Tevhîd Mertebeleri’nin üçüncüsü olan “Tevhîd-i Zât” yani Zât’ın birliği fenâ makāmlarının sonuncusudur. Bu makāma delil olarak Kur’ân-ı Kerîm’den şu âyetler verilir: “Küllü şey’in hâlikun illâ vechehû”: Allāh’ın Vech’inden başka her şey helâk (yani yok) olucudur.1 “Küllü men aleyhâ fân, ve yebkā vechü Rabbike zül celâli vel ikrâm”: Her şey fânîdir (yok olucu ve geçicidir), ancak celâl ve kerem sâhibi olan Allāh’ın Vech’i bâkîdir.2 Tevhîd-i Zât’ın idrâkine kaynaklık eden düşünce: “Lâ mevcûde illâ Hû”, “O’ndan başka varlık yoktur” ifâdesidir.
Tevhîd-i Zât’ı insânın algılama (idrâk), kavrama (fehâmet) ve seçip ayırt edebilmesi (temyîz) için en önemli ve eşi benzeri olmayan örnek “Su”dur. Fakat bu örneği vermeden önce Tevhîd-i Zât’ın anlaşılmasına temel teşkil edecek iki kavramın yani “A‘râz ve Hüviyyet” kavramlarının açıklanması gerekir. A‘râz: “Kendi kendine varlık bulamayıp, başka bir cevherle meydana gelen, zâtî olmayıp iğreti bulunan ve değişmesi her zaman mümkün olan hal ve sıfatlar”dır. Hüviyyetise: “Bir şeyin değişmeyen mâhiyeti, hakîkati, aslı, zâtı”dır. Daha öz bir ifâde ile söylersek, “sürekli değişen, renkten renge, kalıptan kalıba giren geçici/iğreti Sıfatlar, A‘râz’a, bu sıfatların bâtınında hiç değişmeyen Cevher de Hüviyyet’e işâret etmektedir.” Anlaşılan odur ki, “a‘râz ile hüviyyet ayrı şeylerdir” ve “Bir şeyin a‘râzı çok ama hüviyyeti birdir!”
Gözümüzün önüne balmumunu getirelim. Balmumu, kolay yoğrulan, yumuşak, sarı ve özel kokusu olan, aynı zamanda sonlu, sınırlı bir hacmi bulunan bir nesnedir. Bu nesne ısıtıldığında önce cıvıklaşır, rengi aklaşır ve hacmi de artar. Ama görünüşteki bu değişmelere rağmen aslî gerçeğinde bir değişim olmadığını, dıştaki bu değişmenin balmumunun hakîkatine/bâtınına bir etki yapmadığını, onun saklı, gizli ve korunmuş olduğunu yani bütün bu değişimlere rağmen balmumunun gene balmumu olarak kaldığını tespit ederiz. Daha sonra, balmumunun daha da ısıtıldığında artık sıvı hâlini terkedip buharlaştığını, buhar hâlinde bile asliyyetinden/hüviyyetinden bir şey kaybetmediğini, bu değişimin yalnızca a‘râzda/dışta/zâhirde olduğunu görürüz. Ama ne var ki, insânların gözleri daha çok zâhirdeki değişme ve gelişmelerle meşgul olduğundan, a‘râz’ın yani geçici/iğreti/aldatıcı/sanal perdelerin (bir anlamda eşyânın) ardındaki gerçeği/hüviyyeti derhal fehm, idrâk ve temyîz edememektedirler. Tıpkı balmumunda olduğu gibi insânda da yaşlılık, hastalık sonucu oluşan tüm değişmeler onun insânlığını değiştirmez ve bunların hepsi de a‘râzda/zâhirde meydana gelir.
A‘râzın gizlediği hüviyyeti ancak Allāh’ın lûtfettiği ölçüde peygamberler ve onların ilminden nasiplenmiş Allāh dostları bilebilir. Ne var ki, bu bilgi bile sınırlıdır. Çünkü Allāh, “ilminin künhünü/özünü/aslını, tamamını –peygamberler de dâhil- hiç kimseye vermemiştir.” Öyleyse insâna düşen, yeteneği ve gayreti doğrultusunda kibre düşmeden kendisine duvar olan a‘râzın ardındaki hüviyyeti keşfetmeye çalışmasıdır. Kibir, insânın temyîz sâhibi olmasına mâni olur. Çünkü kibir sâhibi olan insânlar gördükleri eşyâyı ve ulaştıkları sınırlı ilmi nihâî/son Hakîkat zannederler ve buna körü körüne inanırlar. Bu da onların gözlerini köreltir ve eşyânın arkasındaki hüviyyeti göremez olurlar. Nasıl âşık, sevgilisini hangi elbise ile görürse görsün mutlaka tanırsa, ârifler de Hakk’ı her gördükleri kisvede tanıyabilen kişilerdir.
Bu açıklamalardan sonra şimdi Su’ya değinebiliriz. Sıvı, katı/buz ve gaz/buhar şeklindeki suyun üç hâlinin görünen gerçekliği ne olursa olsun, kesin olarak bildiğimiz odur ki, bu oluşumun ardında yalnızca iki adet hidrojen atomunun bir adet oksijen atomuna bağlanmasıyla elde edilen Su vardır. Daha önce a‘râz’ı tanımlarken şu ifâdeleri kullanmıştık: “Kendi kendine varlık bulamayıp, başka bir cevherle meydana gelen, zâtî olmayıp iğreti bulunan ve değişmesi her zaman mümkün olan hal ve sıfat”. İşte bu tanıma uygun olarak asıl olan Su’yun biçim, hacim, sıcaklık parametrelerine bağlı olarak nasıl çeşitlendiğini ve bu parametrelerin ihdâs ettikleri a‘râz ile nasıl donatılmış olduğunu daha iyi görürüz. Bu da bize Su’yun iğreti olarak çeşitlendiği/çoğaldığı en küçük parçalarına göre Kadîm olduğunu yani “Evvel” olarak önce de var olduğunu ve “Hadîs” olarak sonradan meydana gelen bu zerreler aracılığı ile de kendini gizleyerek “Bâtın”a dönüştüğünü anlatmaktadır. Su’da ve varlığını Su’ya bağlı olarak gösteren (Zâhir kılan) zerrâtta da cevher itibâriyle aynı varlık mevcuttur ve farklılık yalnızca halden kaynaklanmaktadır. Buna bağlı olarak da Su’yun zerrâta “Hulûl”ünün (girmesinin) mümkün olmadığıdır. Çünkü böyle bir şeyin gerçekleşmesi için iki ayrı varlığın olması gerekir oysa burada yalnızca tek cevher mevcuttur.
Gerçek varlık Su’yun varlığıdır ve büründüğü sûretler izâfî/değişken ve her ne olursa olsun, varlığını Su’ya borçludurlar. Su’yun görünen/beliren tüm sûretleri aldatıcı bir hayalden, sanal bir görüntüden ibârettir ve eninde sonunda tüm bu oluşumlar tekrar Su’ya dönecek/dönüşeceklerdir. Su’yun var oluşuna bağlı olarak ortaya çıkan kar tânecikleri ise Su’yun ne aynısı ne de gayrısıdır. Aynısıdır; çünkü suyun cevheri tektir ve görünen çokluğun ardında gizlidir. Aynı değildir; çünkü, iğreti bir sıfata bürünmüş sûret, varlığını ödünç aldığı cevhere denk olamaz. Ayrıca iğreti varlığa yönelmek insânın gözünden “Gerçek Varlığı” kaçırır/örter ve sonunda kesret/çokluk artık insâna perde olur.
“Hâlik” ve “Bedî’” Allāh’ın güzel isimlerinden ikisidir. Allāh’ın Hâlik ismi, “takdîrine uygun olarak yaratan”, Bedî’ ismi ise “hilkatinin yani yaratışının emsâli bulunmayan” anlamlarına gelmektedir. Kar zerreleri –a‘râz olarak– bu isimlerin varlık sahnesindeki izleri/belirtileri/tecellîleri sonucu var olmaktadırlar. Ama biz biliyoruz ki, bu kar zerreleri bir sıcaklık/ateş ile karşılaştıklarında hemen eriyip, sonradan kazandıkları bu emânet/geçici var oluşu terkederek, yeniden Su hâlini alırlar. Bu eriyiş, Allāh’ın “Mümît” yani “emânet ettiği diriliği geri alan” isminin hürmetine gerçekleşmektedir. Böylece “zerreler/a‘râz” ölümü tadarak bir anlamda aslında yani Su’da fenâ/yok olarak varlığın bir oluşunun (Vahdet’in) zevkini yaşarlar.
İşte, kar zerrelerinin bu değişim örneğinde olduğu gibi varlık sahnesinde ne kadar zerre varsa, bütün bu zerrelervaroluşları/duruşları/hareketleri kısaca “Hal Dilleri” ile yalnızca şu değişmez gerçeği haykırmaktadırlar: “Üzerimizde sûret olarak gördüğünüz tüm bu haller/oluşlar/durumlar borç alınmış emânet birer elbisedirler. Bizler zamanı ve zemini geldiğinde, bize ait olmayan bu elbiseyi aslî sâhibine geri vereceğiz. Çünkü bizler bildik, gördük, yaşadık ve inandık ki: İnnâ lillāhi, ve innâ ileyhi râciûn: Muhakkak ki biz Allāh’a âidiz ve muhakkak ki ona dönücüyüz.”3
“Tevhîd-i Zât”ı zevk eden kişi; fiillerinin, sıfatlarının ve zâtının zâhirinin –görünen tecellîlerinin– zan ve kuruntu, bâtınının da “Zât’ın Nûru” olduğunu büyük bir hayret ve şaşkınlıkla idrâk etmiştir. Merâtib-i Tevhîd’in üçüncü basamağı olan Tevhîd-i Zât’ta, sâlikte egemen olan idrâk, kendisinin hiçbir zâtiyyetinin olmadığıdır. Bu idrâke erişen sâlik artık hiçbir fiili, hiçbir sıfâtı ve kezâ kişiliğinin özü olan zâtını da kendisine ait nesneler gibi değil bir süre kendisine izâfe edilen emânetler olarak idrâk eder ve bunların tümünü Cenâb-ı Hakk’a rücû ettirerek o âna kadar kendine izâfe edilen ef’âli, sıfatları ve zâtı kendisininmiş gibi görmüş olmasının ortaya koyduğu hafî şirkten O’na sığınır; hakikî fakr ile O’nun Zât’ının ummânında bir katre gibi ifnâ olur gider. Bu idrâkin yaşanmasıyla birlikte, sâlikte bu idrâk de dâhil olmak üzere bütün a‘râzın idrâki de yok olur.
Ganiyy-i Muhtefî de “Uşşâkî-Melâmîlerin Seyrü Sülûk-i Cedîdi” başlıklı nefesinde:4
“Lâ mevcûde illâ Hû” Tevhîd-i Zât’ın zikri;
Bu makāmda yok olur Zâtullāh’ın tüm mekri.
Merâtib-i Fenâ’da yok olur bütün a‘râz;
Sâlik hadîs olandan etmiştir artık i‘râz.
Sonunda nisbet eder Hakk’a her şeyi sâlik;
Alelıtlak kesrette vahdete olur mâlik.”
diyerek Tevhîd-i Zât makāmında Zâtullāh’ın Kendini Mükevvenât ile sırlamasının aldatıcılığının kaybolduğunu, çünkü Merâtib-i Fenâ boyunca yavaş yavaş bütün a‘râzın idrâkinin yok olduğunu yaşayan Hakk yolu yolcusunun da Hakk’ın halkettiği herşeyden artık yüz çevirmiş, bütün bunları Hakk’a nisbet etmeyi öğrenmiş ve böylece de bu kesret âleminde Vahdet’in künhünü idrâk etmiş olduğunu beyân etmektedir.
Bir başka nefesinde de “Tevhîd-i Zât” mertebesini zevk eden dervişin hâlini şöyle anlatır:
Kim ki Tevhîd-i Zât’ı bir kere eder idrâk,
Bu avâlim5 kendine artık olamaz zerrâk.6
“Lâ mevcûde illâ Hû” mazharı olan bir er,
Tevhîd-i Zât’ın dahi Sırrü’s-Sır’rına7 erer.
“Kābe Kavseyn”de8 urûc9 kavsi böyle tam olur;
Mürîd nereye dönse orada Hakk’ı bulur.
Tevhîd-i Zât idrâki, bil ki iki türlüdür;
Her türünden füyûzat akmakta güldür güldür.
Birinde kalben tadar Vahdet’in ezvâkını;10
Diğeriyse Mi‘râc’dır, şeksiz tanır Hakk’ını.
Bu makāmda a‘râz da zâtlar da Hakk’ın ancak;
Aslen hiç olan mürîd burada Hayy olacak.
Âb-ı Hayât11 işte bu! Ölümsüz, içen bundan!
Bu makāmdan dönenler artık handân12, câvidan.13
Ne mutlu, tamâm oldu “Fenâ Mertebeleri”!
“Bekābillâh”a14 koşar artık Allāh’ın eri.15
Sonuç olarak, insânı açık şirkten korumaya yönelik nefs tezkiyesinden sonra Hakk yolunun yolcusu (sâlik) kendisini bu sefer gizli şirkten de koruyacak olan Merâtib-i Tevhîd’i hiç değilse ilme’l-yakîn olarak zevk etmeye yönelmelidir. Namaz, hakkıyla kılabilen için “Hiç”liğin idrâkidir. Kıyam’dan secdeye küçüle küçüle giden insân bir anlamda –var zannettiği– “Variyet”ini Hakk’a vermekte, Hakk’ın deryâsında bir damla gibi yok olup “fenâ” bulmaktadır. Bu bir başka deyişle Mi‘râcî heyecanı duymak ve yaşamaktır. Bir nefeste şöyle denir: “Namazı mi‘râc kılan ikinci secdelerdir.” Bunun anlamı şudur, ilk secdede varlığını veren ve Asl’a dönen insâna şöyle bir idrâk kapısı açılır: “Varlığın mı vardı ki Hakk’a verdin?” İşte bu yanlış zannı üzerine insân bir kere daha secdeye kapanır. İşte böyle bir namaz ancak âşıkların namazıdır. Bir beytinde Mevlânâ’nın söylediği gibi: “Yol gösteren, vakti tâyin eden namaz beş vakit olarak gelmiştir; fakat âşıklar dâimî namazdadırlar.”
Necmettin Şahinler
Yazarın Tesbihe Çağrı (İnsan Yayınları, 2011) adlı kitabından alınmıştır.
- Kasas 28/88. ↩︎
- Rahmân 55/26-27. ↩︎
- Bakara 2/156. ↩︎
- Ganiyy-i Muhtefî, Nefesler, s.158. ↩︎
- Avâlim: Âlemler, varlıklar. ↩︎
- Zerrâk: Çok mürâî, iki yüzlü. ↩︎
- Sırrü’s-Sır: Allāh tarafından bilinen gerçeklerin özü. ↩︎
- Kābe Kavseyn: Ok atılırken yayın elle tutulan ortasıyla, sağlı sollu iki ucu arasındaki mesafeyi ifâde eden bir terkiptir. Bu terim, Necm Sûresi’nin 8-9. âyetlerinden geçen “Fekâne kābe kavseyni ev ednâ” (iki yay aralığı kadar, yahut daha yakın oldu) ifâdelerinden alınmıştır ve sâfî terminolojisinde, Mi‘râc olayında Allāh ile Peygamberimiz arasındaki yakınlığın delîli olarak kullanılmaktadır. ↩︎
- Urûc: Yukarı çıkma, yükselme, ağma. ↩︎
- Ezvâk: Zevkler ↩︎
- Âb-ı Hayat: İçeni ölümsüz kılan su. ↩︎
- Handân: Gülen, sevinçli. ↩︎
- Câvidan: Dâimî kalacak olan, sonrasız, ebedî. ↩︎
- Bekābillah: Hakk’ın varlığıyla var olmak. ↩︎
- Ganiyy-i Muhtefî, Nefesler, s. 190. ↩︎