Kıyâmet, âhiret, diriliş ve ölüm gerçeği üzerine yoğunlaşan Vâkıa Sûresi, bütün bu tabloları canlı/çarpıcı/ürpertici/müjdeci bir şekilde gözümüzün önüne sererken, sonuna yaklaştığımız 95. âyetinde bunların kuşkusuz “Hakka’l-yakîn” yani kesin yaşanacak değişmeyen/şaşmayan gerçeklikler olduğunu bize vurgulamaktadır. Âyette geçen “Yakîn” sözcüğü sözlük anlamıyla “bir şeyi şüphesiz olarak tam ve doğru şekilde bilme” demektir. Ama irfânî anlamda düşündüğümüzde “Yakîn” kavramı “şek ve şüphenin, vehmin, hayalin bulaşmamış olduğu kesin bilgi” olarak da tarif edilir. Hicr 15/99. âyette “Sana yakîn verilinceye kadar Rabb’ine ibâdet et!” ifâdesinde de “yakîn” kelimesi geçmektedir. Âyetin “verilinceye kadar” olan kısmından anlaşılan odur ki, “yakîn” çalışıp çabalamakla elde edilebilecek yani “kesbî” değil, “vehbî” bir ilimdir.
Kur’ân’da yakîn kelimesi 12 kere geçmektedir. Kur’ân meâllerinin çoğunda “yakîn” kelimesi “mevt” yâni “ölüm” şeklinde açıklanmaktadır. Hâlbuki bu iki kavram birbirlerinden çok farklıdır. Gerçi ölüm de insanı “yakîn” sâhibi yapar ama, doğrusu Kur’ân’dan bu tür kelimeleri tercüme ederken Allah’ın hikmeti ve ilmi tahtında hangi kelimeyi, hangi âyette ve hangi mânâda kullanmışsa onun aslına sâdık kalmaktır. Yakîn kavramının “İlme’l-yakîn, Ayne’l-yakîn ve Hakka’l-yakîn” diye üç derecesi vardır. İlk iki derece Tekâsür Sûresi’nin 5. ve 7. âyetlerinde, üçüncü derece ise üzerinde durduğumuz Vâkıa 56/95. âyette geçmektedir. İlme’l-yakîn, “hakîkati bilgi yoluyla idrâk” etmektir. Ayne’l-yakîn, bu bilgiye ilâve olarak “gözle görmenin” de katılmasıdır. Hakka’l-yakîn ise bu bilgi ve görmenin ötesinde hakîkati hissetmek/içselleştirmek/tecrübe etmek ve yaşamaktır. Kabaca bir örnek vermek gerekirse, denizi bilgisiyle tanımak İlme’l-yakîn, bilgiden sonra denizi gözle görmek Ayne’l-yakîn, daha sonra da denize girip içinde yüzmek Hakka’l-yakîn’dir. Daha öz ifâde ile bu üç derece “bilmek, bulmak ve olmak“tır.
Vehim, insanı Allah’tan ayrı düşüren en büyük perdedir. Bu nedenle Yakîn’e erişmek ancak vehmin menşei olan nefse karşı amansız bir savaşa girmekle mümkündür. Rabbine kulluk etme yolunda gayret göstermeyenlere –Hicr 15/99. âyetin içeriğine göre– yakînin verilmeyeceği açıktır. Bunun bir anlamı da muhkemi yaşamayanlara müteşâbihlerin kapısının açılmayacağıdır. Aslında yakîn, ikilikten kurtulup “Tevhid” üzere yaşamaktır. Bunun için de kişide Hakka’l-yakîn bilginin oluşması, bir başka deyişle kişinin kendini Hakk’tan ayrı bir varlık olarak düşünme vehminin ortadan kalkması lazımdır. Bu da ancak vehbî bir oluşla yani Mi‘râc ile insana lutfedilen bir bilgidir. Mi’râc ise insanın, bedeninin ölümü vukû bulmadan önce, Yaratan’ına visâlinin yani kavuşmasının idrâkini yaşamasıdır. Bu, hayâl ve vehimden âzâde, Cenâb-ı Hakk tarafından lütfedilen otantik ve ontolojik bir mânevî tecrübedir. Bu mânevî tecrübe esnasında insan, esfel-i sâfilînin idrâkinden Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna yükseltilerek Asl’ına rücû ettiğine, kendi katresinin Hakk’ın Zât Ummânı’nda, ya da zerre’sinin O’nun Nûr’unda yok olarak fânî olduğunun idrâkinde iken, aslında bizâtihî Hayy ve Bâkî olduğuna şahit olur. İşte bu, Kur’ân’da Yakīn kelimesiyle ifâde olunan hâldir.
“Yakîn” kelimesinin Kur’ân’da geçtiği bir başka âyet de tevhidin babası Hz. İbrâhim ile ilgili En‘âm 6/75. âyettir: “İşte böylece yakînen bilenlerden olması için Biz, İbrâhim’e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk.“1 Bu âyet de bize yakîne erişme konusunda önemli açılımlar getirmektedir. Önce bir kez daha “gösteriyorduk” fiilinin öznesinden anlıyoruz ki, yakîn sâhibi olma bizim kendi gayretimizle değil, Allah’ın lütfuyladır. Sonra yakîne erişmiş olanların göklerin ve yerin melekûtuna vâkıf olduklarını öğreniyoruz. Bunun öz anlamı, varlığın yakîn sâhibi olanlara perde teşkil etmediğidir. Onlar son hakîkat zannedilen eşyânın bâtınında saklı olan hüviyyetin idrâkini her an zihinlerinde ve gönüllerinde zinde tutan kişilerdir. Başka bir deyişle onlar görünen eşyânın neyi remzettiğinin farkındadırlar. Bu nedenle yakîne erişenler “Nereye dönerseniz dönün Allah’ın Vechi oradadır“2 âyetinin zevki ve neşesini sürekli yaşarlar. Tıpkı Mevlânâ’nın aşağıdaki coşkusunu anlatan beyitlerde olduğu gibi:
“Ey benim güzelim! Ben, Sen’in aşkına kapılmış, havana uymuş bir âşığınım! Sen’in aşkın, sanki bir denizdir; canım da, o denizde bulunan bir balıktır! Sen, bir an benden yüz çevirirsen, bir an Sen’i görmezsem, balığa benzeyen canım ölür gider!
Balıklar, sudan dışarıda kalınca bir an bile yaşayamazlar, ölür giderler! Âşıklar da, sevgililerinin ayrılığına sabredemezler!
Balığın canı sudur; balık cansız, yani su olmadan yaşayabilir mi? Bir insan da, cana sabredemezse, canın canına nasıl sabredebilir?
Sen olmayınca bana, dünyâ da âhiret de zindandır! Sen benden ayrıldığın zaman, âb-ı hayat bile içsem beni diriltmez!
Şu dünyâ puthanesi, Sen’in yaptığın resimlerle, yarattığın şekillerle dolu! Fakat hiç biri Sen’in yerini tutmuyor! Şekil nerede, nişan, iz nerede, şekilsiz, nişansız olan nerede?
Gönlümün kanının damlasını, adeta bir dünyâ haline getirdin! Öyle şaşırdım ki, damla ile dünyâyı ayırt edemiyorum!
Ağzıma elinle sunduğun kadehi içince öyle mest oldum ki, kadeh ile ağzımı ayırt edemiyorum!
Ben kim oluyorum? Yeryüzünden göklere kadar her yer Hakk âşıkları ile dolu! Onlar, Sen’in şarabınla öyle mest olmuşlar ki, yerle göğü fark edemiyorlar!
Benim gibi yüzlerce çoban, koyunlarını kurda ısmarlamış! Kime ne diyeyim; ‘Koyunları ne yaptın’ diye kime sorayım; çoban nerede?
Söyleyeyim desem, söze gelmiyorsun; gizleyeyim desem, buna imkân yok! Muhakkak ki, çok büyük olduğun için ne dünyâya sığıyorsun, ne de giz âlemine! Ben, Hakk âşığı olduğum için şu dünyâda gizliyi sezersem, tanırsam, bilirsem, durumu açığa vuramadığım için bana ‘aşk mü’mini’ deme, ‘kâfir’3 de!“
Necmettin Şahinler
Yazarın Gerçekleşecek Olan Gerçekleşecektir (İnsan Yayınları, 2011) adlı kitabından alınmıştır.
- En’âm 6/75: “Ve kezâlike nurî ibrâhîme melekûtes semâvâti vel ardı ve li yekûne minel mûkınîn(mûkınîne).” ↩︎
- Bakara 2/115: “Ve lillâhil meşriku vel magribu fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh(vechullâhi) innallâhe vâsiun alîm(alîmun).” ↩︎
- Kâfir; hakîkati gizleyen, Hakk’ı inkâr eden kişidir. “Gizliyi bildiğim, sezdiğim halde açığa vuramadığım için beni kâfir say!” demek istiyor. Araplar, tohumu toprak altında gizlediği için çiftçiye “kâfir” derler. ↩︎