Kalbin Fuâd Hâli

Kur’ân’ı anlamanın olmazsa olmaz şartlarından biri de âyetlerde kullanılan kelimelerin aslî anlamlarına dikkat etmektir. Âyetlerde geçen bir kelimeyi, o kelimeye işâret ediyor diye, eşanlamlı bir başka kelime ile açıklamaya çalışmak hem mânâdan, hem de Kur’ân’ın rûhundan insânı uzak noktaya düşürür. Örneğin, “akıl” ve “lübb” sözcükleri gibi. Birçok Kur’ân meâlinde yaklaşık anlamıyla, “gönül, öz veya gönül gözü” anlamına gelen “lübb” kelimesini veya “ulü’l-elbâb” tanımlamasını “akıl” ya da “akıl sahipleri” diye Türkçe’ye çevirmek yanlış ve isâbetsiz bir yorumdur. Kur’ân, benliğimizin derinliklerinde ilâhî sırların saklı bulunduğunu ve bizim bu sırları çözmemiz gerektiğini ısrarla belirtmektedir. Bu sırlar biyolojik ve fizyolojik sırlar değildir. Kur’ân, bizi dış dünyâya ait sırların keşfine çağırırken “taakkul”a dâvet eder, akıl sahibi olarak adlandırır. Hâlbuki psikolojik-metapsişik sırları keşfe çağırırken bizi “lübb” sahibi olarak anar; bu sırların yabancısı olmayanları “ulü’l-elbâb” diye nitelendirir.

Şimdi üzerinde durduğumuz Necm Sûresi’nin 11. âyetine döndüğümüzde aynı hataya bizim de düştüğümüz rahatlıkla görülecektir. “[Kulunun] kalbi gördüğünü yalanlamadı.” Bu âyetin orijinali şöyledir: “Mâ kezebe’l-fuâdu mâ reâ.” Görüldüğü gibi âyetin içerisinde “kalp” kelimesi geçmemiş olmasına rağmen “fuâd” kelimesinin karşılığı olarak Türkçe’ye çevrilmiştir. Hâlbuki “fuâd” kelimesinin anlamı daha başkadır. Şüphesiz Allāh bu sözcükleri âyetlere yerleştirirken bir hikmete dikkatimizi çekmek için bunu yapmaktadır. Bu nedenle kelimeleri anlamak/çözmek yerine eş benzer kelimelerle çevirmek, bir yerde Allāh’a karşı da edep dışı bir tavır olmaktadır.

Kur’ân’da tekil ve çoğul (kulûb) yaklaşık 130 yerde geçen kalp, Arapça’da “bir şeyi bir yönden öteki yöne çevirmek” anlamına gelir. Arap dilcilerine göre, bir mastar olan kalbin insânın gönlüne ad olması, gönlün çok süratli değişmesinden ve hâlden hâle geçmeye yatkın bir yapıya sahip bulunmasındandır. Nitekim Hz. Peygamber bile, Allāh’ı “Mukallibü’l-Kulûb” yani “kalpleri hâlden hâle sokan” diye anarak, kalbin hem varlık yapısındaki temel özelliğe, hem de filolojik yapısına dikkat çekmiştir. Kur’ân’da kalp ve gönül anlamında kullanılan bir başka kelime de “fuâd”dır. Bir kavram olarak Fuâd kelimesi kalbin daha ileri bir derecesine işâret etmektedir. Râğıb el-Isfahânî’nin Müfredât’taki tanımına göre: “Kalp, yanıp yakıldığında fuâd adını almaktadır.

Âyete tekrar döndüğümüzde –ister Cebrâil’i görsün, isterse Rabbini– Hz. Peygamber’in gördüğünü doğrulama merkezi olarak vurgulanan yerinin “fuâd” olduğunu anlıyoruz. Aslında irfânî bir bakış açısıyla “Fuâd”, kalpte siyah bir nokta olan “Süveydâ”nın da bir başka adıdır ve hakîkati gayb âlemindendir. Bu gaybî oluşun îzahını İsmâil Hakkı Bursevîşöyle yapar: “Kalbin bâtını, “rûh”tur ki, gayb-ı izâfîdir. Ve rûhun dahi bâtını “sır”dır ki gayb-i mutlaktır. Kalbin zâhiri “sadr”dır ki, şehâdet-i izâfiyyedir. Ve sadrın dahi zâhiri ceseddir ki şehâdet-i mutlakadır. İşte kalb bu iki taraf arasında “a‘râf” gibi oldu ki, zâhirî tarafı nâr/ateş gibi, zulmânî ve bâtınî tarafı ise cennet gibi nûrânîdir.”

Daha başka bir yorumla “fuâd” bir mânevî görme/rü’yet merkezidir ve Hz. Peygamber mi‘râcda her ne gördüyse “fuâd”ıyla görmüştür. Bazı tasavvufî şiirlerde/dîvanlarda “Fuâd”a, “Cebrâil, Rûh ve Akl-ı Meâd” adının verilmesi de çok dikkat çekicidir.

Fuâd” sadece Hz. Peygamber’e ait bir özellik değildir. Kalp taşıyan her insânda bu rü’yet/mânevî görme potansiyel olarak bulunmaktadır. Önemli olan bu âtıl/kullanılmayan kapasiteyi açmak ve aktif hâle getirmektir. Bunun için de kalbin yanıp/yakılması ve Rahmân’ın bir Arş’ı olarak “fuâd”a dönüştürülmesi gerekir. Bunun tek yolu da Allāh’ın güzel isimlerini zikrederek kalbin Velâyet Nûr’unu yakmaktan, onu “Sirâc-ı Münîr” hâline getirmekten geçmektedir.

Sirâc-ı Münîr” deyimi Ahzâb 33/46. âyette geçmekte ve “nûr saçan bir kandil” anlamına gelmektedir. Bu ifâdeyi Allāh, Hz. Peygamber için kullanmaktadır: “[Sana gelince,] ey Peygamber, unutma ki Biz seni [hakîkatin] bir şâhidi, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik, [herkesi] O’nun izniyle Allāh’a çağıran ve ışık saçan bir kandil olarak.1

Arapça’da ışığın kaynağı olan objeler için ayrı, ışığını dışarıdan alanlar için de ayrı ifâdeler kullanılır. Mesela, Güneş’in ışığı aslî ışıktır yani kendindendir ve bu nedenle Kur’ân’da Güneş’in ışığından söz edilirken “ziyâ2 kelimesi kullanılır. Ama Ay’ın ışığı iğreti ışıktır yani ışığı kendinden değildir ve ondan söz edilirlen “nûr3 kelimesi kullanılır. Fakat âyette geçen “Sirâc-ı Münîr” deyiminde bu Arapça dil kuralı uygulanmamış, burada hem Güneş’e ve hem de Ay’a bir benzetme yapılmıştır. Bunun anlamı şudur: Hz. Peygamber nübüvvet cihetiyle bir Ay gibidir. Vahyin ışığını Şems-i Ezelî’den/Kur’ân Güneşi’nden almaktadır. Yani o, risâlet cihetiyle bir güneş gibidir. Güneşin kendisinde bulunan ışığını her tarafa saçtığı gibi, o da “konuşan, yaşayan, yürüyen bir Kur’ân olarak” kendisinde bulunan hidâyet ışığını tüm insanlığa saçmıştır. Âyette geçen “Sirâc-ı Münîr” kavramı bu iki hususa ışık tutmaktadır. Kısaca Hz. Peygamber “Nûr üstü Nûr’dur.” İşte “Allāh’ım! Risâlet semâsının Güneş’i, nübüvvet yörüngesinin Ay’ı olan Hz. Muhammed’e salât ve selâm eyle” meâlindeki salâvat-ı şerife bu hakîkate işâret etmektedir.

Necmettin Şahinler

Yazarın Batan Yıldıza Yemin (İnsan Yayınları, 2011) adlı kitabından alınmıştır.

  1. Ahzâb 33/45-46: “Yâ eyyühe’n-nebîyyü innâ erselnâke şâhiden ve mübeşşiran ve nezîran; ve dâıyen ilellāhi bi iznihî ve sirâcen münîran.” ↩︎
  2. Nebe’ 78/13. ↩︎
  3. Furkān 25/61. ↩︎

Paylaş

PAYLAŞ

E-bülten aboneliği