A’raz ve Hüviyyet

A’raz ve Hüviyyet”i anlamak sürekli değişenle, hiç değişmeyeni insana fark ettirebilmek, bir çokluk âlemi olarak bulunduğumuz/yaşadığımız bu âlemin görünen çeşitli nesnelerinin ardındaki hakîkati insana idrâk ettirebilmek noktasında çok önemlidir. A’raz: 1) İşâret, belirti; 2) Felsefî anlamda, kendi kendine varlık bulamayıp, başka bir cevherle meydana gelen hâl ve keyfiyet; 3) Zâtî ve fıtrî olmayıp eğreti ve değişmesi mümkün olan hâl ve sıfat demektir. Hüviyyet ise: Mâhiyet, hakîkat, asıl anlamına gelmektedir. Varlıktaki değişim sadece a’razda/zâhirde olmaktadır. Bu nedenle “bir şeyin a’razı çok ama hüviyeti birdir!” Tıpkı buhar, sıvı, buz veya kar olarak değişik isimler alsa da suyun hüviyyetinin/ aslî cevherinin değişmediği gibi. Ama ne var ki, insanların gözleri daha çok zâhirdeki değişme ve gelişmelerle meşgûl olduğundan, a’râz’ın yani geçici/eğreti/aldatıcı/ sanal perdelerin (bir anlamda eşyânın) ardındaki gerçeği/hüviyyeti derhâl fehm, idrâk ve temyîz edememektedirler.

A’râz’ın gizlediği hüviyyeti ancak Allāh’ın lütfettiği ölçüde peygamberler ve onların ilminden nasiplenmiş Allāh dostları bilebilir. Ne var ki, bu bilgi bile sınırlıdır. Çünkü Allāh, “ilminin künhünü/özünü/aslını, tamamını –peygamberler de dâhil- hiç kimseye vermemiştir.” Öyleyse insana düşen, yeteneği ve gayreti doğrultusunda kibire düşmeden kendisine duvar olan a’râzın ardındaki hüviyyeti keşfetmeye çalışmasıdır. Kibir, insanın temyîz sâhibi olmasına mâni olur. Çünkü kibir sâhibi olan insanlar gördükleri eşyâyı ve ulaştıkları sınırlı ilmi nihaî/son Hakîkat zannederler ve buna körü körüne inanırlar. Bu da onların gözlerini köreltir ve eşyânın arkasındaki hüviyyeti göremez olurlar. Hakîkat yolcusu olan insan hayatî ve kaçınılmaz olan şu soruyu kendisine sürekli sormalıdır. “Görünen bu âlemin hüviyyeti ve dayandığı zemin nedir?” İşte bu sorunun cevabını verebilenler, “nasıl âşık, sevgilisini hangi elbise ile görürse görsün mutlaka tanırsa, Hakk’ı da her gördüğü kisvede tanıyabilen âriflerdir.” Ve ârif kişi Mükevvenât’taki sıfatlarla yani a’râzla idrâki kamaşmayan, bunların ardındaki hüviyyeti yani eşyânın bu a’râzdan bağımsız olan hakîkatini idrâkinde zinde tutabilen kimsedir.

Eşyâyı yorumlamada bir başka örnek de “Mürekkep ile Harfler arasındaki ilişkidir. Bilindiği gibi cümleler kelimelerden, kelimeler hecelerden, heceler de harflerin bir araya gelmesinden kurulur. Harfler ise şeklini kalem’den işleyen mürekkebe borçludur. Eğer bir kalemin içinde veya ucunda mürekkep yoksa beyaz bir kâğıdın üzerine ne yazarsak yazalım bir şey görünmeyecektir. Bu da bize mürekkebin asıl olduğunu göstermektedir. Bizler cümleyi okuduğumuzda, bu cümleden anlamlı ya da anlamsız yorumlar çıkarırız. Bu yorumların sonucu da hayra ya da şerre kaynaklık eder. Ama bütün bunları yaparken görülen gerçek odur ki, aklımıza hiçbir zaman mürekkep gelmez, sanki mürekkep gözümüzden silinmiş veya kaybolmuştur. Aslında bunun böyle olmadığını biliriz, çünkü o olmasa yazı da olmayacak ama alışkanlıklarımız ve zihnimizin çalışma yöntemi daha çok dizili harflerle uyanan anlamlarla meşgûldür.

Tıpkı bunun gibi harflerin dünyâsı ile varlıklar dünyâsı arasında da karşılıklı bir benzeşme vardır. Eğer insan yaşadığı âleme bir de bu gözle bakmaya çalışırsa görecektir ki, bu âlemin bâtınını Mutlak Varlık olarak Hakk teşkil etmektedir. Eşyânın çokluk/kesret perdesine takılan insanın Vahdet’e yönelmesi ilk başlarda zordur. Ama bu zorluk aşılması mümkün olmayan bir zorluk değildir. Bunun yolu insanın taklit den tahkîk’e geçmesidir. Taklit ehli olmak; bir şeyi araştırmasız, delilsiz kabullenmek, yalnız zâhir ile yetinerek “neden, niçin ve nasıl?” sorularına cevap aramadan “öyleyse öyledir” mantığıyla kör bir teslimiyete râzı olmak demektir. Tasavvufî terminolojide ise taklit; hâl ve makām ehlinin sözlerini söylemek, ancak ahlâklarıyla ahlâklanmamak, olgun olmadığı hâlde onlar gibi gözükmeye çalışmaktır.

Tahkik ehli olmak ise; sâdece zâhirle yetinmeyip zâhirin arkasındaki bâtını araştırmak, gerçeği elde etmek üzere bütün gücünü ve gayretini zorlamak, her şeyde Hikmet’i aramak demektir. Ancak tahkik ehli olanlar kesrete aldanmayıp, o kesretin ardındaki vahdeti idrâk edebilirler. Başka bir ifâde ile söylersek; tahkik ehli olanlar “Kelime-i Tevhîd’i Kelime-i Şehâdet’e” dönüştürenlerdir.

Görünen bu âlemin arkasında Mutlak Varlık olarak Hakk vardır. Daha da ötesi bütün âlem Zâhir ve Bâtın olan Hakk’ın tecellîlerinden bir tecellîdir. Âlemde gördüğümüz her şey kendi başına bir varlığa sâhip değildir. Onların varlığı tıpkı gölgenin varlığı gibi ödünç, aldatıcı bir varlıktır ve Hakk’ın varlığı sâyesinde var olurlar. Mutlak Varlığı algılamamız, tıpkı prizmadan geçen ışığı algılamamıza benzer. Birçok farklı renklerin olmasına rağmen, sâdece ışığı görürüz, çünkü varolan sâdece ışıktır. Bu nedenle sergiledikleri özellikler ve tesirlerinden dolayı Hakk’ın tecellîsine mazhar olan yerlerin çokluğu bizi şaşırtmamalıdır. Bu çokluğun arkasında görünen sâdece Mutlak Varlık’ın birliğidir.

Anlaşılıyor ki, bizi çevreleyen ve bizim de kendisine “gerçek” gözüyle bakmaya alıştığımız bu hissî âlem, “gerçek” kelimesinin tam anlamıyla “gerçek” değildir. Uyumakta olup da eşyâyı rüyâsında gören bir kimse için gördüğü eşyâ nasılsa bu hissî âlemde, gerçekliği açısından, Varlık da bize o nispetledir. “Gerçek” denilen şey, hakîki Gerçek’in bizzat kendisi olmamakla birlikte onun, “hayâl düzeyinde”, müphem ve belirsiz bir yansıması yani bir başka deyimle Gerçek’in bir remiz, bir sembol aracılığıyla sembolik bir temsilidir.1 Rüyâlardaki sembollerin ardındaki gerçek durumu öğrenebilmek için nasıl bu sembolleri yorumluyorsak, “Gerçek”in hayâl düzeyinde bir yansıması olan “gerçek” dediğimiz nesneyi de benzer bir şekilde yorumlamamız, daha doğrusu te’vil ederek aslına rücu’ ettirmemiz gerekir.

Hz. Peygamber: “Bütün insanlar (bu âlemde) uykudadırlar; ancak öldüklerinde bu uykudan uyanırlar” demiştir. Buradaki “ölmek” ifâdesi biyolojik bir ölüm anlamında değildir. Bu, bir insanın hislerin ve aklın kösteklerini fırlatıp atması, doğal olayların ördükleri ince remizler perdesinin ardını görmesi gibi manevî bir olay, mistik bir deneyimdir.

Necmettin Şahinler

Yazarın Ata Nalı Ters Çakmak (İnsan Yayınları, 2011) adlı kitabından alınmıştır.

  1. Gerçek” denilen şey yalnızca bir rüyâdan ibâret olmakla birlikte büsbütün de vehim değildir. Bu ise, Mutlak Gerçek’in yani Hakk’ın özel bir görünüşü, kendi zuhûrunun özel bir biçimi, bir tecellîsidir. Bu, “fizik ötesi (metafizik) bir temele dayanan bir rüyâ’dır.” ↩︎

Paylaş

PAYLAŞ

E-bülten aboneliği