Ey îman edenler! Etkili öğüt veren, bir tevbe (nasuh) ile Allâh’a yönelin. Umulur ki Rabb’iniz çirkinliklerinizi ve günahlarınızı örter ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere yerleştirir. O gün Allāh, peygamberi ve onunla birlikte inananları utandırmayacaktır. Onların nûrları, önlerinde ve sağ yanlarında koşup-parıldar. Şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Nûrumuzu tamamla ve bizi bağışla! Sen her şeye Kādir’sin, herşeye gücün yeter.” 1
Nasuh: Nush kökünden gelen bir abartma kipidir ve çok öğüt veren demektir. Tevbe, çok öğüt verici olarak nitelendirilmiştir. Yâni, sâhibine, günahı bırakmasını öğütleyen, onu günahtan kurtaran sadık bir tevbe ile tevbe ediniz, Allāh’a dönünüz demektir. Bir tefsire göre de nasuh, elbiseyi dikmek anlamına gelir. Burada yırtılan dini buyrukları diken, rûh elbisesinde açılan yırtıkları onaran bir tevbe ile tevbe ediniz demektir. 2
Bu bakımdan, “nasuh bir tevbe” dendiğinde lûgat anlamı olarak kendisinde riyâ ve nifâktan birşey bulundurmayan bir tevbe anlaşılır. Yâhut günahlardan tevbe edip, insanın kendi nefsini kötü bir sondan kurtarması veyâ kişinin işlediği bir günahtan tevbe edip, düzelmiş olarak dinindeki bir açığı kapatması ya da başkalarına örnek ve onların kurtuluşlarına vesîle olacak derecede tevbe ederek, hayatını düzene koyması da anlaşılabilir. Tüm bunlar ifâdenin lûgat karşılıklarıdır.
Istılâhî anlamı ise hadîsler vâsıtasıyla elde edilmektedir. Örneğin İbn Ebû Hâtim’in Zir bin Hubeyş’ten naklettiğine göre, o şöyle demiştir:
Ben Ubey bin Kâb’e “tevbeten nasuha“nın anlamını sorduğumda, O bana şu şekilde cevap verdi: Bu soruyu ben de Resûlullāh’a sordum ve O bana: “Bir günah işlediğinde, günahından pişmanlık duyup, Allāh’tan af dilemen ve bir daha o günahı işlememendir” dedi.
Aynı anlamda bir söz İbn Mes’ûd, Hz. Ömer, İbn Abbas’tan nakledilmiştir. Başka bir rivâyette Hz. Ömer nasuh tevbesini şöyle târif etmiştir: “Kişinin bir günahını tekrar işlemekten sakınması ve bir daha böyle bir günahı aklına bile getirmemesidir.“3
Hz.Ali, bir defâsında bir bedevînin tevbe ve istiğfar kelimelerini aceleyle tekrarladığını görür ve “bu sahte bir tevbedir” der. Bedevî “O hâlde sahih tevbe nasıl olur?” diye sorduğunda, Hz.Ali şöyle cevap verir:
“Tevbenin sahih olabilmesi için 6 şart gereklidir: 1) Yaptığına pişman olman, 2) Gaflet ettiğin farzları yerine getirmen, 3) Gasbettiğin hakkı geri vermen, 4) Eziyet ettiğin kimseden özür dilemen, 5) İşlediğin günahı tekrarlamamaya azmetmen, 6) Nefsini Allāh’a itâatle eğitip, günah işlerken zevk aldığın gibi, Allāh’a itâat ederken de sıkıntı çekmen.”4
Tevbe ile ilgili bâzı özellikleri şöyle verebiliriz. Birincisi, tevbe, kişinin Allāh’a yaptığı itâatsizlikten pişman olmasıdır. Yoksa bir günahtan uzak durabilmek için, kişinin kendi kendine söz vermesi, yâhut sıhhat, kötü şöhret ve mal kaybı gibi nedenler dolayısıyla alkol kullanmaktan vazgeçmek tevbe tanımına girmez.
İkincisi, Allāh’a itâatsizlik yaptığını hisseden kimse, hemen oyalanmadan tevbe edip, günahını telâfi yoluna gitmelidir.
Üçüncüsü, tevbe ettikten sonra günah işleyen kimse, tekrar tekrar tevbe edip günah işlememelidir. Bu şekilde davranan bir kimsenin bu davranışı, onun tevbesinin sahte olduğuna bir delildir. Çünkü tevbenin asıl rûhu, insanın işlediği günah sonrasında pişman olmasıdır. Fakat sürekli aynı günahı işleyen kimse, gerçekte pişman olmamış demektir.
Dördüncüsü, samîmîyetle tevbe edip, bir daha o günahı işlememeye azmeden kimse, yine de beşerî zaaf dolayısıyla aynı günahı işlediğinde, tevbe ettiği günah tâzelenmiş olmaz. Bu nedenle o kimsenin sonra işlediği günahından tevbe edip, bu günahı tekrarlamayacağına daha bir kuvvetle azmetmelidir.
Beşinci, kişinin, işlediği günahı her hatırlayışında tevbe etmesi gerekmez. Ancak o kişinin nefsi, daha önce işlediği günahtan hâlâ haz alıyorsa, o takdirde tekrar tekrar tevbe yapmalıdır. Tâ ki o günahını hatırladığında pişmanlık duyana kadar… Bu bakımdan gerçekten Allāh korkusuyla, işlediği günahtan tevbe eden kimse, artık o günahından hâz almaz. Çünkü o Allāh’a itâatsizlik yapmıştır. Ve buna rağmen işlediği günahtan hâz almaya devâm ediyorsa, bu onun kalbinde, Allāh korkusunun henüz kök salmadığının işâretidir.
Verdiğimiz âyetin lâfzı iyice düşünüldüğünde, “tevbe ederseniz, sizi muhakkak affedeceğim ve cennete koyacağım” denilmediği farkedilecektir. Sâdece “samîmîyetle tevbe ederseniz ola ki Allāh sizi affeder ve cennetine koyar” şeklinde ümit verilmektedir. Bunun anlamı şudur:
Günah işleyen bir kimseye cezâ verilmeyip, onu affettikten sonra Allāh’ın cennete sokması vâcip değildir. Ancak onun günahını affedip, onu mükâfatlandırmak Allāh’ın bir lûtfu olur. Dolayısıyla bir kul Allāh’tan mağfiret ümit etmeli ama tevbe ettikten sonra affedilirim diye günah işlememelidir.
Verdiğimiz âyette yer alan “o gün Allāh peygamberi ve onunla birlik inananları utandırmayacaktır” ifâdesi şu anlama gelebilir: “Bir mü’minin yaptığı iyi ameller ve onların mükâfatı yok olmaz. Yâni kâfir ve münâfıklar, mü’minler hakkında “inandılar da ne oldu?” diyebilme fırsatını aslā elde edemeyeceklerdir. Sonuçta zelil ve rezil olanlar Allāh’a isyân edenlerdir, itâat edenler değildir. Şüphesiz ki Allāh’ın, mü’minleri peygamberine bağlayarak herkesin perîşan olduğu o günde şerefli bir saf hâlinde göstermesi gerçekten son derece büyük bir ikrâm ve insanı imrendirici bir lûtufdur.
Yine âyette, mü’minlerin önlerindeki nûrun, haşr meydanından cennete kadar berâberlerinde geleceği anlaşılmaktadır. Haşr meydanında cehennem ehli karanlıklar içerisinde çırpınıp dururlarken, mü’minler bu nûr ile yollarında yürüyeceklerdir. Herkesin karanlıklar içerisinde âhû figan eylediği böylesine nâzik bir atmosferde, mü’minler de kendi işledikleri günah ve hatâları düşünüp, “sakın biz de bu nûrdan mahrûm olup, o bedbahtların hâline düşmeyelim!” diye bu nûrun kendilerine yetip yetmeyeceği endîşesi içerisinde olacaklar ve şöyle duâ edeceklerdir: “Rabb’imiz nûrumuzu tamamla, bize mağfiret et, bu nûr bize cennete kadar yetsin“
Dillerin tutulduğu, kalplerin durduğu bu sıkıntı dolu günde böyle bir duâ onun kabûl olunduğunun ifâdesinden başka bir şey değildir. Çünkü; “Allāh (CC), mü’min kullarına böyle bir duâyı ilhâm ederse ilâhî kader onun muhakkak kabûl olacağını gösterir.” Çünkü bu hâllerde duâ bir nîmettir ve bu Allāh’ın ihsân ettiği aydınlık ve diğer ikrâmlara ilâve bir nîmettir.
Necmettin Şahinler
“Kur’ân’da Sembolik Anlatımlar” (İnsan Yayınları, 2013) kitabından alınmıştır.