Yûsuf’un kardeşlerinin tümü planlanan bu cinayeti kabullenmiş değildirler. Özellikle kardeşlerden biri bu konuda vicdânının sesini dinlediğinde titriyor, yapmayı tasarladıkları şeyin korkunçluğu karşısında ürperiyor ve Yûsuf’u onlardan kurtaracak bir çıkış yolu, bir hâl çaresi arıyor. Sonunda şu teklifi götürüyor:
“Bir diğeri: ‘Hayır, Yûsuf’u öldürmeyin!‘ diye söze karıştı. ‘Eğer mutlaka bir şey yapmanız gerekiyorsa, O’nu bir kuyunun dibine atın; (nasıl olsa) O’nu (orada) bir kervan bulup yanına alır.‘” (Yûsuf 12/10)1
Yûsuf’u, kervanları geçtiği yol üzerinde, suyu kurumuş kör bir kuyuya atmak. Böylece hem Yûsuf ortadan kaybolduğu için babalarının sevgisi kendilerine dönecek; hem de Yûsuf’un ölümden veya sonu ölümle sonuçlanması mukadder olan sürgünden kurtarılması sağlanacak. Aynı zamanda kervanlardan birinin onu bulup kurtarması ve uzaklara götürmesi mümkün olacak.
“Eğer mutlaka bir şey yapacaksanız” sözünden anlıyoruz ki; bu kardeş, Yûsuf’a yapmakta ısrar ettikleri korkunç fiilden diğer kardeşlerini soğutmak, tereddüde düşürmek, oyalamak istiyor. Fakat bu teklifin pek hoş karşılanmadığı, kinlerinden çok az bir şey eksilttiği ve niyetlerinden geri çeviremediği görülüyor.
Âyette “Kuyu” sözcüğüyle verdiğimiz “cübb” terimi, özellikle çölde basit bir biçimde toprakta ya da kayalarda açılan ve taşla örülmeyen kuyular için kullanılır. Sözü geçen kuyunun da bu tür bir kuyu olması onun, Hz. Yûsuf’u gözden saklayacak ya da tırmanıp çıkmasına engel olabilecek kadar derin ama onu boğmaya yetmeyecek kadar suyu az bir kuyu olduğunu düşündürmektedir.
İnsan, tekâmülün ve varlık yapısının bir gereği olarak, şuhûd ile gaybın kesişme noktasında bulunmaktadır. Ve Kur’ân, insanı, sürekli bir biçimde gaybdan şuhûda çıkan oluş mâcerâsına katılmaya çağırmaktadır. İnsanın başarı ve zaferlerinin esâsı da gaybdan şuhûda çıkış olayıdır. İşte üzerinde durduğumuz âyet bir söz güzelliği içinde bu inceliğe işâret etmiştir. Bütün horlamalara, ezmelere, kıskanmalara, unutturmalara rağmen zafere gidişin ölümsüz örneği halinde gösterilen Hz. Yûsuf’un çile ve arayış dönemi, bu âyette “gayâbetül cübb” (kuyunun karanlığı) olarak gösterilmiştir. Buradaki gayâbet kelimesi gayb kökünden, hatta bir anlamda gayb olan kelimedir. Böylece Kur’ân, mesaj getirici rûhun zaferini de bir gaybtan, görünen dünyâya çıkış olarak tanıtmaktadır.
Anlaşılıyor ki, kuyunun kahrı çekilmeden Yûsuf olunmuyor. Hira Mağarası Hz. Peygamber’in risâleti öncesinde hangi fonksiyonu ifâde etmişse, Kuyunun karanlığı da Hz. Yûsuf için aynı işlevi görüyor. Önce korkutuyor ama sonra hazırlıyor, pişiriyor, düşündürüyor ve ışığı müjdeliyor.
Kuyunun karanlığı/siyahlığı aynı zamanda rûhânî faaliyete de işâret ediyor. Bir anlamda kuyu, Hz. Yûsuf’u sırlıyor, setrediyor, oluş tohumunu döllüyor. Vahdet’ten Kesret’e, Cem’den Fark’a çıkması yolunda kutlu doğuma gebelik yapıyor.
Can Yusuf’u da kudsî mekansızlık âleminden gelip “Ken’ân Kuyusu”nda mahpus kalmıştır. Yusuf’unu nefs-i emmâre kuyusundan kurtaramayanlar Cânân’a vuslat edemezler.
Necmettin Şahinler
Yazarın Üç Gömlek Hikâyesi (İnsan Yayınları, 2007) adlı kitabından alınmıştır.
- Yûsuf 12/10: “Kâle kâilun minhum lâ taktulû yûsufe ve elkûhu fî gayâbetil cubbi yel-tekithu ba’dus seyyâreti in kuntum fâilîn(fâilîne).” ↩︎