Kur’ân’da, üzerinde yaşadığımız yeryüzüne/yerküresine “arz” ve bu arzın çevresini saran/kuşatan gökyüzüne de “semâ” denir. Arz kelimesi Kur’ân’da yaklaşık 460 yerde geçer ve bütün bu âyetlerde arz, bir gerçeklikler alanı olarak “varlıkları, tarihi, kalıntıları ve doğal olayları” ile gezilmesi, incelenmesi, gözlenmesi gereken bir mûcizeler/ibretler sofrasıdır. Aynı zamanda “boşuna, oyun, eğlence olsun“1 diye yaratılmamış olan arz, bütün canlıların barınağı, insanın tekâmül ve yaşama alanıdır. Semâ ise başka bir şey üzerine çadır gibi serilmiş herhangi bir şey için kullanılır. Bu nedenle, yer üzerinde kubbe gibi yükselen ve onun adeta çatısını oluşturan görülebilir göklere de “semâ” adı verilir. Daha geniş anlamda semâ, “kozmik sistem” çağrışımına sahiptir. Kur’ân’da arzdan bahsedilirken, tek oluşu vurgulanırken semâdan söz eden âyetler onun yedi kat olduğunu söylerler: “Ve yerde/arz üzerinde ne varsa sizin için yaratan, plan ve tasarımını göklere uygulayıp onları yedi gök şeklinde düzenleyen O’dur; ve yalnızca O’dur her şeyin tam bilgisine sahip olan.“2 “Yedi gök” ibâresinin Arapça kullanımında geçen “yedi“nin çoğu kez “birkaç/birçok” kelimesiyle eşanlamlı olduğu unutulmamalıdır.3 Tıpkı, “yetmiş” veya “yediyüz“ün de, genellikle, “çok” yahut “pek çok” anlamına geldiği gibi.4 “Her semâ, kendi altında bulunana nisbetle bir semâ’dır” şeklindeki dilbilimsel tanım ile birlikte ele alındığında, “yedi gül” ifadesinin, kozmik sistemlerin çokluğunun bir işareti olduğu daha iyi anlaşılır.
İşte İsrâ 17/44. âyet, sözünü ettiğimiz bu arz ve yedi gök içinde yer alan tüm varlıkların bir “tesbîh” faaliyeti içerisinde olduğunu söyler: “Yedi gök ile yer ve onların içinde yer alan her şey O’nun sınırsız kudret ve yüceliğini anmaktadır; O’nun yüceliğini, aşkınlığını övgüyle yankılamayan bir tek nesne yoktur, ne var ki siz onların yüceltmelerini anlayamıyor, kavrayamıyorsunuz! Yine de, hem cok bağışlayıcı, hem de halîm olan O’dur!“5 Âyette geçen “tesbih” kavramı şüphesiz günlük dilde kullandığımız bilinen/genel tanımının ötesinde bir Kur’ânî gerçekliğe işaret etmektedir ve özel bir anlamı vardır. O da tesbîhin sözlü ve fiilî bir ibâdet olarak “varlığın Yaratıcı karşısındaki tavrı” olduğu gerçeğidir. Tesbîh sözünün kökü olan “sebh”, suda veya havada süratli bir şekilde yol almak, yüzmek anlamındadır. Varlık ve oluşu bir tesbih -Yaratıcının cezbesiyle sürekli yüzüş hâli-faaliyeti olarak gören Kur’ân: “Her şeyin bir yüzüş hâlinde olduğunu” söyler.
Tesbîhin bir başka anlamı da “Allah’ı noksan sıfatlarından arıtmak” demektir. Anlaşılıyor ki –insanın dışında– bütün varlıklar Allah’ın ezelde kendi fıtratlarına koyduğu yol/yörünge üzerinde değişmez, sapmaz, şaşmaz yolculuklarını yapmakta; yürüyüşlerini gerçekleştirmektedirler. Varlıkların bu tavrı/tesbîhi aynı zamanda “imkânlar arasından seçme/tercih yapamadıklarından” kendilerinin mecbûrî duâsı/zikri olmaktadır. Daha genel bir deyişle, yaratılmış tüm varlıklar bu davranışlarıyla “ister istemez” Yaratıcı’ya kulluk/ibâdet etmektedirler. Bu gerçek Kur’ân’da şöyle dile getirilir: “(Allah) Göklere ve yere ikiniz de, ister istemez geliniz buyurdu. Onlar da isteye isteye geldik dediler.”6 Anlaşılıyor ki, kâinattaki her şey sınırsız ilim sahibi Yaratıcı bir İrâde’nin varlığına tanıklık ederken, yalnızca insan, her zaman var olan, her yerde varlığını hissettiren Allah’ın mutlak kudretinin bu karşı konulmaz, görmezlikten gelinmez tecellîlerine, belirtilerine karşı çoğu zaman kör ve sağır kalmaktadır.
Bu nedenle, Allah, âyetin sonunda, arz ve yedi semâdaki bu varlıkların tesbîhlerinin insan tarafından “fark edilmediğini” söyler ve bu ifadeyi “lâ tefkahûne” fiiliyle verir. Fakat ne hikmetse, birçok meâl ve tefsire bu kelime “anlamazsınız” şeklinde gecmistir. Halbuki “fıkh“7 etmek eylemi ile “anlamak“8 eylemi birbirinden farklıdır. Daha açık bir ifade ile söylemeye çalışırsak; Kur’ân’da “fehm”9, “tezekkür”10 veya “taakkul“11 etmek ayrıdır, “tefakkuh” etmek ayrıdır. Muhakkak Allah’ın bu âyette bu kelimeyi seçmesi önemli bir hikmete dayanmaktadır. Örneğin Arapçada birinin ne söylediğini anlamak “fehm“dir. Ama “tefakkuh“, yani “fıkh” etmek bilinenden bilinmeyene, görünenden görünmeyene ulaşmak demektir. Ayrıca bu terim, “derin/sağlam/ince anlayış” anlamında da kullanılır. Öz olarak “tefakkuh”; söylenenin, olup bitenin “künhüne vâkıf olma”, gerçeğine erme ve onu bütünüyle kavrayıp bir sonuca varma eylemidir.
Kur’ân’da “tefakkuh” kelimesinin geçtiği en önemli âyetlerden biri de Tevbe 9/122. âyettir: “Bütün bunlarla birlikte, [savaş zamanı] mü’minlerin hepsinin toptan yola çıkması doğru olmaz; onların arasında her gruptan bazılarının seferden geri kalmaları, [bunun yerine] din hakkında derin ve sağlam bir bilgi elde etmek yolunda çaba göstermeleri ve [böylece] seferden dönen kardeşlerini aydınlatmaya calışmaları daha yerinde olacaktır; böylece belki, onlar [da] kötülüğe karşı kendilerini (daha iyi) korumuş olacaklardır.“12 Bu âyette “din hakkında derin ve sağlam bir bilgi elde etmek” olarak çevrilen kelimenin orijinali “tefakkuh”tur.
Aslinda bu bilgilendirme din alanından söz ediyor gibi ise de aslında her türlü bilgilenme için olumlu bir yüklem taşımaktadır. Kur’ân’ın hayatın mânevî yanıyla dünyevî yanı arasına herhangi bir ayırıcı sınır çekmediği, fakat bu iki alanı tek ve aynı realitenin değişik iki yüzü olarak değerlendirdiği göz önünde bulundurulursa bu husus daha iyi anlaşılacaktır. Pek çok âyetiyle Kur’ân, inanan kişiyi, tabiatı her yönüyle müşâhede etmeye ve onun değişik fenomenlerinde, bağlı olduğu yasalarda Allah’ın yaratıcı etki ve kudretini fark edip kavramaya çağırmakta; insanı harekete geçiren saikler, davranışlarının altında yatan içsel dürtüler hakkında derin ve sağlıklı bir görüş kazanması için tarihin verdiği ders üzerinde tefekküre sevk etmektedir.
Bütün bunlardan sonra anlıyoruz ki, arzın ve yedi semânın içindeki varlıkların tesbîhlerini “fıkh” etmek, gayretli bir çalışma isteyen ve akılla birlikte gönlün de içine katılmnasını gerektiren çok yönlü bir eylemdir. Yalnızca bu çabayı/ferâseti gösterenlere varlık kendini açar ve özündeki sırları sergiler. Ama şu da bir gerçek ki, böyle bir lutfa ermek herkes için genel ve geçerli bir nasip değildir. Bunun için de Allah âyetin sonunda güzel isimlerinden “Halîm” ve “Gafûr” esmâlarını vurgulayarak Kendisinin yarattıklarına karşı son derece yumuşak, müsamahası sınırsız ve günahları bağışlayan bir varlık olduğunu hatırlatmaktadır. Allah’ın “Halîm” ve “Gafûr” olmasının bir anlamı da sözünü ettiğimiz böyle bir idrâke insanların ve toplumların ulaşabilmesi için onlara zaman tanıması, nebîler/resuller göndermesi, samimiyet ve pişmanlıkla doğruyola uyan kimselerin geçmiş günahlarını affetmesidir.
Özetle âyet, insanı, kendisi dışında bütün bir varlığın –zorunlu olarak– gerçekleştirdiği “İlâhî Senfoni“ye, “Tevhîd Seyri”ne, “Dua Semâsı”na çağırmakta ve insandan varlığın Yaratıcı’sı ile birlikte oluşturduğu bu “Tesbîh Rezonansı” ile bütünleşmesini/kaynaşmasını istemektedir. Bu titreşime/âhenge katılmak aynı zamanda Kur’ân’ın “Sünnetullâh”, yani “Allah’ın Tavrı/tarzı” dediği oluşa Allah ile birlikte yön verme bahtiyarlığına kavuşmaktır.
Yazarın Gece Yürüyüşü – İsrâ’dan Esmâ’ya (Hayy Yayınları, 2017) adlı kitabından alınmıştır.
- Enbiyâ 21/16. ↩︎
- Bakara 2/29. ↩︎
- bk. Lisânü’l-Arab. ↩︎
- Tâcü’l-Arûs. ↩︎
- İsrâ 17/44: “Tusebbihu lehus semâvâtus seb’u vel ardu ve men fîhinn(fîhinne), ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî ve lâkin lâ tefkahûne tesbîhahum, innehu kâne halîmen gafûrâ(gafûren).” ↩︎
- Fussilet 41/11. ↩︎
- Tefakkuh. ↩︎
- Fehmetmek. ↩︎
- Anlamak, kavramak. ↩︎
- Öğüt alma, hatırlama. ↩︎
- Akletme. ↩︎
- Tevbe 9/122. ↩︎