’e sadâkatlerini bildirerek -ölüm üzerine- “biat eden” 10 bu kişiler için Kur’ân şunları söylemiştir:
“Sana bağlılıklarını bildirenler, Allah’a bağlılıklarını göstermiş olurlar. Allah’ın eli onların elleri üzerindedir. O halde, kim ahdini bozarsa yalnızca kendi aleyhine bozmuş olur ve kim Allah’a karsı taahhüdüne uyarsa [Allah] ona büyük bir ödül ihsân edecektir.”11
“[Ey Muhammed,] o ağacın altında sana bağlılıklarını bildiren mü’minlerden Allah râzı olmuştu; çünkü onların kalplerinden geçeni biliyordu. Böylece Allah, onlara bir iç huzuru bağışladı ve yakında gerçekleşecek bir zafer[in müjdesi] ile onları ödüllendirdi.”12
Farklı bir bakışla “O’nunla beraber olanlar” ifadesini kıyâmete kadar gelecek olan mü’minleri kapsayacak şekilde anlamlandırdığımızda, bu sefer de görürüz ki; “Hz. Peygamber ile beraber olmak O’nunla çağdaş olmayı zorunlu kılmamaktadır.” Yazımızın ilk kısmında da söylediğimiz gibi kim Hz. Peygamber’e inanıyor, ona gelen mesajı hayatının ekseni hâline getiriyor ve bu yolda her türlü imkânı ile mücadele ediyorsa, o kişi Hz. Peygamber ile beraberlik/arkadaşlık kuruyor demektir. Zaten âyetin devamında gelen düsturların evrenselliği, manevî yönüyle sahâbe kavramının da evrenselliğini bize gösteriyor. Bu bilgiler ışığında bir sahâbî portresi çizmek istersek şu tespitleri yapmamız mümkündür:
Sahâbe olmak, ”Sadâkatle Hz. Peygamber’e bağlanmak ve yanında durmaktır.”
Sahâbe olmak, “Hakikat inkârcılarına karşı kararlı ve tavizsiz bir tavır göstermektir.”
Sahâbe olmak, “Kendi aralarında birbirlerine merhametli, şefkatli davranmaktır.”
Sahâbe olmak, “Rükû ve secde ehli olmaktır.”
Sahâbe olmak, “Sadece Allah’ın rızâsına ve lütfuna tâlip olmaktır.”
Sahâbe olmak, “Yüzünde secde yani Allah’a yakınlık/muhabbet izi taşımaktır.”
Sahâbe olmak, “Hem Tevrat’ta hem de İncil’de müjdelenmektir.”
Sahâbe olmak, “Sağlam gövdeli bir ağaç gibi, onurlu, şahsiyetli, sürekli iyilik ve güzellik üreten bir insana dönüşmektir.”
Kısaca sahâbe olmak, “Hangi devirde yaşarsa yaşasın Muhammedî Hakîkat’e sahip çıkmaktır.”
Necmettin Şahinler
“Allah’ın Rahmetini Çeken Gerçekler” (Ketebe Yayınları, 2022) kitabından alınmıştır.