Hayrı/iyiliği ve şerri/kötülüğü bir maşanın iki ucuna benzetirim. Maşanın uçları birbirinden ayrıdır ama alt tarafta birleşiktir. Bizim gözümüz daha çok ayrık uçlara bakmaya alıştığından, bu uçların altta aynı/tek kaynaktan çıktığını aklımıza ilk ânda getirmeyiz. Tıpkı bunun gibi hayr ve şerde –görünüşte– Allah’tan neşet eder ama bunlar Allah’a nispet edildiğinde değil, bize nispet edildiğinde hayr ve şer adını alır. Çünkü Allah mahzâ hayr üzeredir.1 Ama bunu anlamak da anlatmak da kolay değildir. İnsânın zihnini “iyi güzel de mahzâ hayr olan bir varlıktan şer nasıl zuhûr eder?” sorusu sürekli meşgul eder durur. Dînî/mantıkî gerekçeler, Allah’ın şerden/kötülükten “tenzih” edilmesini gerekli kılarlar. Fakat dünyâyı dolduran zulüm, kötülük, çirkinlik ne olacak ve nasıl îzah edilecektir?
Kur’ân, hayr ve şerrin bir sınama aracı olduğu söyler: “Her can ölümü tadacaktır; ne var ki, [hayâtın] iyi ve kötü [tezâhürleriyle] karşı karşıya getirerek sınıyoruz sizi; ve sonunda hepiniz Bize döneceksiniz.“2 Âyette sınanma/imtihan/deneme olarak çevrilen kelimenin Arapça orijinali “fitne“dir. “Fetn” kökünde türemiş bu isim “altın, gümüş gibi kıymetli mâdenlerin, kendisiyle kaynaşmış olan değersiz maddelerinden (cüruf) ayrıştırılması, yâni saflaştırılması amacı ile yüksek ateşte yakılması (potada eritilmesi)” işlemidir. Bu tanım çerçevesinde âyete baktığımızda anlıyoruz ki, bizim hayr ve şer olarak nitelendirdiğimiz şeylerin/olayların amacı sonuçta insânın arınmasına/saflaşmasına hizmet eden bir rahmânî işlev görmektedir. Bu işlevi detaylandıran başka âyetlerde de şöyle vurgulanır: “İnsanlar, [sâdece] ‘İnandık!’ demeleriyle bırakılacaklarını ve sınava çekilmeyeceklerini mi sanıyorlar? Evet, andolsun ki, Biz kendilerinden öncekileri de sınadık; o halde [bugün yaşayanlar da sınanacak ve] elbette Allah, doğru davrananları ortaya çıkaracak ve yalancıların da kimler olduğunu gösterecektir.“3
Hayr/iyi kelimesi, ahlâkî mânâda iyiyi ifâde ettiği gibi, sâhip olunan nîmetleri de ifâde etmiş olabilir. Sağlık, mutluluk, maddî nîmetler “hayr/iyi” kavramının kapsamına gireceği gibi, iffet, fedakârlık, sadâkat, adâlet, özgürlük, hürriyet, paylaşım, barış, güven, îman, akıl, sevgi, bilgi gibi değerler de bu “hayr/iyi” kavramının içine girebilir. Bununla berâber “şer/kötü” kelimesi de hastalık, savaş, üzüntü, çile, fakirlik denen hayâtın kötü yanlarını ifâde edeceği gibi, üstte sıralanan ahlâkî değerlerin tersini de kapsamına alabilir. Aslında inanan bir insân için hayr ve şerrin sınırları Kur’ân’da net olarak çizilmiştir. Allah’ın emrine/rızâsına uygun, fıtratla çatışmayan her davranış hayr/iyi, nefsin arzuları doğrultusunda buna ters olan her davranış şer/kötüdür. Veyâ “Nefs-i Emmâre“nin isteklerine karşı gelen her tavır hayr, buna paralel olan her tavır ise şerdir. Kur’ân’ın/Vahyin değerlendirmeleri dışında kalan noktalarda hayr ve şerri hangi ölçüye bağlı kalarak tespit edeceğiz sorusuna ise verilecek tek cevap, “iyi ve güzel görmeye çalışmak“4 diye verilmiştir.
Hayr ve şer konusunun kaynağını anlamaya yardımcı olması için Nisâ 4/78-79. âyetlerine de bakabiliriz:
Nerede olursanız olun, ölüm gelip sizi bulacaktır, göğe yükselen kulelerde olsanız bile. Onlar güzel şeylere kavuştuklarında, bazıları “Bu Allah’tandır!” derler; ama başlarına bir kötülük gelince, “Bu senin yüzündendir [ey arkadaş]!” diye feryâd ederler. De ki: “Hepsi Allah’tandır!” O halde bu insânlara ne oluyor da kendilerine bildirilen hakîkati kavramaya yanaşmıyorlar?5
Size gelen her iyilik Allah’tandır; başınıza gelen her kötülük de kendinizden. Seni [ey Muhammed,] bütün insânlığa bir elçi olarak gönderdik: ve hiç kimse [buna] Allah’ın şâhitliği gibi şâhitlik yapamaz.6
Âyetlerden anlaşılıyor ki insân psikolojisi, başına gelen güzel/iyi/hayr içerikli her olayı “Bu Allah’tandır” şeklinde rahatlıkla Yaratıcı Kudret’e izâfe edip yorumlarken, aynı şeyi şer/kötü için yapamamakta, onu başkalarının hatâlarına yükleyerek kendi eylemlerinin veyâ önlerindeki çeşitli yollar arasında yanlış seçim yapmalarının bir sonucu olabileceğini anlamazlar. Kur’ânî dünyâ görüşünde Allah, bütün hâdiselerin nihaî kaynağıdır. Sonuçta, insânın karşılaştığı her iyilik ve başına gelen her kötülük, son tahlilde Allah’ın irâdesinin bir eseridir. Ancak insânın “kötü kader” saydığı her şey, gerçekte, nihaî sonuçları itibariyle kötü değildir; zîra “mümkündür ki nefret ettiğiniz bir şey sizin için iyi olabilir ve yine mümkündür ki sevdiğiniz bir şey de sizin için kötü olabilir: Allah bilir, ama siz bilmezsiniz“7 Böylece, zâhirî birçok “kötülük“, çoğu zaman, bir sınavdan ve ilâhî kaynaklı bir olgu olan, sıkıntı çekerek rûhsal olgunluğa erişme aracından başka bir şey olmayabilir ve mutlaka başına kötülük gelen kişinin yanlış bir seçiminin veya yanlış fiilinin sonucu olması gerekmez. O halde, açıktır ki bu âyetin sözünü ettiği “kötülük” veya “kötü kader” sınırlı bir muhtevâya sâhiptir, çünkü kelimenin ahlakî anlamında kötülüğe işâret etmektedir; yani, kişinin eylemlerinden veya davranışlarından kaynaklanan azâba. Bu da, Allah’ın bütün mahlûkâtı için koyduğu ve Kur’ân’n “Allah’ın metodu” (sünnetullâh) olarak tanımladığı sebep-sonuç kânunu ile uyum halindedir. Bu gibi sıkıntılar için insân yalnızca kendini suçlamalıdır. Zira “Allah hiç kimseye zerre kadar haksızlık yapmaz“8
İrfânî yönden düşünürsek “Hayr” ve “Şer” diye tanımladığımız bütün olaylar “Esmâ’ül Hüsnâ“9 ile işâret edilen mânâların fiiller âleminde ortaya çıkmasıdır. Allah’ın cemâl isimleri olduğu gibi celâl isimleri de vardır ve bu isimlerin tecellîleri de yaşadığımız bu âlemde kendi gösterecek/zuhûr edecek mazhar/yer arar. Örneğin: El Cebbâr10, Ed-Dâr11, El Kābız12, El Kahhâr13, El Muktedir14, El Müntakım15, Ed-Dâfi16, El Müzil17 gibi. Fakat bu isimler bile bizim dünyâmızda –o ândaki şartlarımıza göre- şer/celâl gibi gözükse de, aslında bunu bize böyle gösteren nefsimizdir. Biz genelde, nefsimize hoş gelmeyen şeyleri şer olarak görürüz. Halbuki nefsimize hoş gelmeyen şeye sabredersek, o şer gördüğümüz şey bizim idrâk boyutunda kendimizi daha iyi tanımamıza yol açmak için başımıza gelmiş bir uyarıdır. Hakîkatte yalnız hayr/güzellik/iyilik vardır. Şer/Çirkinlik bizim menfaatçi, göreli, kısır görüşümüzün ürünüdür. Daha doğrusu bizim aldanmamızdır. “O çok esirgeyici Allah’ın yaratılışında hiçbir düzensizlik göremezsin. İşte gözünü bir daha çevir. Hiçbir çatlak görüyor musun?“18 “O Allah yarattığı her şeyi güzel kılmıştı.“19
Aslında mutlak güzel/hayr olan varlığı çirkinleştiren bizim fiil, düşünce ve niyetlerimizdir. Şer, varoluşsal değil davranışsal bir durumdur. İnsân hayâtında, o hâyatı anlayış, algılayış ve sürdürüş biçimleri içerisinde var edildiği biçime aykırı davranışlara yönelme ve onları gerçekleştirme çabası olduğunda ortaya çıkar. Bütün mesele, varlığı, Allah’tan zuhûr ettiği gibi görmeye, illetsiz gözle görmeye ulaşmaktır. İnsânın mânevî çabası/seyr-i sülûk’u bu görüşü elde etmek içindir. Kuşadalı İbrâhim Halvetî: “Esmâların aralarında, zâtları itibariyle tezat yoktur. Tezat, tecellîyatta ve bir insâna nispetle çıkar” demektedir. Yâni Allah’ın isimlerinin birer tecellîsi olan varlıklar âleminde çelişme yoktur. Her şey birbirini tamamlar. Çelişki bize göredir. Her insân için de bu çelişkinin mânâsı ayrıdır; mutlak çelişkiden söz edilemez. Bu arada Kur’ân’ın bazı şeyleri temiz, bazılarını da pis olarak tanıtması, ontolojik bir realiteyi değil sosyolojik bir realiteyi dile getirmektedir.
Âyette “hayr“ın Allah’a, “şerr“in ise nefse nispet edilmesi, nefsimizin ilâhî isimlerin terkîbi olması dolayısıyladır. Yani şer, Ulûhiyet mertebesindeki Allah’a değil, Rubûbiyet mertebesindeki Rabb’e izâfe edilir. Her ne kadar bu terkîbin eninde sonunda mâhiyeti Allah’a dayanırsa da terkib/kayıtlı oluşu yönünden, “nefs” kelimesiyle tanımlanır. Rubûbiyet mertebesinde bizim varoluş şeklimiz/biçimiz/sûretimiz ezeldeki Hakk’ın ilmindeki A’yan-ı Sâbite’mizin bir yansımasıdır. Bu da bizim Allah ile olan şahsî/özel münâsebetimize işâret etmektedir. Her fert Rabb’ini bu özel ilişkinin oluşturduğu isimler aracılığı ile tanır. Her ferdin Hakk ilminde A’yân-ı Sâbitesi ile bilinen hâli farklı olduğundan bu hâlin görünür âlemdeki tecellîsinin oluşturduğu Rubûbiyet de farklı olacaktır. Bu şu anlama gelmektedir: “Her varlığın izâfî olarak Rabb’i farklıdır“. Başka bir ifâde ile söylemeye çalışırsak; “Her kulun Rabb’i, o kulun istîdâdına/yeteneğine/ alıcılığına tekâbül eden Hakk’ın isimler açısından bir vechesidir.“20 Bundan dolayı şer nefse bağlanır, Allah’a bağlanmaz. Ve zaten onun şer oluşu, nefsimize göredir! Allah’a göre değil! Yani terkîbimiz/kaydımıza ters düştüğü için, biz ona “şer” hükmünü veriyoruz. Ne zaman ki idrâkimiz bu kayıttan kurtulur, o zaman gözümüzde ne hayr kalır ne şer, sâdece “Allah’tan: deyip geçeriz. Erzurumlu İbrâhim Hakkı bunu “Tefviznâme“sinde yer alan bir dörtlüğünde şöyle verir: “Hakk şerleri hayr eyler/Zannetme ki gayr eyler/Arif ânı seyreyler/Görelim Mevlâ neyler/Neylerse güzel eyler.“
Bir piyanonun 88 tuşu vardır ve bu tuşların 36 sı siyah, geriye kalanlar beyazdır. Beyazlar ana notalar, siyahlar ise diyez ve bemol olmak üzere ara notalardır. Piyanonun tuşları sınırlıdır ama bunu çalan insân, ondan sınırsız/sonsuz melodiler çıkarır. Piyanoda sadece beyaz tuşlar olsaydı, karşımıza kulağa hoş gelmeyen, kısır, basit, anlamsız, zevksiz, asla mükemmel olmayan bir melodi çıkardı. Siyah tuşlarsız bir müzik yapmak, yedi rengi hiç karıştırmadan bir resim tablosu yapmak gibi olurdu. Hayat da bir piyanoya benzer, tuşlar ise Esmâ’ül Hüsnâ’ya. Beyaz tuşlar cemâli, az olan siyâh tuşlar ise celâli remzeder. Hayat bu zıtlıkların üzerine kurulmuştur. Beyaz tuşların, siyahlardan çok fazla oluşu; “Allāh’ın rahmetinin gazabını geçtiğini” gösterir. Veya asıl olanın “mahzu hayr” olduğunu vurgulamak içindir. Yaşam bir piyano gibi herkesin önünde olmasına rağmen, herkes ondan kendi istîdâdı/yeteneği oranında melodi çıkarır. İnsânın istîdâdı A’yân-ı Sâbitesi’ndeki İsimler Kümesi’yle/Esmâ’ül Hüsnâ Kodu ile sınırlıdır. Bu isimlere muhâtap olan varlık, bu isimlerin oluşturduğu “kompozisyon kalıbının/kabının” dışına çıkamaz ve sürekli bu isimlerin etkisi/denetimi/rızâsı altındadır. Şer/celâl gibi gözüken siyâh tuşlara basmadan/uğramadan nefsin akordunu yapmak mümkün değildir. Bu akorttan sonradır ki nefs ile rûh aynı rezonansı göstererek Tevhîd Senfonisi’ne eşlik eder. Piyanonun tuşlarını görmek, siyah ve beyazı birbirinden ayırmak “Fark“tır. Ve bu “Fark” görünen âlemin realitesidir. Ama piyanonun arka kapağını açıp bakanlar, “Cem“i zevk edenler, ne tuş görür ne de renk. A’razla zuhûr eden kesret, yerini Vahdet’e bırakmıştır.
Nâya üflenen nefes yedi ayrı perdeden
Sadâ verir, aslında tek iken; düşün, neden?
Bakın böyle doğmakta, işte Vahdet’den kesret;
Vahdet-i Vücud’dur, bil, a’razla zuhûr eden.21
Necmettin Şahinler
Yazarın Ata Nalı Ters Çakmak (İnsan Yayınları, 2011) adlı kitabından alınmıştır.
- Esmâü’l-Hüsnâ’dan olan el-Ber: “Zât’ından, yalnızca, mahzâ hayr südûr eden” anlamına gelmektedir. ↩︎
- Enbiyâ 21/35: “Kullu nefsin zâikatul mevt(mevti), ve neblûkum biş şerri vel hayri fitneh(fitneten), ve ileynâ turceûn(turceûne).” ↩︎
- Ankebût 29/2-3: “E hasiben nâsu en yutrekû en yekûlû âmennâ ve hum lâ yuftenûn(yuftenûne). Ve lekad fetennellezîne min kablihim fe le ya’lemennellâhullezîne sadakû ve le ya’lemenel kâzibîn(kâzibîne).“ ↩︎
- Bu konuda Kenan Rifâî hazretlerinden şöyle bir anekdot nakledilir: “Bir gün sokakta iki kişiden birinin diğerini dövmek maksadıyla elini kaldırdığını gördük, telaşlandık. O ise ‘Belki başını kaşımak için kaldırdı elini‘ dedi. Hepimiz birden bunun böyle olmadığında ısrar edince ‘Ne yapayım ben hüsnü zanna memurum‘ diyerek hepimizi mahçup etti.” ↩︎
- Nisâ 4/78: “Eyne mâ tekûnû yudrikkumul mevtu ve lev kuntum fî burûcin muşeyyedeh(muşeyyedetin), ve in tusıbhum hasenetun yekûlû hâzihî min indillâh(indillâhi), ve in tusıbhum seyyietun yekûlû hâzihî min ındik(ındike), kul kullun min ındillâh(ındillâhi), fe mâli hâulâil kavmi lâ yekâdûne yefkahûne hadîsâ(hadîsen).” ↩︎
- Nisâ/79: “Mâ esâbeke min hasenetin fe minallâh(minallâhi), ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsik(nefsike), ve erselnâke lin nâsi resûlâ(resûlen), ve kefâ billâhi şehîdâ(şehîden).” ↩︎
- Bakara 2/216: “…ve asâ en tekrehû şey’en ve huve hayrun lekum, ve asâ en tuhıbbû şey’en ve huve şerrun lekum vallâhu ya’lemu ve entum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).” ↩︎
- Nisâ 4/40: “İnnellâhe lâ yazlimu miskâle zerreh(zerretin)…” ↩︎
- Allah’ın Güzel İsimleri. ↩︎
- Her şeyi ezeldeki Hükmü’ne göre tecellî ettiren. ↩︎
- İnsânın nefsine zararlı ve şer diye gözükenleri yaratan ve bunları hikmetiyle etkin kılan. ↩︎
- Emânet olarak vermiş olduğunu geri alan. ↩︎
- Hilkatindeki zâhirî tecellîleri ezeldeki takdîrine uygun olarak değiştiren. ↩︎
- Kudretini dilediği gibi tasarruf eden. ↩︎
- Ezeldeki hükmüne uygun olarak hakka yapılan tecâvüzü cezâlandıran. ↩︎
- Kullarının nefslerine şer gibi görünen tecellîleri izâle eden. ↩︎
- Dilediğini ef’âlinden, sıfatlarından ve tecellîlerinden bilgisiz ve idrâksiz kılan. ↩︎
- Mülk 67/3: “…mâ terâ fî halkır rahmâni min tefâvut(tefâvutin), ferciıl basara hel terâ min futûr(futûrin).” ↩︎
- Secde 32/7: “Ellezî ahsene kulle şey’in halakahu…” ↩︎
- Varlık sahnesindeki tüm cisimler, ilâhî ilimde sâbit oldukları şekilde yani A’yân-ı Sâbite’lerinin Hakk’ın ilminde ve zâtında bulunduğu hâl üzere zuhûr ederler ve her bir varlık, tâbî olduğu ismin “kulu” dur ve Rabb’ini bu isimle tanır. Şüphesiz buradaki isimlerin Esmâü’l-Hüsnâ yani Allah’ın güzel isimlerine karşılık geldiği, “kulu olmanın” da bu isimlere muhâtap olan varlığın, bu isimlerin oluşturduğu “kompozisyon kalıbının/kabının” dışına çıkamaması ve sürekli bu isimlerin etkisi/denetimi/rızâsı altında olduğu anlamını taşıdığı unutulmamalıdır. ↩︎
- Ganiyy-i Muhtefî, Nefesler, s. 7. ↩︎