Bir insan düşünelim ki; Allah ona özel lütuflarda bulunup seçkin kılmış ve kendisine âyetlerini/mesajlarını indirmiştir. Ama bu kişi böyle bir ilme/bilgiye sahipken yeryüzünde kendi arzu ve heveslerinin peşinden gitmiş, bu ilmi bir kenara atıp şeytana uymuş ve sonunda da yaşadığı coğrafyanın kötülük/şer odaklarından biri olup çıkmıştır. Kur’ân bu kişinin adını vermemektedir ama müfessirlerin çoğunluğuna göre bu kişi İsrâiloğulları’ndan olup A’râf 7/175-176. âyetlerde kendisinden söz edilen Bel’am bin Bâûrâ’dır.1 Bu kişinin adı Tevrat’ta Beor’un oğlu Bal’am olarak geçmektedir. Onun kâhin veya peygamber olduğu yönünde farklı bilgiler vardır. Kitâb-ı Mukaddes’te onun Hz. Mûsâ ve İsrâiloğulları karşısındaki tutumu hakkında da çelişkili bilgiler yer almaktadır.
İşte Kur’ân, A’râf 7/175-176. âyetlerinde Hz. Peygamber’den bu kişinin hikâyesini/kıssasını anlatmasını ister: “Ve kendisine mesajlarımızı lütfettiğimiz halde onları bir kenara atan kimsenin başına gelecek olanı anlat onlara: Şeytan yetişip yakalar onu ve o da, başka niceleri gibi, vahim bir sapışla sapıp gider. İmdi, Biz eğer dileseydik, onu âyetlerimizle yüceltir, üstün kılardık: fakat o hep dünyaya sarıldı ve yalnızca kendi arzu ve heveslerinin peşinden gitti. Bu bakımdan, böyle birinin durumu [kışkırtılan] bir köpeğin durumu gibidir: öyle ki, onun üzerine korkutarak varsan da dilini sarkıtıp hırlar, kendi haline bıraksan da. Bizim âyetlerimizi yalanlamaya kalkan kimselerin hâli işte böyledir. Öyleyse, bu kıssayı anlat ki belki derin derin düşünürler.”2
Âyette görülüyor ki; buradaki kişi, ilâhî mesajı anlayan ama buna rağmen “dünyaya fazla sarılması”, yani hayata maddeci, “dünyevî” bir açıdan bakması yüzünden hakkı kabule yanaşmayan bir kimsedir. Rivâyetler kendisine “ism-i a’zam”ın öğretildiği, âlim ve sâlih bir kul olduğu yönünde bize bilgiler aktarmaktadır. Ama o görüldüğü gibi sonradan nefsânî arzularına meyletmesi netîcesinde mânevî hâlini kaybetmiş ve hattâ îmansız olarak ölmüştür. Böyle bir insanın tutum ve davranışları yalnızca dünyaya bağlı arzularının ona günü birlik “fayda” ya da “zarar” olarak gösterdiği şeyler tarafından belirlendiği için, bu insan daima aklıyla bedensel güdüleri arasındaki çatışmanın ve dolayısıyla içsel huzursuzluğun, hayâlî korku ve kuruntuların kurbanı durumundadır. Bunun için de, inanmış bir kişinin inanç yoluyla eriştiği zihnî berraklıktan, ruhî dengeden yoksundur.
A’râf 7/176. âyette böyle bir kişi, ilmini îmanı yönünde değil de îmanı aleyhine kullandığı için kışkırtılan bir köpeğe benzetilmektedir. Aslında bu kişinin içine düştüğü bu trajik durum kendi kişisel tercihi yüzündendir. Çünkü âyetin başında “Biz dileseydik onu âyetlerimizle yüceltirdik” ifâdesi, onun bu hâle gelmesini “Allah diledi” anlamında değildir. Allah ona her türlü imkânı sunmuş ama o dünyaya sarılıp kendi arzu ve heveslerinin peşinden gittiği için bu sonuçla karşılaşmıştır. Köpekler ter bezleri olmadığından vücut ısılarını dengelemek için sürekli dillerini çıkarıp solurlar. Dinden dönenin durumu da tıpkı bunun gibidir. Nasıl ki köpek, üzerine varsan da kendi haline bıraksan da sürekli dilini çıkarır, durumunu değiştirmezse, dinden dönen kişi de kendi haline bıraksan da, üzerine gitsen de durumunu değiştirmez. Vicdanının verdiği huzursuzluktan kurtulmak için âyetler hakkında yalan söylemeden duramaz. Veya başka bir yaklaşımla böyle bir kişi şahsiyetini yitirmiş ve menfaati için her türlü zillete “eyvallah” demek onun değişmez karakteri olmuştur. Artık onu sevsen de kovsan da onun için aynıdır ve çıkarı olduğu yerde köpekleşen nefsi/huyu, kendisini tutanla kendisini iten arasındaki farkı göremez hâle gelmiştir.
İşte bu Allah’ın âyetlerini yalanlayanların düşeceği durumdur. O kişi, dünyalığı Allah’a tercih edip Allah’ın verdiği âyetleri menfaat temininde kullanınca, Allah da ona verdiği âyetleri, o âyetlerle gelen tüm meziyet ve faziletleri geri almış ve artık onu bir köpekle eşdeğer tutmuştur. Âyetin sonunda bu kıssanın anlatım nedeninin üzerinde “tefekkür” edilmesi vurgulanmaktadır. Bu da bize gösteriyor ki; bu kıssa Allah’ın kendi bilgisinden bir miktarını verdiği halde, bu bilgiden yararlanmayan, iman yolu üzerinde doğru bir istikamete yönelmeyen, horlanmış bir biçimde şeytanın peşine düşmek ve sonuçta şekil değiştirerek hayvanların mertebesine inmek için Allah’ın nimetinden sıyrılan herkesi kapsamına alan bir örnektir. Bu nedenle Kur’ân evrensel çağrısı yönüyle bu kişinin adını vermemekte ve bu zihniyetin/karakterin her zaman diliminde görülebileceğini bizim dikkatimize ve idrâkimize sunmaktadır.
Buradan hareket ederek bu âyet üzerinde tefekkür edenler şunu görmüşlerdir ki; Bel’am bin Bâûrâ, Kur’ân’ın kötülük odağı/kaynağı olarak gösterdiği “Firavun, Hâmân ve Kârûn” üçlüsüne eklenmiş dördüncü ve son kişiliktir.3 Hattâ denebilir ki; Bel’am bin Bâûrâ diğer üç unsurun ayakta kalmasını sağlayan en güçlü dayanaktır. Çünkü sıfat olarak bu kişilik, Firavun ve Kârûn yani zulme/diktatörlüğe dayalı saltanat siyâseti ile sermaye/ekonomi/rant arasındaki menfaat ilişkisini meşrulaştırmak, devamını sağlamak ve bunun yanında ezilen/sömürülen halka bunun bir kader olduğunu empoze ederek halkın sesini din ile kısmak görevini üstlenmiştir. Elbette bunu karşılıksız yapmamakta efendilerinin atacağı kemik/makam için kapılarında dilini sarkıtarak bekçilik yapmaktadır.
Bu nedenle Bel’am bin Bâûrâ âyetleri çok iyi bildiği hâlde ilmiyle amel etmeyen, sürekli Müslümanların gündemini saptırmaya çalışan, âyetleri efendilerinin lehine büken ve dinin temel tevhidî eylem boyutu yerine halkı uyuşturan/avutan/saptıran gereksiz sunî/yapay fıkhî tartışmalarla meşgul eden bir hain zihniyetin sembol adıdır. Özetle Bel’am bin Bâûrâ, çıkarını dinin/merhametin önüne geçiren, ilmini zâlim yönetimlerin hizmetine adayan, âhiretini geçici dünya nimetlerine feda eden, zilleti izzete öncüleyen bir kişiliktir.
Tarih boyunca Müslümanlar Bel’am bin Bâûrâ zihniyetli şahsiyetsiz/onursuz dili sürekli dışarı zihniyetlerden çok çekmişlerdir ve hâlâ da çekmektedirler. Güç ve menfaat neredeyse o kapıda gönüllü bekçilik yapan bu İdrîs kılıklı İblis’ler âyetleri bükmede ve zulmü kitabına uydurmada ustalaşmış nefislerdir. Onları dinî kisve altında veya farklı ünvanlarla sosyal medyanın her alanında görmek mümkündür. Ağzı iyi lâf yapan bu kişilerin çevrelerine topladıkları saf ve samimi Müslümanları dine hizmet diyerek bir müddet sonra felâkete sürükledikleri yaşanan bir gerçekliktir. Yine bu kişilerin narsist eğilimleri, kibir ve gururları, dünyevî güç/iktidar hırsları imanlarının önüne geçmiştir ve dış/iç küfür ehliyle de olan dostlukları onları sahiplerinin sesi/beslemesi yapmıştır. Aynı zamanda onlar, Müslümanlar üzerindeki siyasî, ekonomik ve kültürel emperyalist politikaların/sömürülerin içimizdeki truva atlarıdır.
Özetle Bel’am, âyet bükücülerin sembolüdür ve kendisine verilen İlâhî emânete ihânet ederek şöhret, servet gibi geçici dünya nimetleri uğruna ilmini/izzetini satmış “şeytanın avukatı” olan resmî ulema tipidir. Kendisine “yukarıdan” gelen emirleri, Allah’tan gelen emirlere karşı da olsa uygulayan, bu yüzden de âyette “tutsan da itsen de dilini sarkıtıp soluyan köpek” olarak tanımlanan yüzsüz/onursuz, “evet efendim”ci bir karakterdir. Bel’âm zihniyeti, İslâm coğrafyasında küfrün/zulmün iktidar olması ve iktidarının devam etmesinin en büyük destekçisidir. O, dine bağlı devletin değil, devlete bağlı dinin sadık bekçisidir. Modern Bel’amlar, yeryüzünde riyânın saltanatını korumayı kendilerine ibâdet seçmişlerdir. Onlar, Allah’ın rızasını kazanmak yerine, dini çıkar aracı yapmışlar ve nefslerini besleyen bir egozime dönüştürmüşlerdir. Yüzlerinde secdenin aydınlığı/nûru yerine öfke ve doymazlıkla beslenen karanlığın izleri yer almıştır. Bâtılı, hak görüntüsüyle ortaya sürmek Bel’amların şeytânî oyunlarından birisidir. Bu kadro, görünüşte insanı Allah’a götür gibi gözükerek insanı Allah’tan uzaklaştırma görevini üstlenmiştir. Daha da ötesi İslâm dünyasında efendilerinin onlara verdiği makamlarla –tıpkı Hristiyanlıkta olduğu gibi– arındırma, vaftiz ve aforoz sınıfı olarak yetki kullanmaya kalkmışlardır.
Kur’ân, vesâyet ve vekâlet altında bir kulluğun söz konusu edildiği sistemleri, şirk ve zulüm sistemleri olarak tanımlamaktadır. Gerçek inananlar için yeryüzü mescid ve üzerinde işlenen tüm meşru fiiller birer ibâdettir. Böyle bir anlayışın şekillendirdiği dünyada aracılara, komisyonculara, kutsallaştırılmış haraç ve huruç Bel’amlarına ihtiyaç yoktur. Çünkü Kur’ân’da hidâyet önderliği kişilere değil, Allah’ın indirdiği ilkelere bağlanmıştır. Dini Kur’ân’ın dışına çekenler, Kur’ân dışında tenkit edilemez, eleştirilemez kitaplarla halkı boğanlar, Allah ve din adına yaklaştırdığı veya çağırdığı insanlardan “hediye” adı altında dünyalık toplayanlar, tebliğ ve fikir mücadelelerinde, kendisi dışındakileri “kâfir, fâsık, zındık, reformist, modernist, mezhepsiz” ithamlarıyla sindirmek isteyenler, kısaca halkın/kitlenin bilgisizliğini sömürenler, Müslümanların insanlık kervanında öncü rolünü, atık toplayıcı noktaya getirenler, âyetin de ifâde ettiği gibi “şeytanın koşup yakaladığı” çağdaş Bel’amlardır.
Necmettin Şahinler
Mirat Haber, 19 Temmuz 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
- Hz. Ali, İbn Ömer, İbn Abbas, Mücahid, İkrime ve müfessirlerin büyük bir çoğunluğu, kıssası anlatılması istenen bu adamın, Beni İsrail bilginlerinden Bel’am bin Baura olduğunu kabul ederler. ↩︎
- A’râf 7/175-176 “Vetlu aleyhim nebeellezî âteynâhu âyâtinâ fenseleha minhâ fe etbeahuş şeytânu fe kâne minel gâvîn(gâvîne). Ve lev şi’nâ le refa’nâhu bihâ ve lâkinnehû ahlede ilel ardı vettebea hevâh(hevâhu), fe meseluhu ke meselil kelb(kelbi), in tahmil aleyhi yelhes ev tetrukhu yelhes, zâlike meselul kavmillezîne kezzebû bi âyâtinâ, faksusîl kasasa leallehum yetefekkerûn(yetefekkerûne).” ↩︎
- Bu şahsın Hz. Peygamber zamanında yaşamış meşhur şair Ümeyye b. Ebî’s-Salt es-Sakafî olduğu da söylenmiştir. ↩︎