Eğer insan için yeni bir tanım yapmaya çalışırsak şunu söylememiz mümkündür: “İnsan; ahdine vefâ eden, sözünde duran bir varlıktır.” Ahde vefânın en anlamlı ve hayatî olanı “Mîsâk” adı verilen ve insanın “Elest Meclisi”nde Rabb’ine verdiği sözdür. Kur’ân, bu mecliste Allah ile ruhumuz arasında bir ezelî antlaşma olduğunu hatırlatır ve insanı bu antlaşmaya uymaya çağırır: “Ve senin Rabbin, her ne zaman Âdemoğulları’nın sulblerinden onların soylarını çıkaracak olsa, onları kendileri hakkında tanıklık etmeye çağırır: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ Onlar, cevaben: ‘Elbette!’ derler, ‘Buna tanıklık ederiz!’ [Bunu, böylece hatırlatıyoruz ki] Kıyâmet Günü’nde, ‘Doğrusu, bizim bundan haberimiz yoktu’ demeyesiniz.”1 Âyetten anlaşılıyor ki; Allah ile insan arasındaki ilişki, sadece yeryüzünde değil, insanın dünya âlemine gelişinden önce kurulan bir ilişkidir. Bu nedenle insan Allah’a ezelde verdiği sözü dünya planında da hatırlamalı ve o sözün gereklerini yerine getirmelidir. Bunun da adı “ahde vefâ”dır.
Kur’ân, ahdi insan hayatının bireysel ve toplumsal planlarda yaşatıcı ve erdirici unsurlarından biri olarak görür. Ahde vefâ göstermek, hem insanlar arası ilişkilerin hem de insan-Allah arası ilişkilerin temelidir. Bireyle birey, bireyle toplum ve nihayet Allah ile insan arasındaki diyalogun mutlu sonuçlar doğuracak biçimde kurulması ve sürdürülmesi ahde vefâya bağlıdır. Kur’ân’ın bu noktada koyduğu ilke şudur: “…verdiğiniz her sözü yerine getirin, çünkü verdiğiniz sözden [Hesap Günü’nde] mutlaka sorguya çekileceksiniz!”2
Yine Kur’ân, insanın insan olarak ürettiği değerlerin temelinde, özellikle insan haklarının temelinde, Allah-insan arası ahidleşmeyi görür. O hâlde, Kur’ân’a göre, insan hakları insanın insana bir lütfu değil, yaratılışın ezelde insana bağışladığı bir varoluş hakkıdır. Bu yüzdendir ki, Kur’ân, insandan sürekli olarak ahdi bozmamasını istemekte ve ahdi bozanların hüsrana uğrayacaklarını belirtmektedir. Yeryüzündeki bozgun ve kargaşanın sebebi de ahdin bozulmasıdır. Bu gerçeklik Bakara/27. âyette şöyle dile getirilir: “Onlar ki, [fıtratlarına] yerleştirildikten sonra Allah’a karşı taahhütlerini bozarlar, Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi koparıp ayırırlar ve yeryüzünü fesada verirler: İşte bunlardır hüsrana uğrayanlar.”3
Âyette geçen “Allah’ın ahdi”, insanın kendisine yaratılıştan verilen aklî ve maddî nimetleri Allah’ın istediği şekilde kullanması yolundaki ahlâkî sorumluluğuna işaret eder. Bu sorumluluğun “üstlenilme”si, akıl melekesinden kaynaklanır ki bu meleke, doğru kullanıldığında, insanı kendi davranışları ile ilgili olarak Allah’ın irâdesini tedrîcen kavramaya yöneltir. “Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şey” ise “Allah’ın sıkı tutulmasını buyurduğu bağlar”dır. Bu bağlar –aile bağları, öksüz/yetim ve yoksullara karşı taşınan sorumluluklar, komşular arasındaki karşılıklı hak ve görevler gibi– insanlar arası ilişkilerden doğan bütün bağları, ayrıca inananlar arasındaki İslâm kardeşliğinin öngördüğü mânevî ve dünyevî bağların hepsini içine almaktadır. Bunun daha geniş anlamı, insanın tüm yaratılmış âlemin bağlı olduğu amaç birliğinin farkında olup buna karşı duyarlı kalması yönündeki mânevî yükümlülüğü ve bu noktadan hareketle tüm canlılara karşı sevgi ve şefkatle davranması yönündeki ahlâkî sorumluluğudur.
Allah’ın bizimle ahidleşmesi iki yoldan olmaktadır. Bunlardan birincisi, “ahidleşme konusu olacak şeyin varlık yapımıza koyulması” şeklinde, ikincisi ise “ahidleşme konusunu vahiy ve peygamberler yoluyla bildirmesi” şeklindedir. Bu noktadan bakıldığında, iman da bir ahidleşmedir. Bu ahidleşmeye sadâkat, insanlar arasındaki ilişkilerdeki ahidleşmelere sadâkatle kendini gösterir. Bu nedenle olacak ki; Hz. Peygamber “Ahdine vefâsı olmayanın îmanı da olmaz demiştir.”4 Bu nedenle ahde vefâsızlık, hakîkat örtücülüğünün/inkârcılığının en alt şekli olan münâfıklığın da belirgin niteliklerinden biridir. Hz. Peygamber buna değinirken şu ifâdeleri kullanmaktadır: “Münâfık kişinin alâmeti üçtür: Konuşunca yalan konuşur, söz verince sözünü yerine getirmez ve kendisine bir şey emânet edildiğinde hıyanet eder.”
Kur’ân, ahde vefâyı insanın onur burçlarından biri olarak belirlemiş ve ahde vefânın psikolojik ve sosyolojik boyutlarına dikkat çekerek şu prensibi ortaya koymuştur: “Siz ey imana ermiş olanlar! Andlaşmalarınıza sadık olun!”5 Âyette geçen “akd/andlaşma” terimi, birden fazla tarafı içine alan kesin taahhütleri yahut yükümlülükleri ifâde eder. Bunlar; “insan ile Allah arasındaki andlaşmalar yani, insanın Allah’a karşı yükümlülükleri, insan ile kendi ruhu arasındaki ve birey ile toplumun diğer bireyleri arasındaki andlaşmalar”dır. Böylece bu prensiplerle insanın bütün ahlâkî ve sosyal sorumluluk alanı kapsanmış olmaktadır. Sözünde durmayan insan, her şeyden önce aldatan biridir ve Hz. Peygamber “Aldatan bizden değildir” buyurarak Muhammedî bir benliğin belirgin niteliğinin söze sadâkat, ahde vefâ olduğunu bir kez daha belirtmiştir.
İnsan ezelde birlikte olduğu Allah’tan ruhu itibariyle ayrılmış ve madde denen noksanlıklar dünyasına gelmiştir. Bu ayrılık, başlangıcı ne olursa olsun, bizim bilmediğimiz bir zamanda olmuştur. İşte insanın bütün sıkıntıları/sorunları Allah’tan ayrılmasının sonucu olmuş, O’nu bulma arzusu insanın önüne bu âlemde binlerce put/engel çıkarmıştır. Şimdi insan, ebedî olmak arzusunu duyuyorsa, bu onun ezelî olduğunun bir göstergesidir. Çünkü sonsuzu aramak için, sonsuz derecede önce olmak, sonsuzdan gelmiş olmak gerekir. Bu demektir ki; hayat serüveni, ölümsüz olan özün, ölümlü binek üzerinde gerçekleşen bir yolculuğudur.
İnsanın, bütünden kopup/ayrılıp noksanlıklar dünyasına inişi, bir çıkışı da zorunlu kılar. İniş insan hayatının bir yarısıdır. Diğer yarısı çıkış olacaktır. Bir başka deyimle insan varlık dairesini tamamlamak durumundadır. Mâdem ki bir daire söz konusudur ve mâdem ki başlangıç noktası Allah’dır, bitiş noktası, son nokta da Allah olacaktır. Çünkü Kur’ân’ın ifâdesiyle “Allah hem başlangıç hem sondur”6 ve “Dönüş Allah’adır”7. İşte insanın bedensel varlığa bürünmeden önceki hayatına dönmesi de ahde vefânın bir başka boyutudur. Ama insan, yeryüzü hayatında Allah’a vermiş olduğu sözü unutmuş, kendisine emânet edilen şeyi korumayı terk etmiş ve ahde aykırı hareket etmiştir. Kur’ân bu unutuluşu “nisyân” olarak tanımlamaktadır.8
Ahde vefânın yeryüzündeki en büyük ve güçlü temsilcileri peygamberler olmuştur. Özellikle de Kur’ân’ın “Ûlü’l Azm” olarak tanımladığı peygamberler bu konuda bizlere en muhteşem örnekleri sunmuşlardır. Kur’ân, “azîm ve kararlılık sahibi”9 olarak tanıttığı bu peygamberlerin “Hz. Nûh, Hz.İbrâhim, Hz. Mûsâ, Hz. Îsâ ve Hz. Muhammed” olduklarını bize bildirmektedir. Şimdi Ûlü’l Azm peygamberlere hitap eden âyetleri incelediğimizde, bu âyetlerde onlarda “sabır, azîm ve mîsak” gibi üç kavramın dikkatimizi çektiğini görmekteyiz.10 “Sıkıntıya, belâ ve güçlüklere karşı direnip bunların ortadan kalkacağına inanmak” anlamındaki sabırla, “dayanıklı ve kararlı olmak” mânâsındaki azîm birbirinden ayrılmayan iki kavram durumundadır. Mîsâk ise “ağır taahhüt/söz, kuvvetli antlaşma” demektir.
Anlaşılıyor ki; Ûlü’l Azîm peygamberler, ilâhî mesajın tamamını –ölümleri pahasına da olsa– en güçlü ve en zalim insanlara tebliğ etmek, hitap ettikleri kimselerin eziyetlerine katlanıp görevlerini terk etmemek ve onların arasından ayrılmamak, kavimlerine bedduada bulunmamak, mâruz kalabilecekleri sıkıntılara ve musibetlere sabretmek, dini görev ve ibâdetlerini tam mânâsıyla yerine getirmek, nefsânî arzularına boyun eğmemek konusunda Allah’a çok güçlü söz vermişlerdir. Bu sözlerinden dolayı olacak ki; ne Firavun’un zulmü, ne Nemrut’un ateşi, ne dalgaların büyüklüğü, ne çarmıh’ın çilesi, ne de Ebû Cehil’in kılıcı onları durduramamış, verdikleri ahde vefâ göstermede hiç tereddütleri olmamıştır. Bu noktada “Güneşi sağ elime Ay’ı da sol elime verseniz, vallahi ben davamdan vazgeçmem” diyen Hz. Peygamber’in bu azmi ve kararlılığı ahde vefânın en unutulmaz örneklerinden birisidir.
Özetle vefâ kelimesi ve türevleri Kur’ân’da 68 âyette geçmektedir ve bu kavram ahlâkî bir değer olarak insan ve toplum hayatının birçok alanıyla bağlantılıdır. Genelde bizler ahde vefâ denilince konuyu daha çok verilen sözlere veya yapılan antlaşmalara sadâkat göstermek olarak anlamaktayız. Ama bu kavramın Kur’ânda farklı kullanılış şekillerine baktığımızda daha farklı anlamlarla karşılaşmamız mümkün gözükmektedir. Örneğin; hakların eksiksiz ödenmesi ve ölçü/tartıyı tam olarak yerine getirmek11, yetim haklarının korunması12, adakların yerine getirilmesi, adalet ve hakkaniyetten ayrılmamak, yapılan akitlere uyulması da “ahde vefâ” kavramı içerisindedir.
Vefâ kelimesinin “vefat” kelimesi ile olan bağlantısı da ahde vefâ konusunun en anlamlı ilişkilerinden biridir. “Allah’tan gelen ve Allah’a dönecek olan”13 insanın kendisine üflenmiş olan ilâhî emâneti Allah’a teslim ederek aslına rücû etmesi de bir vefâdır. Bu nedenle olacak ki; Kur’ân’da “teveffâ, yeteveffâ, müteveffî” gibi vefata/ölüme işaret eden ifadeler vefâ kelimesinden türetilmiştir. Çünkü ölüm bir taraftan dünya hayatını tamamlamak için kullanılırken diğer taraftan da Allah’a olan söze sadâkat gösterme, ahde vefâ gösterme anlamını kapsamaktadır. İnsan ölümle bedenini özü olan toprağa, ruhunu ise elest bezminde vermiş olduğu ahde vefâ göstererek Allah’a teslim etmektedir. Kısaca vefâ ve türevleri etimolojik ve semantik perspektiften tamamlamayı, kemâle ermeyi, eksiksiz olmayı; yapılan her şeyi/ işi tam, bütün, eksiksiz, tastamam, kâmilen yerine getirmeyi ifâde etmektedir.
Bütün bunlar bize gösteriyor ki “ahde vefâ” nefsten ruha, beşeriyetten insanlığa geçişin en önemli duygularından/hasletlerinden birisidir. Eğer insan Allah ile arasındaki ezelî antlaşmayı unutmuşsa ve Allah’ın emâneti olan rubûbiyetini bu âlemde varlığında zâhir kılmayı hatırlamıyorsa, “olması gerekeni yerine koymadığından” bu âlemde zulme bulaşmış ve sonsuzluğa giden yolunu huzursuz edici bir şekilde kendi elleriyle karartmıştır. Böyle bir durumda insan, “Allah ile ruhu arasındaki ezelî antlaşma anındaki hâline dönmek istiyorsa”, zikre sarılmalı ve zikrin kazandıracağı hatırlama veya hatırlatmanın seyrinde iç bilgi ve tecrübesini arttırarak mânevî olgunluğunu geliştirmelidir. Ancak böyle bir zikir insanı ölümlü ve iğreti varlıkların çemberinden çıkararak “felâh”a ulaştırabilir. Bunu yapamayanlar “ahde vefâ” gösteremedikleri gibi Kur’ân’ın şu âyetinin de kapsamından çıkamayanlardır: “Ve Allah’tan habersiz olan, bu nedenle Allah’ın da kendileri [için neyin iyi olduğu]ndan habersiz bıraktıkları gibi olmayın: [çünkü] onlar gerçekten sapmış olanlardır!”14
Ahde vefâyı gerçekleştirenler ise ezelî muhabbeti her ân zinde bir idrâkle yaşadıklarından dillerinin değişmez övgüsü şu olmuştur: “Anarsam Sen’i anarım, dudağımı açarsam Sen’i söylemek, Sen’i övmek için açarım. Neşelenirsem neşeme sebep olan Sen’sin. Senden daha tâze, senden daha yemyeşil bir ağaç. Senden daha nûrlu, senden daha aydınlık bir ay. Senden daha erken kalkan bir seher. Senden daha tatlı bir şeker görmedim ben.”15
Necmettin Şahinler
20 Aralık 2023, 13.21
Trabzon
- A’râf 7/172 “Ve iz ehaze rabbuke min benî âdeme min zuhûrihim zurriyyetehum ve eşhedehum alâ enfusihim, e lestu birabbikum, kâlû belâ, şehidnâ, en tekûlû yevmel kıyâmeti innâ kunnâ an hâzâ gâfilîn(gâfilîne).” ↩︎
- İsrâ 17/34 “…ve evfû bil ahd(ahdi), innel ahde kâne mes’ûlâ(mes’ûlen).” ↩︎
- Bakara 2/27 “Ellezîne yenkudûne ahdallâhi min ba’di mîsâkıh(mîsâkıhî), ve yaktaûne mâ emerallâhu bihî en yûsale ve yufsidûne fîl ard(ardı) ulâike humul hâsirûn(hâsirûne).” ↩︎
- İbn Hanbel, el-Müsned, 3/134, 135, 154, 210, 251. ↩︎
- Mâide 5/1 “Yâ eyyuhellezîne âmenû evfû bil ukûd(ukûdi)…” ↩︎
- Hadîd 57/3 “Huvel evvelu vel âhiru…” ↩︎
- Bakara 2/28 “…summe ileyhi turceûn(turceûne)” ↩︎
- Tâhâ 20/115 “Ve lekad ahidnâ ilâ âdeme min kablu fe nesîye ve lem necid lehu azmâ(azmen).” ↩︎
- Ahkâf 46/35 ↩︎
- Ahzâb 33/7 ↩︎
- Yûsuf 12/59, 88 ↩︎
- En’âm 6/152 ↩︎
- Bakara 2/156 ↩︎
- Haşr 59/19 “Ve lâ tekûnû kellezîne nesûllâhe fe ensâhum enfusehum, ulâike humul fâsikûn(fâsikûne).” ↩︎
- Mevlânâ’dan. ↩︎