Hz. Mûsâ’nın önderliğinde/rehberliğinde Firavun’un zulmünden kurtulup kendilerine vaad edilen topraklara doğru yola çıkan İsrâiloğulları’nın bu yolculukları sırasında başlarından geçen ve merkezinde Sâmirî’nin bulunduğu bir olay vardır. Kur’ân bu ibret verici olayın detaylarını Tâhâ/80-98. âyetleri arasında anlatmakta ve sonradan bu âyetleri indirdiği Hz. Peygamber’e şunu söylemektedir: “İşte sana geçmişte olup bitenlerin mahiyetinden de böyle (bir üslup içinde) bahsediyoruz; çünkü katımızdan hatırlatıcı bir öğreti bahşettik sana.”1 Âyetin başında yer alan Arapça “kezâlike” yâni “böyle/böylece” zarfı hem Kur’ân’ın geçmiş olayları –bunlar ister tarihî olaylar olsun, ister menkıbevî ya da temsîlî olaylar olsun– ele almasındaki amaca, hem de ele alış tarzına dikkat çekmek için kullanılmıştır. Kur’ân’daki her kıssanın ya da olaylara ilişkin her anlatımın altında yatan amaç, değişmez biçimde hep belli birtakım temel gerçeklerin yansıtılması ve onlara dikkat çekilmesi içindir. Bu da bize gösteriyor ki; Hz. Mûsâ’nın kısa bir süre yokluğunda ve kölelikten kurtuluşlarının hemen ilk başlarında Sâmirî ile İsrâiloğulları arasında yaşanan bu olaydan vahyin son temsilcisi olan Müslümanların “âyetlerin bükülmesi” adına almaları gereken çok önemli dersler bulunmaktadır.
Olayın başlangıcı Tâhâ/83. âyette de belirtildiği gibi Hz. Mûsâ’nın vahiy almak için davet edilip Sînâ Dağı’na çıktığı günlerde gelişmiştir. Bir başka âyette bu süreç şöyle anlatılır: “Ve [Sonra] Mûsâ için [Sînâ Dağı’nda] otuz gecelik bir süre belirledik; ve buna bir on gece daha ekledik, ki böylece Rabbinin belirlediği süre kırk geceye tamamlandı.2 Ve Mûsâ kardeşi Hârûn’a şöyle dedi: Halkımın arasında benim yerimi al; dürüst (ve erdemli) davran; bozguncuların yolunu tutma.”3 Âyetin sonunda Hz. Mûsâ’nın uyarılarına bakılırsa sanki kendisinden sonra kavminde olması mümkün bir olayı önceden hissetmiş gibidir. Gerçekten de Hz. Mûsâ’ya Tûr Dağı’ndaki son günlerinde bu üzücü olay Tâhâ/85. âyette şöyle haber verilir: “[Allah:] ‘Öyleyse bil ki’ dedi, ‘senin yokluğunda Biz kavmini sınadık; ve Sâmirî onları yoldan çıkardı.”
Anlaşılıyor ki; yüzyıllarca süren bir tutsaklıktan sonra siyasî ve toplumsal bağımsızlığına kavuşan bir halkı, geçmişinin yozlaştırıcı etkisinden hemen kurtarabilmek; özlenen manevî ve toplumsal düzen ve disiplini bir anda onların üzerinde gerçekleştirebilmek kolay değildir. Bu büyük özgürlüğe ve Allah’ın yolculukları sırasında onlara lütfettiği sayısız nimetlere rağmen kırk günlük kısa bir süre içerisinde bile İsrâiloğulları nankörlük göstermiş ve arkasından Sâmirî’nin ayartmalarına uyarak –Hz. Mûsâ’nın uyarısını doğrulayarak– Mısır’daki eski inançlarına dönme noktasında yanlış ve ifsad edici bir yola sapmışlardır.
Bu sözler ve arkasından gelişen olaylar Hz. Mûsâ’yı çok üzmüş olacak ki, Tâhâ/86. âyette onun kavmine olan sitem ve tepkisi şöyle anlatılır: “Bunun üzerine Mûsâ öfke ve üzüntüyle dolu olarak kavminin yanına döndü [Ve onlara:] ‘Ey kavmim!’ diye çıkıştı, ‘Rabbiniz size güzel bir söz vermemiş miydi? Peki, bu söz[ün gerçekleşmesi] size çok mu uzak göründü? Yoksa Rabbinizin gazabına uğramanıza mı karar verildi ki bana verdiğiniz sözden böyle döndünüz?”4
Hz. Mûsâ’nın bu sözlerine karşılık kavminin ona şu sözleri söylediğini görmekteyiz: “Sana verdiğimiz sözden biz kendi isteğimizle dönmedik; fakat [Mısır] halkı[nın kirli] zînet yükleriyle yüklüydük ve bu yüzden onları [ateşe] attık; aynı şekilde Sâmirî de [kendininkini] attı.”5 Bu sözler aslında İsrâiloğulları’nın “özür dileyip Allah’a tevbe edecekleri yerde”, kendilerini aklamak ve olayın sorumluluğunu başka bir alana çekme gayreti içerisinde olduklarını bize göstermektedir. Âyette sözü edilen zînetler, İsrâiloğulları’nın Mısır’dan ayrılmadan hemen önceki günlerde Mısırlılar’dan ödünç aldıkları altın ve gümüş şeyler, eşyâlardır. Aslında bu “ödünç alma” işi, açıkçası, asılsız gerekçelere dayanıyordu ve ödünç alınan zînetleri sahiplerine iade etmek gibi bir niyetle yapılmamıştı. Ama öyle görünüyor ki; yaptıkları bu yanlışın/soygunun yol açtığı günah duygusu zaman içinde bir iç huzursuzluğu halinde İsrâiloğulları’nın üstüne çökmüş ve bu yüzden günahkârca elde edilen bu zînetlerden kurtulmaya karar vermişlerdir.
İşte bu noktada Sâmirî orta çıkmış ve onlara bu zînet eşyâlarından kurtulmanın yolunu şöyle göstermiştir: “Fakat sonra, [onların Mûsâ’ya anlattıklarına göre, Sâmirî] onlara [erimiş altından], böğüren bir buzağı heykeli yapıp çıkardı; ve bunun üzerine onlar da [birbirlerine:] “İşte sizin ilâhınız da, Mûsâ’nın ilâhı da budur; ne var ki, o [geçmişini] unuttu!” dediler.”6
İsrâiloğulları’nın bu altın buzağısı, besbelli, yüzyıllarca süren Mısır etkisinin bir ürünüydü. Mısırlılar Menfis’te tanrı Ptah’ın tecessümü olarak gördükleri kutsal boğa’ya, Apis’e tapınırlardı. Boğa yaşlanıp da ölünce, onun yerine hemen yeni bir Apis’in doğduğu düşünülüyor ve eskisinin ruhunun ölüm ülkesinde Osiris’e hulûl ettiğine inanılıyor ve bu iki başlı tanrıya bundan böyle artık “Osiris-Apis”7 adıyla tapınılıyordu. Ayrıca altın buzağının çıkardığı “boğuk ses”e gelince; bunun, Mısır tapınaklarında bulunan ve içine açılmış bir takım oyuklar sayesinde ses çıkardığı bilinen putlarda olduğu gibi rüzgârın etkisiyle çıkan bir ses olması muhtemeldir.
Âyetin son ifâdesinde bu altın buzağı heykeli için “Mûsâ’nın ilâhı da budur; ne var ki o unuttu” denilmesi, Hz. Mûsâ’nın Firavun’un sarayında –tam bir Mısırlı olarak– yetiştiği hususuna ilişkin bir îma olabileceği gibi İsrâiloğulları’nın bilinçaltlarındaki somut, elle tutulan, açıkça görülen, ses çıkaran eski ilâhlarına olan özlemlerini de dile getirmek için olabilir. Zaten onların Bakara/55. âyette Hz. Mûsâ’ya şöyle seslenmeleri de sözünü ettiğimiz bu somut/görünen ilâh inançlarına/isteklerine işâret etmektedir: “Ey Mûsâ, doğrusu Allah’ı kendi gözümüzle görmedikçe sana asla inanmayacağız!”8 Yine Hz. Mûsâ için “fakat o unuttu” anlamındaki cümlede unutulanın ne olduğu konusunda farklı açıklamalar yapılmıştır. Bir görüşe göre burada Sâmirî’nin Hz. Mûsâ’nın tebliğ ettiği dini bir tarafa bıraktığından ve gerçek ilâhı unuttuğundan söz edilmektedir. Bir başka yoruma göre ise bu, Sâmirî’nin Hz. Mûsâ hakkındaki sözüdür. Sâmirî bu ifadesiyle Hz. Mûsâ’nın Tûr’da aramaya gittiği asıl ilâhın işte bu buzağı olduğunu ama Mûsâ’nın bunu dikkatten kaçırdığını iddia ederek toplumu ikna etmeye çalışmıştır.
Bütün bu gelişmelerden sonra Hz. Mûsâ, kavminin bu hâle gelmesinde başrol oynayan ve onlara altın buzağıyı yapan Sâmirî’ye yönelir ve böyle bir şeyi neden yaptığının açıklamasını ondan ister: “Peki, ya senin amacın neydi, ey Sâmirî?”9
Âyette ismi geçen Sâmirî ifâdesinin, söz konusu kişinin soyunu ya da kökenini gösteren bir sıfat ismi olduğundan şüphe yoktur. Bu kişi Hz. Mûsâ’nın dinini benimseyen ve Mısır’dan çıkışlarında İsrâiloğulları’na katılan pek çok Mısırlı’dan biridir ve bu durumda sâmirî tabirinin de eski Mısır dilinde “ecnebi” ya da “yabancı” anlamına gelen “shemer” sözcüğüyle akraba olması mümkündür. Bu görüşü, kıssada geçen kişinin, Mısır dinindeki Apis figürünün bir yankısı/bir uzantısı olarak işe altın buzağıya tapınma eylemiyle başlaması da desteklemektedir.
Hz. Mûsâ’nın bu sorusuna Sâmirî’nin şu karşılığı verdiğini görmekteyiz: “Ben onların göremediği bir şeyi gördüm; ve bu yüzden, Elçi’nin öğretilerinden bir tutam aldım ve onu fırlatıp attım; içimde bir şey böyle [yapmaya] itti beni.”10 Sâmirî’nin bu sözlerine dikkat edilirse, sanki yapmış olduğu eylemden pişman olmuş bir kişi hâli kendisinde gözükmemektedir. Tam tersine kendisini ve yaptıklarını soğukkanlılıkla savunabilecek, özgüveni yüksek bir rahatlıkta Hz. Mûsâ ile konuşmaktadır. Başka bir ifâde ile sanki bu konuşma aralarındaki teolojik bir fikir aykırılığı üzerinden yapılıyormuş gibi gözükmektedir.
Âyette Sâmirî’nin “Ben onların göremediğini gördüm” ifâdesinde geçen “besure” yâni “gördü” yahut “gören/görür oldu” fiili “bir şeyi zihnen kavradı/o şeye vukuf kazandı/anladı” gibi deyimsel anlamlarla da yüklüdür. Yâni bu ifâdeyle Sâmirî Hz. Mûsâ’ya şunu demek istemiştir: “Ben onların anlamadığını anladım; senin söylediklerinin, Ey Mûsâ, bazılarının yanlış olduğunu fark ettim.” Öyle görünüyor ki, Sâmirî, müte’âl/aşkın ve görünmeyen Allah fikrine karşı çıkmakta ve halkın “görünen, elle dokunulabilen somut” bir ilâha inanması gerektiğini düşünmektedir. Sâmirî’nin “Elçi’nin öğretilerinden bir tutam aldım ve onu fırlatıp attım” sözleri ise onun Hz. Mûsâ’nın mânevî öğretim yönteminden yâni “tebliğ ve uygulamasından” bir kısmını alıp, öğretisinin muhtevâsı dışına çıkarıp attığı anlamındadır.
Anlaşılıyor ki; Sâmirî’nin Hz. Mûsâ’nın öğretisinden bir kısmını reddetmesi, onun putperestliğe ve Allah’tan başka nesnelere ya da varlıklara ilâhî nitelikler yakıştırmaya ilişkin bilinçaltı eğilimlerini açığa vurmaktadır. Bu yaklaşım ilâhî varlığın yahut en azından onun “tecellîsi” olarak tasarlanabilen şeyin somut bir imajını ortaya koyarak kavranamaz, tasarlanamaz olanı; insânın sınırlı algı ve duyu alanına yaklaştırmayı amaçlayan boş ve aldatıcı bir hayalcilikten ibarettir ve bu yoldaki tüm çabalar insânın Allah’a ilişkin kavrayışını aydınlatacağına daha da bulanık bir hale soktuğundan, bu yönde atılan her adım en başta kendi amacını baltalamakta ve böylece çıkmaz bir yola sokulmuş olan dindar eğilimli kişinin manevî potansiyeli büsbütün ziyan edilmektedir: Kur’ân’daki veriliş tarzı itibariyle, altın buzağı kıssasıyla anlatılmak istenen gerçek de şüphesiz budur.
Sâmirî ile Hz. Mûsâ arasında geçen bu konuşmadan sonra Hz. Mûsâ’nın Sâmirî’ye şu sözleri söylediğini görüyoruz: “[Mûsâ:] ‘Git artık’ dedi (ona), ‘ama şunu bil ki, bundan böyle hayat boyunca ‘Bana dokunmayın!’ demekten ibaret olacaktır senin payına düşen! [Öte dünyada ise] hiç kuşkusuz, kaçıp kurtulamayacağın bir yazgı beklemektedir seni! Şimdi bak, kendini her şeyinle adayarak tapındığın şu düzmece ilâhına: onu nasıl yakacağız ve sonra toza toprağa çevirip nasıl denize savuracağız! (Size gelince, ey İsrâiloğulları!) Sizin biricik ilâhınız, kendisinden başka ilâh olmayan Allah’tır; sınırsız bilgisiyle her şeyi kuşatan O’dur!”11
Görülüyor ki; Sâmirî, içinde bulunduğu toplumdan tecrit edilme/uzaklaşma şeklinde bir ağır karşılık ile cezâlandırılmış, toplumundan soyutlanarak ömrünün sonuna kadar kendi yalnızlığına itilmiştir. Bunun yanı sıra tefsirlerde, Allah tarafından Sâmirî’yi insânlardan uzak durmaya mecbur eden veya zürriyet sahibi olmasını engelleyen fiziksel bir hastalık verilerek cezalandırıldığı yorumları da yapılmıştır. Bütün bunlar bize Sâmirî adlı kişinin –sıradan değil– bilgi sahibi, İsrâiloğulları üzerinde etkili olan, kitleleri peşinden sürükleyebilecek ve onları nereden/nasıl saptıracağını bilen usta bir nifâkçı karakter olduğunu göstermektedir. O büyük bir maharetle aldatmanın en tehlikelisi olan “kutsalla aldatmayı” kullanmış, batıl olanı Hakka yaslayarak anlatmış, aynı zamanda kendisinin gizemli/sırlı bilgilere sahip olduğu yönünde bir imaj oluşturarak, dini içeriden yıkmaya çalışmıştır.
İsrâiloğulları ise Firavunun zulmünden nasıl kurtulduklarını unutmuş, denizde gerçekleşen mucizeyi gözleriyle görmüş olmalarına rağmen; Hz. Ali’nin tabiriyle “daha ayaklarının ıslaklığı kurumadan” kölelik günlerini özler bir tavra girmiş, Hz. Hârûn’un kendilerini Sâmirî’nin yaptığı bu buzağı heykeline/puta tapmamaları noktasındaki uyarılarını dinlememiş, ısrarla “Mûsâ yanımıza dönünceye kadar bu heykele tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz”12 diye inatlarını sürdürmüşlerdir. İşte bu inatlarından dolayı Kur’ân Bakara/93. âyette onların bu zayıf maddeye düşkün/tutkulu zaaflarını şöyle tasvir eder: “Zira hakîkati reddetmeleri yüzünden bunların kalplerini [altın] buzağı sevgisi kaplamıştır.”13 Bu ifâdeden İsrâiloğulları’nın, asırlarca Mısır’da kalmalarının bir sonucu olarak, Mısırlılar gibi sığıra kutsallık atfetmelerinin kastedildiği düşünülebilir. Başka bir ifâde ile onlar; kulluk sözleşmesindeki ortak taahhütlerini, Allah’a iman, kulluk ve sorumluluk bilincini şuur altına iterek örtbas edip inkârda ısrarları sebebiyle kalplerine, akıllarına buzağı putunu yerleştirmişlerdir.
Âyette bu yerleştirmenin “kalplerine buzağı içirildi” şeklinde anlatımı, aynı zamanda onlar kalplerine maddi değerleri/dünya sevgisini yerleştirdiler demektir. Yani onlar dünyevileştiler ve kalplerinde mânevî duygular yerine artık nesnel duygular yer aldı. Aslında her ne sebeple olursa olsun bu durum inkâr etmelerinin bir sonucuydu. Medine Yahudileri de, “Biz sadece bize indirilene inanırız” diyorlardı. Oysa onların inanç tarihleri, belirtildiği gibi bir sürü sapmalarla doluydu; onun için de onların yanlış inançları kendilerine böyle çok kötü şeyler emrediyordu; Hz. Peygamber’i ve Kur’ân’ı reddetmeleri de bu kötülüklerden biriydi. Özetle bu İsrâiloğulları’nın kanlarına/kalplerine geçmişten işlemiş bir sevgiydi ve onlar daha Hz. Mûsâ ile yolculukları sırasında kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavimle karşılaştıklarında Hz. Mûsâ’ya şunu söylemişlerdi: “Ey Mûsâ, dediler, Bize de onların ilâhları gibi bir ilâh yapıver!”14
Buraya kadar yazdıklarımız “kutsalı kullanarak âyetleri ustaca büken” İsrâiloğulları’nın Sâmirî’siydi. Ama bu ifâdenin bir isim değil bir sıfat olması bize gösteriyor ki; her çağın yerel ve küresel Sâmirî’leri vardır ve onlar insânlara “altın buzağı sevgisini içirmek” için ellerindeki tüm imkânları kullanmak, tüm hünerlerini göstermek üzere devrededirler. Tevhidin bir kısmın alıp, bir kısmını atan yâni bir anlamda Allah’ın ulûhiyetini bölen, Hakk’tan görünerek dini içinde yıpratan, dini yine dini kavramlarla yıkan, dünya/madde tutkusunu ustalıkla kalplere nakışlayan her kişi/kurum Sâmirîlik kapsamı içerisindedir. Bugün modern ve çağdaş bir yapıya bürünmüş olan Sâmirîler; hürriyet, kimlik ve inanç krizi yaşayan kitlelere güncel sosyal putlar pazarlamakta, bugünün piyasa değerleri üzerinden toplumu ayartmanın ve uyuşturmanın peşinde koşmaktadırlar. Üstelik bu yaptıkları nifak ve fesadları da birer fazilet olarak algılamaktadırlar.
Artık çeşitli vesilelerle üretilen zamane buzağıları, sesleri, renkleri, şekilleri ve çağrıları ile insânları etkilemekte; farklı gündem, kavram ve hayat formlarıyla sürekli insânların yönünü değiştirmeye kalkmakta; insânları tutkularının, ihtiraslarının esiri haline getirerek Allah’tan uzak tutmaya çalışmaktadırlar. Genelde İslâm dünyası, özelde Müslümanlar da tarih boyunca bu yetenekli Sâmirî’lerin elleriyle oluşturduğu kutsal yapay putlardan çok çekmişlerdir ve hâlâ çekmeye devâm etmektedirler. Şüphesiz bu putların neler olduğunu ve kimler tarafından Müslümanların arasına bir nifak unsuru olarak sokulduğunu detaylıca anlatmak mümkün değildir. Ama şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; bugün İslâm yozlaşmışsa ve Müslümanlar bilinçli/bilinçsiz yapay putlarla Allah’tan/dinden/imandan/hakîkatten uzaklaşmışlarsa, bu bozulmalara zemin hazırlayan Sâmirî zihniyetler bunu genel olarak “hurafe, bid’at, siyâset ve Rableştirme” yoluyla gerçekleştirmiş ve Müslümanların önlerine sürekli ses çıkaran buzağıları kutsala hizmet adına koymuşlardır.
Hurâfe buzağından daha önce bahsetmiştik ve onu “sünnetullaha, bilime, akla, vahyin verilerine ters düşen ve çoğunluğu ataların eski kabullerinden oluşan inançların, yaklaşımlarını iddiaların, uygulamaların, tavırların ortak adı” olduğunu söylemiştik. Gerçekten de hurâfe saptırıcılığı Müslümanları tevhidî kulluk bilincinden koparmış, onları iyi şeyler yapıyoruz zannıyla “şeytân’ın oyuncağı yapmış”15, arkasından da “Allah ile aldatılma” noktasına taşımıştır.16 Gerçek şudur ki; ebedî kurtuluş, Sâmirîler’in ürettikleri ve kendilerini ön plâna çıkarmak için kullandıkları hurâfe sloganlarıyla değil, üretilen değerlerle olacaktır.17
Bid’at buzağı ise “dinde eksiltme ve artırma yaparak” ortaya koyulan ama “dinde kendisi hakkında kanıt bulunmayan” davranışlardır. Aslında bid’at bir şirk kurumudur ve özünde Allah’a iftira ederek dine haram-helâl, iyi-kötü eklemektir. Bu ilâve kabuller onları uyduranlar tarafından süslenip püslenmekte ve taklit bedavacılığında rahat arayanlar tarafından benimsenip hayata geçirilmektedir. Kur’ân’ın verileri ışığında lügat bilginlerinin yaptıkları açıklamalar dikkate alındığında bid’at; dinin vahye dayanan tespitlerine, buyruklarına, kabullerine yapılan ekleme veyâ bunlarda oluşturulan eksiltmedir. Buna göre bid’at, din bünyesinde söz konusudur ve ilâhî alana müdahale ile ortaya çıkan bir olumsuzluktur. Başka bir ifâde ile bid’at, Allah’ın din olarak gönderdiğinde olmayan şeyi var göstermektedir.
Bid’at, vahyin oluşturduğu tevhid geleneğine aykırı kabuller icad etmektir. Bunlar ne kadar iyi niyetle, Hak rızasını kazanmak gayesiyle yapılırsa yapılsın, bu onların bid’at olmasını engellemez. Bu nedenle bid’ati güzel ve çirkin olarak ayırıp sonra da bunun kavgasını yapmak temel bir yanılgıdır. Çünkü “Güzel bir bid’at” tanımı, birçok olumsuzlukların gözden kaçmasına neden olan maske bir ifâdedir. Dine ekleme yapmanın güzel olacağını söylemenin kendisi de bid’âttir. Tevhid geleneğini bid’at üretimleriyle ilk kirleten/yıkan Sâmirîler Emevîler içerisinden çıkmıştır. Onların dini tahrip adına açtığı yaralar bugün de etkisini sürdürmektedir. Hz. Peygamber’in uzun bir süre hizmetinde bulunan Enes b. Mâlik’in “Resul’den öğrendiklerimiz içinde bozulmayan tek şey şu namaz kalmıştı; onu da tanınmaz hâle soktular” sözü bu sürecin acı bir tasviridir. Yine tâbîun neslinin önemli şahsiyetlerinden biri olan Hasan el- Basrî bu konuda şöyle söylemiştir: “Hz. Peygamber, şu mescidin önünde durup baksa kıble dışında değişmeyen bir şey bulamazdı.”
Bir Müslüman için bid’atin göstergesi, Kur’ân’da yer almamaktır. Çünkü Allah’ın dininin kaynağı Kur’ân’dır ve onun dışındaki kaynaklar din değil, diyanetin kaynağıdır. Diyanet ise beşerî bir kurum olduğu için onun alanındaki yenilikler bid’at değildir. İşte İslâm dünyasının rahat yüzü görmemesinin sebeplerinden biri de budur. Allah’ın dininde eksiltme veyâ artırma yoluyla değiştirme olarak ortaya çıkan bid’atin en kötü yanı, genellikle iyi niyetle sergilenmesidir. Bu iyi niyet zemini, bid’atin toplumda geçerli ve değerli olmasına neden olmakta; bunun sonucunda da sapma sessizce yerleşmekte; dine eklenen âdet ve alışkanlıklar dinleşmektedir. Bid’atleri üreten Sâmirî sıfatlılar, bu bid’atler yüzünden saparak beşerî âdetleri din gibi yaşamaya kalkışanların oluşturdukları günahın yükünü de taşıyacaklarını unutmamalıdırlar. Çünkü Kur’ân, ilimsizlik yüzünden insânların sapmasına sebep olanların, saptırdıkları insânların günahlarına ortak olacaklarını çok açık bir şekilde bildirmiştir.18
İslâm’ın yozlaşmasında en önemli etkenlerden biri de siyaset buzağı yâni bir anlamda siyaset ve saltanat dinciliğidir. Tarihin en acımasız sektörü, dini siyasal amaçlar için kullanan sektördür. Bu sektör, insân kitlelerine yaptığı akıl almaz zulümlerle kalmamış, insânlığın birçok evlâdının dinden soğumasına, dine ve Allah’a karşı çıkmasına da yol açmıştır. Siyaset buzağı, insânlığın rahmet, kardeşlik ve paylaşım kurumu olan dini doyumsuz iştahların aracı yaparak insânın temel mutluluk yolunu dikenlemektedir. Çünkü bu sistem/sektör, hiçbir savunma ihtiyacı duymadan gönülden güvenip teslim olmuş insânları aldatma üzerine oturmaktadır. Aldatılan kitleler, Allah ile aldatıldıklarından işin farkına varamamakta, böyle olunca da tüm imkânlarını aldatanların önüne sermekte ve üstelik bunu bir ibadet coşkusuyla yapmaktadırlar.
Ses getiren siyaset buzağının başarılı olması için dinin omurgasındaki ilâhî irâdenin yerine beşerî irâdenin konması gerekir. İlâhi irâdenin yerine insân irâdesinin konması ise dinin rotasını değiştiren bir felâkettir. Din, Allah’ın rahmetine doğru yol almaktan ve aldırmaktan çıkar, insân nefsinin ve ihtiraslarının kaosuna doğru yelken açtırmaya başlar. Bunun sonu, Allah’ın erdirici irâdesiyle insân nefsinin öldürücü arzularının yer değiştirmesidir. Siyaset dinciliğinin Müslümanların önüne koyduğu bir başka buzağı da “Hz. Peygamber’i melek-nebî konumuna yükseltip, O’nu izlenecek bir ahlâksal model olmaktan çıkarıp, kutsallık ve heyecan dağıtan bir dünya ötesi varlığa dönüştürmektir. Bu gerçekleştirilince de peygamber yetkileriyle donatılmış izlenebilir modeller üretme aşamasına geçilir. Bunlar din adına tartışılmaz, eleştirilmez, dokunulmaz, hata yapmaz kişilerdir. Bu yapılanma çeşitli övgü yaftalarıyla donatılan bu kişilere yaptırılır, arkasından da onların kabullerine karşı çıkanlar dindışı ilân edilerek işe yarar kurallar serisi tabulaştırılır.
Özetle, siyaset dinciliği, politik çıkarlar uğruna din ve iman değerlerinin zedelenmesinden hatta telef edilmesinden rahatsız olmamaktadır. Siyaset dincisi, siyasal çıkarı için dinle imanla zerre kadar ilgisi olmayanlarla sarmaş dolaş olabildiği, kader birliğine gidebildiği halde din adına en seçkin değerleri üreten ama kendisine politik destek vermeyen insânlara amansız düşman olabilmektedir. Siyaset dincisinin hayatında ve davranışında belirleyici unsur, Allah’ın rızası ve dinin saygınlığı değil, siyasal hesap ve çıkar buzağıdır.
İslâm’ın yozlaşmasında son olarak dördüncü ses getiren buzağı “Rableştirme” buzağıdır. Şirkin bir belirişi olan bu rableştirme; “melekleri rableştirme, peygamberleri rableştirme ve diğer insânları rableştirme” şeklinde üç görünüm arzeder. Bu noktada işin en trajik yönü, bu rableştirmelerin inkârcılar tarafından değil, inananlar tarafından çıkmış Sâmirîler eliyle kutsallık adına yapılmasıdır. Peygamberlerin rableştirilmesi, en tehlikeli rableştirme türüdür. Bir peygamberi, habercisi ve elçisi oldukları Allah ile ortak konumuna getirerek hizmet ettikleri davanın tam tersi bir amaca araç yapılması, kısaca Allah’ın elçilerinin Allah’ın ortakları konuma getirilmesi dinde en büyük yıkımdır. Bunun yanında din adamlarının veya din sınıfının rableştirilmesi de Kur’ân’ın şikâyetleri arasındadır. Kur’ân nebîlerin rableştirilmesinin giderek din büyüklerini rableştirmeye varacağına dikkat çekmiştir.
Ne yazık ki, Kur’ân’ın tanıttığı ve yıktığı bu tehlike, sonraki zamanlarda İslâm bünyesine sokulmuş ve önce İsrâiliyat uydurmalarıyla Hz. Peygamber rableştirilmiş, O’nun ardından da süreç işleyerek din adına yüce bilinen kişiler rableştirilmişlerdir. Böylece yüzlerce örtülü yedek ilâh, binlerce maskeli sahte peygamber, dirisiyle ölüsüyle Müslümanların kaderine hükmetmiştir. Kısacası, İslâm dünyası, Allah’ın berisinden rabler edinmeyi yani bir anlamda ses çıkaran altın buzağılara tapınmayı sürdürdüğü sürece sürünmeyi de sürdüreceği gözükmektedir.
Haktan görünüp batıla/sahteye/yapaya hizmet eden çağdaş Sâmirîler, etkileyecekleri toplumun zaaflarını en iyi görebilen ve onları kendi çıkarları doğrultusunda kullanma becerisi gösteren hünerli/usta illizyonistlerdir. Onlar gerçek tevhid erlerinin olmadığı ortamlarda ancak boy gösterirler ve dinin değerlerini yine dinin kavramlarını kullanarak yozlaştırmaya çalışırlar. Elbette onların gücü sadece kendi yeteneklerinden değil, içlerinde yaşadıkları toplumun da cehâletinden ve bilinçaltlarında yaşattıkları somut/görünen/fiziki bir ilâhâ tapınma özleminden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle çağdaş Sâmirîler, her toplumun kendi nefislerinde olana özdeş bir putu onların karşılarına çıkarmışlardır. Yâni ne görmek istiyorlarsa, onu kendilerine göstermişlerdir. Hâlbuki toplum da bu heykellerin/putların kendilerine fayda ve zarar veremeyecek olduğunu çok iyi bilmektedirler ama ne var ki, tabulaştırılmış gelenek onların hakîkati görmelerine engel olmuş ve onları nefislerinin köleleri hâline getirmiştir.
Tevhid/din bir bütündür ve parçalanamaz. Ona bir şey eklemek de ondan bir şey çıkarmak da –hangi niyetle olursa olsun– ilâhî irâdeye ve ezelî hikmete ters düşmek olur. Allah’ın “tenzih” vechesi olduğu gibi “teşbih” vechesi de vardır ama asıl tevhid “tenzih ile teşbih’i cem” edebilmektir. Bu nedenle Allah’ın varlıkta kendini izhâr ettiği tecellîlerini, o varlıkla özdeştirmeye kalkmak ve Mutlak Varlık’ı sınırlandırıp, bu tecellîlere bağımsız ilâhlar muamelesi yapıp, onları ulûhiyete ortak kılmak şirke kapı açmaktır. Hiçbir iyi niyet veya “nefsim bunu bana güzel gösterdi” savunması, hakîkatin parçalanmasının savunması olamaz. Allah’ın âyetlerini bükmek ve zamanın elçisinin öğretisine teslim olmak yerine; dikkat dağıtıcı/oyalayıcı/ses çıkarıcı sanal putlar/buzağılar üretme gayretleri sonuçsuz kalmaya mahkûmdur. “Ben onların göremediğini gördüm/anladım” vehmi ise ancak yolda kalmışların anlamsız bir avuntusudur. Hakîkat erlerine gelince onları görevi bu sahte/sanal buzağıları muhabbet/zikir ateşinde eritmek ve sonra da onları Allah’ın sonsuz ilim deryasına rücu ettirmektir. Son söz: “Sizin ilâhınız ancak kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, ilmiyle her şeyi kuşatmıştır.”19
Necmettin Şahinler
Mirat Haber, 12 Temmuz 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
- Tâhâ, 20:99. “Kezâlike nakussu aleyke min enbâi mâ kad sebak(sebaka), ve kad âteynâke min ledunnâ zikrâ(zikren).” ↩︎
- Hz. Peygamber’in birçok Sahâbesi’ne göre, ilk otuz gece Hz. Mûsâ tarafından orucun da dahil olduğu ruhî hazırlıkla geçirilecek ve bunu izleyen on gece içinde de kendisine Tevrat (on emir) indirilecekti. Arapça kullanım içinde “gece”ler aynı zamanda “gün”leri de kapsayan bir süreyi ifâde eder. ↩︎
- A’râf, 7:142. “Ve vâadnâ mûsâ selâsîne leyleten ve etmemnâhâ bi aşrin fe temme mîkâtu rabbihî erbaîne leyleh(leyleten), ve kâle mûsâ li ahîhi hârûnahlufnî fî kavmî ve aslıh ve lâ tettebi’ sebîlel mufsidîn(mufsidîne).” ↩︎
- Tâhâ, 20:86. “Fe recea mûsâ ilâ kavmihî gadbâne esifâ(esifen), kâle yâ kavmi e lem yaıdkum rabbukum va’den hasenâ(hasenen), e fe tâle aleykumul ahdu em eredtum en yahılle aleykum gadabun min rabbikum fe ahleftum mev’ıdî.” ↩︎
- Tâhâ, 20:87. “Kâlû mâ ahlefnâ mev’ıdeke bi melkinâ ve lâkinnâ hummilnâ evzâren min zînetil kavmi fe kazefnâhâ fe kezâlike elkâs sâmiriyy(sâmiriyyu).” ↩︎
- Tâhâ, 20:88. “Fe ahrece lehum ıclen ceseden lehu huvârun fe kâlû hâzâ ilâhukum ve ilâhu mûsâ fe nesiy(nesiye).” ↩︎
- Greco-Egyptian dönemde “Serapis” ↩︎
- Bakara, 3:55. “Ve iz kultum yâ mûsâ len nu’mine leke hattâ nerallâhe cehreten fe ehazetkumus sâikatu ve entum tenzurûn(tenzurûne).” ↩︎
- Tâhâ, 20:95. “Kâle fe mâ hatbuke yâ sâmiriyy(sâmiriyyu).” ↩︎
- Tâhâ, 20:96. “Kâle basurtu bi mâ lem yabsurû bihî fe kabadtu kabdaten min eserir resûli fe nebeztuhâ ve kezâlike sevvelet lî nefsî.” ↩︎
- Tâhâ, 20:97-98. “Kâle fezheb fe inne leke fîl hayâti en tekûle lâ misâse ve inne leke mev’ıden len tuhlefeh(tuhlefehu), vanzur ilâ ilâhikellezî zalte aleyhi âkifâ(âkifen), le nuharrikannehu summe le nensifennehu fîl yemmi nesfâ(nesfen).İnnemâ ilâhukumullâhullezî lâ ilâhe illâ hûv(huve), vesia kulle şey’in ilmâ(ilmen).” ↩︎
- Tâhâ, 20:91. “Kâlû len nebreha aleyhi âkifîne hattâ yercia ileynâ mûsâ.” ↩︎
- Bakara, 2:93. “…ve uşribû fî kulûbihimul icle bi kufrihim…” ↩︎
- A’râf, 7:138. “…kâlû yâ mûsac’al lenâ ilâhen ke mâ lehum âlihetun…” ↩︎
- Nisâ, 4:119. ↩︎
- Fâtır, 35:5; Hadîd, XX:14. ↩︎
- Bakara, 2:111. ↩︎
- Nahl, 16:25. ↩︎
- Tâhâ, 20:98. “İnnemâ ilâhukumullâhullezî lâ ilâhe illâ hûv(huve), vesia kulle şey’in ilmâ(ilmen).” ↩︎