Nietzsche “Aslında tek bir Hristiyan vardı, o da çarmıhta öldü” der. Nietzsche’nin bu sözü çarmıh hadisesinden sonra her şeyin değiştiği gerçeğini dile getirmekle birlikte, ilk kısmı, aynı anlamı çağrıştıracak biçimde tersine çevrilseydi şüphesiz tarihsel açıdan çok daha doğru olacaktı. Şöyle ki: “Hristiyan olduğu düşünülemeyecek tek kişi varsa, o da Hz. Îsâ’dır.” Çünkü Hz. Îsâ, daha doğru bir ifâde ile tarihsel İsâ bir Hıristiyan değil Yahudi’dir. Ve İsrailoğulları’na gönderilen son peygamberdir. Bu demektir ki; Hz. İsâ Hıristiyan teolojisinin tasvir ettiği biçimiyle “kurtarıcı bir barış elçisi/figürü” değil. Yahudi/Ferîsî geleneği ile uyum arz eden ve onları ilâhî vahyin rûhuna uygun yaşamaya çağıran lokal/bölgesel bir uyarıcıdır. Yâni Hz. Îsâ, dönemin bazı Yahudileri ile çatışmaya girmişse de Yahudilikten hiçbir zaman ayrılmamıştır.
Bu nedenle O’nun amacı/görevi yeni bir din tebliğ etmek değil, var olan inancı ihyâ etmek olmuştur. Bu geçerlik Hz. Îsâ’nın Tevrat’ı doğrulayıcı olarak gönderilmiş olduğunu beyan eden Kur’ân’a da uygun bir tespittir:
“Biz, Meryem oğlu Îsâ’yı, o [geçmiş peygamber]lerin izleri üzerinde Tevrat’tan (o güne) kalanın doğruluğunu tasdik edici olarak gönderdik. Biz, O’na, Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyanlara bir rehber ve bir öğüt olarak Tevrat’tan (o güne) kalanı tasdik eden, içinde rehberlik ve aydınlık bulunan İncil’i verdik.”1 Hz. Îsâ, öğretisinin sadece gönderildiği bölge için sınırlı tutulmasını istemiştir2. Ama ne var ki, Hz. Îsâ’yı hayatta iken hiç görmemiş ve öğretisi hakkında da bilgi sâhibi olmamış Tarsuslu Saul (Pavlus); kendisini Hz. Îsâ’nın havârîsi addederek, öğretisini tahrif ederek ve kendine has Hristiyanlık anlayışını Grek ve Roma kültürüyle buluşturarak yeni bir dinin amentüsünü/kristolojisini oluşturmuştur. Özetle, Pavlus’un tanıttığı Îsâ, tarihsel Hz. Îsâ olmadığı gibi oluşturduğu din de tevhid temelli bir din değildir. Sonunda bu gelişme Hristiyanlık ve Yahudilik diye iki ayrı inanç sisteminin ortaya çıkmasına arkasından da birbirleriyle mücadele etmelerine neden olmuştur.
İşte Bakara/113. âyeti Yahudiler’in ve Hristiyanlar’ın aynı kaynaktan gelmelerine rağmen birbirleri hakkındaki dışlayıcı iddialarını bize şöyle anlatmaktadır: “Ayrıca Yahudiler, ‘Hristiyanlar geçerli, tutarlı bir inanç temelinden yoksunlar’ iddiasında bulunurken Hristiyanlar da (aynı şekilde,) ‘Yahudiler, geçerli, tutarlı bir inanca sahip değiller’ diye iddia ederler; ve her iki taraf da (bu iddialarında) ilâhî kelâma atıfta bulunurlar! Hatta bilgiden yoksun bulunanlar, onların söylediklerini aynen tekrarlayıp dururlar. Ama anlaşamadıkları şeyler konusunda Kıyâmet Günü aralarında hüküm verecek olan Allah’tır.”3
Âyette görülüyor ki; Yahudiler ve Hristiyanlar sadece Müslümanlara karşı olumsuz tavır takınmamışlar, tarih boyunca kendi aralarında da kavgalı olmuşlardır.
İşte âyette aslı itibariyle temelde/tevhidde buluşan bu iki inancın mensupları arasındaki tarihî çekişmeye temas edilmekte ve bunların karşılıklı olarak birbirini tanımadıkları, karşı tarafın inancını bâtıl ve hükümsüz olarak niteledikleri bildirilmektedir. İlginçtir ki âyette bu iki inanca, “Oysa bunların ikisi de bâtıldır” gibi bir itham yöneltilmemiştir. Çünkü Kur’ân gerek Yahudiliğin gerekse Hristiyanlığın özü/kaynağı itibariyle doğru olduklarını kabul etmekte ancak; doğal olarak geçmişte kalan bu inançların devamı ve tamamlayıcısı olan İslâm ile yeniden aslî çizgisine getirildiğini söylemektedir: “[Geçmişte vahyedilenlerden] bugüne ulaşan doğru haberleri tasdik eden bu ilâhî kelâmı sana safha safha indiren O’dur. Tevrat’ı ve İncil’i de O indirmişti. Geçmişte insanlığa yol gösterici olarak; yine O indirmişti. Doğruyla eğriyi birbirinden ayırt etmeye yarayan gerçeklik bilgisini. Allah’ın mesajlarını inkâra şartlanmış olanlara gelince; onları acı bir azap beklemektedir. Zira Allah kudret sahibidir, kötülüğü cezalandırandır.”4
Bu gerçekliğe rağmen ne Yahudiler Hristiyanlık ve Müslümanlığı ne de Hristiyanlar Yahudilik ve Müslümanlığı tanımamışlardır.
Âyete göre onların bu tutumları kendi kitaplarındaki bilgilere de aykırıdır. Nitekim Tevrat, Hz. Mûsâ’dan sonra onun gibi bir peygamber geleceğini müjdelemiş,5 İncil de Hz. Îsâ’nın Mûsâ şeriatını tamamlamak üzere geldiğini haber vermiştir.6 Âyet aynı zamanda yalnız kendi zümrelerine mensup olanların öteki dünyada Allah’ın rahmetine mazhar olacaklarını iddia eden herkese işâret etmektedir.
Kısaca Kur’ân, sürekli olarak, ilâhî vahye dayanan bütün inançlarda büyük bir hakîkat payı bulunduğunu ve sonraki farklılıkların onların “kuruntu”larının ve asıl öğretilerin zamanla tahrif edilmiş olmasının eseri olduğunu ifâde eder: “Biz her ümmete, kulluklarını göstermeleri için [ayrı] bir ibadet tarzı tayin ettik. Bunun içindirki, [ey inanan kişi, seninkinden başka yollar tutan] kimseler bu konuda seni tartışmaya sürüklemesinler. Sen yalnızca [onların hepsini] Rabbine çağır: çünkü, sen gerçekten dosdoğru bir yol üzerindesin.
Ama eğer seninle tartışmaya [çalışırlarsa, onlara sadece] de ki: ‘yapıp-ettiklerinizi en iyi bilen Allah’tır’.[Çünkü] üzerinde ayrılığa düşegeldiğiniz tüm konularda Kıyâmet Günü aranızda hüküm verecek olan Allah’tır.”7
Âyetin devâmında “bilgiden yoksun bulunanlar, onların söylediklerini aynen tekrarlayıp dururlar.” ifâdesi cahil ve bağnaz toplulukların asılsız inançlara körü körüne bağlılıklarına ve doğru olup olmadığını araştırmaksızın diğer bütün inançlara, fikirlere karşı çıkmalarına işâret etmektedir. Buradaki “bilmeyenler” ifâdesiyle kimlerin kastedildiği hususunda tefsirlerde farklı görüşler varsa da bunlar başka Kur’ân’ın ilk muhatapları durumundaki müşrik Araplar olmak üzere, doğru bir bilgi ve inanca sahip olmayan her topluluk bu ifâdenin kapsamına girmektedir.
Temelde aynı olmalarına karşın Yahudiler ve Hristiyanlar arasındaki bu “teolojik” anlaşmazlık geçmişte olduğu gibi günümüzde ve gelecekte de süreceği görülmektedir. Hristiyanlığın ana inançlarından olan Meryem Ana’nın bakireliği, Üçlülük/Trinite/Teslîs, günahın Yaratılış’tan beri varoluşu ve ilk günahın Hz. Îsâ tarafından onun ölümüne yüklenilerek insânoğlundan alındığı konuları Yahudiler tarafından kabul görmez. Öte yandan Hristiyanlar’ın Hz. Îsâ’nın çarmıha gerilişinde Yahudiler’in rolü olduğu noktasındaki düşünceleri/ithamları da bu anlaşmazlığın nedenlerinden biridir. Aslında bu anlaşmazlık, her iki tarafın özde aynı “Kitap”tan yâni “İlâhî Kelâm’dan/gönderilmiş hakîkat’ten” beslenmelerine rağmen, bu gerçeği saptırmalarından ve tahrif ettirmelerinden kaynaklanmaktadır. Zaten bugün mevcut olan İncil’in ilk bölümünün “Tevrat/Ahd-i Atik”, ikinci bölümünün de “Ahd-i Cedîd/Yeni sözleşme” olması ve ikisine birden “Kitâb-ı Mukaddes” denilmesi de bu gerçeği vurgulamaktadır.
Âyetin son cümlesinde “Allah’ın Yahudiler ve Hristiyanlar arasında anlaşamadıkları şeyler konusunda Kıyâmet Günü hüküm vereceği”. İfâdesi yer almaktadır. Evrensel anlamda kıyâmet, içinde yaşadığımız dünyanın ve onun bünyesinde yer aldığı evrenin parçalanıp dağılması ve bütün şuurlu varlıkların hesap vermek üzere Yaratıcı’nın huzurunda, mahiyetini bilemeyeceğimiz bir biçimde kıyam etmesidir. O gün Allah bütün tartışmaları sonuçlandıracak. Çelişmeleri bitirecek ve hayat serüveninden herkesi hesaba çekerek iyilikle kötülüğün karşılıklarını verecektir. Bu nedenle Kıyâmet Günü’ne “Hüküm Günü” adı da verilmiştir. Anlaşılıyor ki; bu günde tüm sorular cevabını bulacak. Tüm anlaşmazlıklar sona erecek, tüm sırlar açılacak8 ve hakîkat bütün açıklığıyla ortaya çıkacaktır. Bu gerçeklik Hac/69. âyette de şöyle vurgulanmaktadır. “[Çünkü] üzerinde ayrılığa düşegeldiğiniz tüm konularda Kıyâmet Günü aranızda hüküm verecek olan Allah’tır.”9
Sözünü ettiğimiz bu evrensel kıyâmetin yanında Kur’ân’ın dolaylı yoldan dikkatimizi çektiği10 bir başka kıyâmet de sosyolojik yâni toplumsal kıyâmettir.
Şimdi âyetin bu son cümlesine sözünü ettiğimiz sosyolojik kıyâmet gerçeği üzerinden baktığımızda; bu kıyametin Hz. Peygamber’e inen Kur’ân ile gerçekleştiğini, Kur’ân’ın Yahudiler ve Hristiyanlar arasındaki tartışmalara son verecek ve onları “ortak bir kelime”de11 toplayacak hükümleri içerdiğini görmekteyiz. Başka bir ifâde ile Yahudi ve Hristiyanlar eğer son vahiy olan Kur’ân’a yönelirlerse, bu âyetlerin aslında onlar hakkında verilmiş bir hüküm olduklarını anlayacaklardır. Kısaca Kur’ân birbirlerinin tarih boyunca düşmanı olan bu iki kesimin tartışmalarının çözümünün kendisinde olduğunu vurgulamaktadır. Sözünü ettiğimiz bu gerçeklik Neml/76. Ayette şöyle verilmektedir: “Bu Kur’ân’ın, İsrâiloğulları’nın üzerinde anlaşmazlığa düştükleri pek çok meseleyi açıklığa kavuşturduğu ortadadır.“12
Âyette geçen “İsrâiloğulları” tabiri –tahrif edilmiş haliyle bile olsa, her iki grup da Eski Ahid’e bağlı olduğuna göre– hem Yahudileri hem de Hristiyanları içine almaktadır. Hem kitaplarındaki tahrifat sebebinden hem de Yahudi ve Hristiyan inanç ve kültürünün insanlığın büyük bir kısmı üzerinde gerçekleştirdiği yaygın etkiden ötürü, Kur’ân belli ahlâkî gerçekleri bu iki gruba açıklama amacını da gütmektedir. Yine bu anlam örgüsü içinde, meselelerin hepsinin değil de “pek çoğunun açıklığa kavuşturulduğundan söz edilmesi göstermektedir ki; bu âyette, Kur’ân’ın sıkça tekrarladığı gibi ancak âhirette cevaplanacak olan nihaî metafizik meseleler üzerinde değil, insânın bu dünyadaki ahlâkî meseleleri ve toplumsal hayatı üzerinde de durulmaktadır.
Ehl-i Kitap, vahye muhatap olmuş topluluklar demektir ve özel çerçevede Yahudileri ve Hristiyanları ifâde eder.
Ehl-i Kitap, tevhid dinin Hz. Peygamber öncesi temsilcileri ve taşıyıcılarıdır. Kur’ân bu topluluğun kendilerine verilen emaneti yozlaştırdıklarına dikkat çeker. Ve peygamberlerini öldürmelerinden Allah’a ortak koşmaya kadar giden fenalıklar işlediklerini söyler. Ve sık sık hatalarını düzelterek onları doğruya, insaflı olmaya ve Allah’a verdikleri sözü tutmaya çağırır. Aynı zamanda Kur’ân Ehl-i Kitap’ı mutlak düşman hedef olarak göstermez. Ve tam tersine tevhid gerçeğinin egemenliğini sağlamada iş birliğine çağrılan bir birliktelik unsuru olarak değerlendirir.
Ama ne var ki; Ehl-i Kitap’ın en büyük hatası ilâhî vahyin son temsilcisi olan Hz. Peygamber’i dinlememeleridir. Üstelik Ehl-i Kitap’ın bu tavrı bir bilgisizlik ve delilsizlik değil, bir inat ve hased olayıdır. Bütün bunlara rağmen Kur’ân’ın evrensel enginlik ve rahmetine uygun çağrısı şudur. “Geçmiş vahyin mensupları ile zulüm ve haksızlıktan uzak durdukları sürece en güzel şekilde tartışın ve deyin ki. “Bize indirilene inandığımız gibi size indirilmiş olana da inanıyoruz. Çünkü bizim ilahımız ile sizin ilahınız tek ve aynıdır ve biz [hepimiz] O’na teslim olmuşuzdur.”13
Necmettin Şahinler
Mirat Haber, 12 Ocak 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
- Mâide, 5:46. “Ve kaffeynâ alâ âsârihim bi îsebni meryeme musaddıkan limâ beyne yedeyhi minet tevrâti ve âteynâhul incîle fîhi huden ve nûrun ve musaddıkan limâ beyne yedeyhi minet tevrâti ve huden ve mev’ızeten muttekîn(muttekîne).” ↩︎
- Îsâ On ikileri şu buyrukla halkın arasına gönderdi: “Diğer milletlere ait yerlerin hiç birine girmeyin. Sâmiriyelilere ait şehirlerin de hiç birine girmeyin” (Matta, 10: 5). “Ben yalnızca İsrâil halkının kaybolmuş koyunlarına gönderildim” (Matta, 15: 24). ↩︎
- Bakara, 2:113. “Ve kâletil yahûdu leysetin nasârâ alâ şey’(şey’in) ve kâletin nasârâ leysetil yahûdu alâ şey’in ve hum yetlûnel kitâb(kitâbe), kezâlike kâlellezine lâ ya’lemûne misle kavlihim, fallâhu yahkumu beynehum yevmel kıyâmeti fîmâ kânû fîhi yahtelifûn(yahtelifûne).” ↩︎
- Âl-i İmrân, 3:3-4. ↩︎
- Tesniye 18/15 ↩︎
- bk. Matta, 5/17-20 ↩︎
- Hac, 22: 67-69 ↩︎
- Tarık, 86:9. ↩︎
- Hac, 22:69. ↩︎
- İsrâ, 17:16. ↩︎
- Âl-i İmrân, 3:64. ↩︎
- Neml, 27:76. ↩︎
- Ankebût, 29:46. ↩︎