Zikirsiz Dil Yalnızca Ölülerin Dilidir

Hz. Îsâ’nın, Luka İncili’nde geçen bir sözü vardır. Bu sözü öğrencilerinden biri, vefat eden babasını gömmek için izin istediğinde ona söylemiştir: “Sen ardım sıra gel ve bırak ölüler kendi ölülerini gömsünler.” Allāh’ın zikrinden uzak, “Hayy Nefesi”nden nasipsiz olan insânlar yürüyen ölüler gibidirler. Bu gerçek Hz. Peygamber tarafından da şöyle teyit edilir: “Allāh’ı zikreden ile zikretmeyenin farkı ölü ile diri arasındaki fark gibidir.” Kur’ân sürekli olarak bizi Allāh’ı unutmamaya çağırır. “Nisyân” kavramıyla vurgulanan bu unutma, sıradan bir unutma değil, insânın daha çok ihmal ve umursamazlığının sonucu olan yarı kasıtlı bir unutmadır ki, ilâhî kelam bunu insânın savsaklayıcı yanının bir uzantısı sayar. Bunun içindir ki, Kur’ân, Allāh’ı unutan insânın Allāh tarafından da unutulacağını açıkça beyan eder: “Sakın kendileri Allāh’ı unutan, bunun sonucu olarak da Allāh’ın kendilerini bizzat kendilerine unutturduğu sorumsuzlar gibi olmayın!1

Anlaşılıyor ki, Allāh’ı unutmaya giden yol, Allāh’ı anmayı yani “zikri” unutmaktan geçmektedir. Bu yüzden insânın, unutma/nisyân illetine yakalanıp özüne ters bir yol izlememesinin çâresi zikrî bir faaliyete yaşamında yer vermesidir. İrfânî bir terim olarak: “Gaflet alanından varlığın esasını seyredebilme (müşâhede) fezasına çıkış” olarak tanımlanan zikrin terminolojik anlamı, onun lügat anlamıyla çok sıkı bir ilişki içerisindedir. Benliğin hatırlama gücü, hatırlamak gibi anlamlar taşıyan zikir kelimesi iki türlü hatırlamaya işâret etmektedir: 1) Unutulan şeyi hatırlamak; 2)Unutmamak için sürekli hatırda tutmak. Aynı kökten türeyen tezkîr (hatırlatma) ve tezekkür (hatırlama) Kur’ân bünyesinde sık rastlanan kelimelerdir.

Zikirle ulaşılmak istenen hedef, unutulan şeyi hatırlama hedefi olup unutmamak için hatırda tutma bunun yardımcısıdır. O halde nedir unutulup da hatırlanmak istenen? Bu sorunun cevabı mîsak veya elest gününde saklıdır. Mîsak, Allāh ile insân arasındaki “ezelî mukavele” anlamına gelmektedir. O halde insân rûhuyla, Allāh arasındaki tüm ilişkiler bu “ezelî ahd”e dayanmaktadır. Bu ahd zamanına “bezm-i elest, elest günü, kālû belâ” da denir. İşte zikirde aslî gaye, “Mîsâka, yani Allāh ile rûhumuz arasındaki ezelî antlaşma ânındaki hâlimize dönmeye çalışmaktır.”

Hani Rabbin, âdemoğullarından, bellerinden zürriyetlerini alıp onları öz benliklerine şahit tutarak sormuştu: ‘Rabbiniz değil miyim?’ Onlar: ‘Rabbimizsin, buna tanıklık ederiz’ demişlerdi. Kıyâmet günü, ‘Biz bundan habersizdik’ demeyesiniz.2

Zikrin kazandıracağı hatırlama veya hatırlatmanın, başka bir ifâdeyle zikir yolunda kurulacak iç bilgi ve tecrübenin insânın tekâmülü ve hayatın seyri bakımından taşıdığı önem büyüktür. Kur’ân insânın zikirden uzak kalmasını büyük bir talihsizlik olarak nitelendirmekte ve bu talihsizliğin insânın sonsuzluğa giden yolunu huzursuz edici bir biçimde kararttığını söylemektedir: “Benim zikrimden yüz çevirene dar bir geçim vardır. Ve onu kıyâmet günü de kör olarak haşrederiz.”3 “Ve vay Allāh’ın zikrine gönülleri kapalı katı kalplilere. Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.4

Yine Kur’ân çok ilginç bir biçimde, itminân ve felâhın zikir sayesinde elde edilebileceğini söylüyor. İtminân, insânın iç dünyâsının huzur, ferah ve sükûnet bulması ve ilâhî aydınlıkla rahatlaması anlamındadır. Kur’ân şöyle diyor:

Onlar ki, inanmışlar ve Allāh’ın zikriyle kalpleri huzur/doyum/itminân bulmuştur. Gözünüzü açın, kalpler/gönüller yalnız ve yalnız Allāh’ın zikri ile huzura/itminâna erişir.5 Felâha gelince; o bir şeyi yarmak, yarılan şey içinden sıyrılıp çıkmaktır. Zikir, insânı ölümlü ve iğreti varlıkların çemberinden, hatta çukurundan, onları yarmak sûretiyle çıkarmakta ve böylece bir felâh unsuru olmaktadır. “(Bu dünyâda) arınmayı başaran ise (öteki dünyâda) mutluluğa/felâha ulaşır.6

Gazzâlîİhyâ adlı eserinde zikrin Allāh’a erdirici rolü üzerinde etraflıca durmuş ve özetle şu gerçeğin altını çizmiştir: “Allāh’a varmadan kurtuluş, Allāh sevgisinde fânî olmadan Allāh’a varış, sevileni sürekli anmadan da fânî oluş mümkün değildir. İşte, zikrin önemi buradan anlaşılmaktadır.”7  Yine bir başka sûfî İbn Seb’în’in zikir hakkındaki düşüncelerini şöyle özetleyebiliriz: “Zikir, ebedî mutluluk ve ölümsüzlüğün yoludur. Allāh’ın insânı anması yalnız zikir sayesinden gerçekleşmektedir. Zikir Allāh’ın fiil ve tasarrufuna iştirak ettirici bir kudrettir. Kalbin fiil ve nutku zikirdir. Varlığın sırlarını tanımak (müşâhede) zikir sayesinden mümkün olmaktadır. Takvâ, zühd vs. gibi aslî kavramların gerçek hedeflerine varmaları zikir sayesinde mümkün olacaktır.

Zikrin gaye edindiği hatırlatma veya zikirden gaye olan hatırlama gerçekleşince insân aslî varlığı ile beraberlik şuuruna erecektir. İnsânın böyle bir noktaya varması ise üç merhaleden geçen bir zikirle mümkün olmaktadır: 1) Yalnız kendi varlığı ile zikir2) Bütün varlığı kuşatarak, büyük kâinat hâlinde zikir; 3) Aslî varlığı olan Allāh ile birlikte zikir.

Bunlardan birincisi, başlangıç zikridir ki, Allāh’ı rastgele, hiçbir disipline bağlı olmadan anmadır. İnsânların çoğu hayatlarını bu zikirle tamamlarlar. Burada bütün iş dile ve kelimelere kalmakta, kalp ve şuurun iştiraki ya hiç olmamakta veya yeterli ölçüde olmamaktadır. İkinci merhalede başlangıç zikri ilerleyince, kâinat insânın iç benliğinde kaybolmaya ve insân, küçük cüssesine rağmen bütün kâinatı kuşatarak tüm varlıkla birlikte zikretmeye başlar. İşin bu safhası, bir gönül eğitimi görmeye bağlıdır. Bu safhada, varlıkların, Kur’ân tarafından tesbih ve hamd diye adlandırılan faaliyetlerinin tümü insân benliğinde duyulur; yani insân, bir kâinat hâline gelerek varlığın duâdan ibâret faaliyetini benliğinde yaşar. Üçüncü ve en ileri etap olan Allāh ile zikir ise zikredenin zikredilende (zâkirin mezkûrde) fânî olup varlığından sıyrıldığı zaman tecellî eden bir haldir. Bu noktaya kadar ki zikirler Allāh’ın: “Beni zikredin” emrinde ifâdesini bulurken bu makāmda zikir: “Ben de sizi zikredeyim beyanındaki sırra denk düşmektedir.

Zikrin belirli vakitlere bağlanmış en mükemmel şekli namaz, vakte bağlanmamış en ideal şekli de “zikr-i dâimdir.Zaten zikirden asıl amaç “sürekli zikir edebilme noktasına” ulaşmaktır. İrfânî dilde buna “zikr-i dâim” yani “sürekli zikir” denilmektedir. Zikr-i dâim, hayata, bir faal ve yaratıcı kuvvet olarak iştirak eden insânın zikridir. Zikr-i dâim, maksut olan birliği, tenhada, hayat ve insânın uzağında değil, çoklukta, hayat ve insân kalabalığının içinde arama sırrına erenlerin zikridir. Her an ve her halde Allāh ile olma şuuru, bu zikrin esasıdır. Bu şuur, varlıktaki güzellik ve iyilik ile birleşmedir. Bu birleşme nihâyet insânın içinde gerçekleşeceğinden ahlâkî mükellefiyeti insânın kendisine saygısı hâline getirir ve ahlâkî davranış bir angarya ve çile olmaktan çıkar. Peygamberler ve kâmil insânlar bunun en çarpıcı örnekleridir. Kısaca söylemek gerekirse: “Sürekli zikir, bütün kâinatı bir mâbet hâlinde görebilen ölümsüz rûhların zikridir.

Yürüyen ölülerden “yaşayan mânevîlere” dönmenin yolu dilimizi, kalbimizi ve tüm varlığımızı zikirle süslemekten geçmektedir. Kur’ân bu dönüşüme bizi sürekli şöyle çağırmaktadır:

İnananlar için hâlâ vakti gelmedi mi ki, kalpleri Allāh’ın zikri ve Hak’tan inen için ürpersin.8

Allāh’ın zikrine karşı kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun!9

Rabbini öz benliğinin içinde yalvarıp ürpererek, bağırtılı olmayan bir sesle sabah-akşam zikret. Sakın gâfillerden olma.”10

Aklı ve gönlü işletenler o kişilerdir ki, ayakta, otururken, yan yatarken hep Allāh’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler: ‘Ey Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Şânın yücedir senin. Ateş azâbından koru bizi.11

Öyle erler vardır ki, ne bir ticaret, ne bir alış-veriş onları Allāh’ın zikrinden, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerle gözlerin döneceği/yer değiştireceği günden korkarlar.12

Ey îman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız, sizi, Allāh’ı anmaktan alıkoymasın. Böyle bir şey yapanlar, hüsrana uğramışların ta kendileridir.13

Necmettin Şahinler

Yazarın Dilimiz Susmadan, (İnsan Yayınları, 2012) adlı kitabından alınmıştır.

  1. Haşr/19. ↩︎
  2. A‘râf/172. ↩︎
  3. Tâhâ/124. ↩︎
  4. Zümer/22. ↩︎
  5. Ra’d/28. ↩︎
  6. A‘lâ/14. ↩︎
  7. Gazzâlî, İhyâ, I, 428 vd. ↩︎
  8. Hadîd/16. ↩︎
  9. Zümer/22. ↩︎
  10. A‘râf/205. ↩︎
  11. Âl-i İmrân/191. ↩︎
  12. Nûr/37. ↩︎
  13. Münâfıkûn/9. ↩︎

Paylaş

PAYLAŞ

E-bülten aboneliği