Yazmak, Varoluşa Tutulan İçli Bir Aynadır

“Bize kişisel gelişim tavsiyeleri olarak sunulan birçok kural, zaten Kur’ân’ın içerisinde ve onu bize tebliğ eden Hz. Peygamber’in ahlâkında yer almaktaydı. Bu yüzden onları bir zaman kaybı olarak gördüm ve bütün ağırlığımı Kur’ân ve klasik temel İslâmî eserler üzerine verdim.”

F. BAHAR KARAKAYA: “Yazarlık serüveniniz nasıl başladı? Bu yola sizi iten ilk kıvılcım neydi?”

NECMETTİN ŞAHİNLER: Öncelikle bu söyleşi imkânı/daveti için size ve Efza dergisi ailesine çok teşekkür ederim. Okuduğum yıllarda edebiyat ve kompozisyon yazmak en zayıf derslerim arasındaydı. Hiç aklımda yazacağım veya kitap çıkaracağım gibi bir hayalim yoktu. Ama yazmaktan çok okumayı seviyordum ve özellikle de yetmişli yılların popüler kişisel gelişim kitapları ilgimi çekiyordu. Bu yılların sonunda İslâmi düşünce ve özellikle tasavvufi eserler üzerine yoğunlaştığımda şunu gördüm ki; bize kişisel gelişim tavsiyeleri olarak sunulan birçok kural, zaten Kur’ân’ın içerisinde ve onu bize tebliğ eden Hz. Peygamber’in ahlâkında yer almaktaydı. Bu yüzden onları bir zaman kaybı olarak gördüm ve bütün ağırlığımı Kur’ân ve klâsik temel İslâmî eserler üzerine verdim. Belki de bu süreçte yaptığım en akıllı iş, bu kitapları okurken aldığım notları, hikmetli sözleri bir başka deftere yazarak kaydetmem oldu.

Yanlış hatırlamıyorsam 1987 tarihinde siyer okumalarım sırasında kendisinden çok istifade ettiğim Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma hocamla Trabzon’da evimde otururken bana çalıştığı Beyan Yayınevi’nin bir kitap projesinden söz etti. Bu yayınevi güzel sözlerden oluşan bir kitap çıkarmak istiyormuş. Bunu duyunca ho-cama benim böyle bir defterim olduğunu eğer yararlı olacaksa bunu paylaşabileceğimi söyledim. O da “tamam gönder, takibini ben yaparım” deyince bizim ilk kitap hikâyemiz de böylece başlamış oldu. Bu çalışma “Tarihe Adanmış Sözler” adıyla basıldı. Bu gelişme bana başka konularda da yazmam konusunda çok cesaret verdi. Şimdi düşünüyorum da, eğer bir kıvılcımdan söz edilecekse başlangıç noktam burası diyebilirim. Bu vesile ile de hâlen çalışmalarını/sohbetlerini ilerlemiş yaşına rağmen büyük bir gayretle sürdüren değerli tarihçi Prof.Dr. İhsan Süreyya Sırma hocama sonsuz teşekkürlerimi iletir, kendisine sağlıklı ömür dilerim.

F.B.K.: “Eserlerinizde işlediğiniz temaların şekillenmesinde sizi etkileyen yazarlar veya düşünürler kimlerdir?”

N.Ş.: Aslında seksenli yılların Türkiye’sinde yaşamak/okumak ve bu dönemin siyâsal sosyal olaylarına canlı tanık olmak başlı başına bir etkilenmes ürecidir. Ülkemizin kaybedilmiş üzücü yıllarıdır ve 1980 askeri darbesiyle birçok sesler gibi İslâm’ın da sesi kısılmıştır. Yine bu yıllarda İran İslâm Devrimi, daha sonra Rusların Afganistan’ı işgali, bunun arkasından doksanlı yıllarda Bosna Savaşı derken bütün bunlar bize hem içte hem de dışta yerli/yabancı birçok yazarı/düşünürü takip etmeye, kitaplarını okumaya yönlendirmiştir. Bütün bu isimleri saymak şimdi kolay değil. Yalnız şu kadarını söyleyeyim ki; Türkiye içinde İslâmî konularda yazan/konuşan birçok insânla özel tanışıklığım oldu ve güzel dostluklarıyla, fikirleriyle, kitaplarıyla bana çok katkı sağladılar. Göçenlerine Allah’tan sonsuz rahmet diliyorum. Ama Türkiye dışından isim vermek gerekirse; Ali Şeriati, Mevdudî, Seyyid Kutub, Hasan el-Benna ön plana çıkan yazarlardı. Sufi yazarlardan ise “Seyyid Hüseyin Nasr, Muhammed Hamidullah, William Chittick, Rene Guenon, Kabir Helminski, Martin Lings, Robert Frager, Carl W. Ernst, Aliya İzzetbegoviç” sayılabilir.

“Yazmak ise varoluşa tutulan içli bir aynadır. Bu yüzden belki de en büyük yazı, insânın kendi kalbine yazdığıdır.”

F.B.K.:“Kaleminizin beslendiği ana kaynaklar nelerdir? (Tasavvuf, klasik edebiyat, çağdaş edebiyat, bireysel tecrübeler…”

N.Ş.: İslâmla tanışmam daha çok tasavvufî bir çekimle/eğilimle olduğundan, bu konuda yazılmış temel birçok klâsik kitapları okuma imkânım oldu. Özellikle Gazali’nin İhyâ’sı, Mevlâna’ın Mesnevî’si, Yunus Emre divani, Niyazi Mısrî divanı, İbn Arabî’nin Fusûs’u, üzerinde uzun süre çalıştığım eserler. Elbette çağdaş yazarların da kitaplarından çok be-lendim. Ama “bütün kitaplar tek bir kitabın anlaşılması içindir” sözünden yola çıkarak, son zamanlarda yalnızca Kur’ân üzerine yoğunlaştım. Ve şunu gördüm ki; Kur’ân, insânı her okuyuşta yenileyen/arındıran bir kitap ve insânın “ikiz kardeşi” gibi. O’nu anlamaya çalışmak, bulmacalarını çözmeye gayret etmek, insânın kendisini anlamasının da yolunu açıyor. Elbette hayatın size kazandırdığı -acısıyla/tatlısıyla- kişisel tecrübeler de insânın tekâmülüne/olgunlaşmasına olumlu katkılar yapıyor. Aslında beslenen bizim zihnimiz/gönlümüz, kalem ise bunlara sadece aracı oluyor. Belki de bu yüzden “Kalem Sûresi” Kur’ân’ın ilk inen sûrelerinden birisidir ve “Kalem’e ve yazdıklarına yemin”ile başlar. Şu bir gercektir ki; kalem ve yazdıklarıyla dostluk kuranlar, her zaman insâna ve hayata sürekli değer üretebilme noktasına gelmiş olanlardır. Kısaca; kalemle kurulan dostluk, insânın hem kendine hem de hakîkate doğru açtığı en mahrem kapıdır. Yazmak ise varoluşa tutulan içli bir aynadır. Bu yüzden belki de en büyük yazı, insânın kendi kalbine yazdığıdır.

F.B.K.:“Kitaplarınızda insân rûhunun derinliklerine temas eden bir anlatım hâkim. Bu dili ve bakış açısını nasıl geliştirdiniz?”

N.Ş.: Bunu yazar olarak benim anlamam mümkün değil ama bunu sizden duymak beni hem mutlu etti hem de sorumluluk duygumu artırdı. Rûhun derinliklerine dokunan bir dil, aslında uzun bir iç/gece yolculuğun meyvesidir. Gecenin öğrencisi olmayanlar, gündüzün öğretmeni olamazlar. Bu dili geliştirmek, hayatı derinlemesine gözlemlemekle, çokça susup dinlemekle ve yaşadıklarını içtenlikle anlamaya/anlatmaya çalışmakla mümkün oluyor. Bu noktada benim için en büyük kaynak Kur’ân oldu. Onu sadece okunacak bir kitap değil, yaşanacak bir rehber olarak görmeye başladığımda kelimelerin anlamı da değişti. Ama sanırım en çok da hayatın kendisi öğretti bana. Çünkü zaman Kur’ân’ın en büyük tefsiridir. Sevinçler, hüzünler, bekleyiş-ler ve kayıplar. Bütün bu yaşanmışlıklar, insâna hem kendi sesini bulduruyor hem de başkalarının sesini duymayı öğretiyor. Yazmak da bu sürecin doğal bir parçası hâline geldi. Bir noktadan sonra yazmak, sadece anlatmak değil; hem kendime hem başkalarına şifa aramak gibi bir şey oldu. Hz. Mûsâ’nın Kur’ân’da yer alan “Rabbim! Dilimin bağını/düğümünü çöz!” duâsı da bu bakış açımı geliştiren bir aydınlatıcı yakarıştır.

“Allah’ın vahyini/irâdesini hayata yansıtmak isteyenlerin ilk önce yapacakları şey kendilerine bir ‘Hirâ’ seçemeleri ve burada derin yalnızlığın ve iç hesaplaşmanın kazandıracağı bereketle tekrar insana hizmete koyulmalarıdır.”

F.B.K.: “Okurlarınızın eserlerinizde en çok etkilendiği bölümlerden biri genellikle ‘yalnızlık ve iç hesaplaşma’ temaları. Bu konular sizin dünyanızda nasıl yer tutuyor?”

N.Ş.: Yalnızlık insânın mânevî/rûhânî oluş ve erişinde en güzel bir okuldur. Özelliklede zihnin /kalbin ilk mayalanış dönemlerinde vazgeçilmez bir eğitimtir. Yalnızlık toplumdan bir kaçış değil, belki daha iyi bir hizmet yapmanın ön hazırlığıdır. Tıpkı bir dalganın sahile güçlü vurması için geri çekilmesi gibi. Bize bu okul/ hazırlığı ilk öğreten ise “Bana yalnızlık sevdirildi” diyerek Hirâ Mağarası’na çekilen Hz. Peygamber olmuştur. Orada beklediği haberci ile karşılaşmış, ilâhî vahiy ile tanışmış ve bu “kendi kadrini bilişten sonra” tekrar yaşadığı toplumun içerisine dönerek “Kalk ve uyar” emrini yerine getirmeye başlamıştır. Bu nedenle Allah’ın vahyini/irâdesini hayata yansıtmak isteyenlerin ilk önce yapacakları şey kendilerine bir “Hirâ” seçemeleri ve burada derin yalnızlığın ve iç hesaplaşmanın kazandıracağı bereketle tekrar insana hizmete koyulmalarıdır.

Aslında en büyük yalnızlık, insânın anlaşılamamasının getirdiği yalnızlıktır. Eğer çevrenizde, iş yerinizde, şehrinizde, evinizde hatta odanızda sizinle aynı duyguları/düşünceleri paylaşan, sizinle aynı hedefe yürümek isteyen insânlar yoksa siz kalabalıklar içerisinde yalnızlığı yaşarsınız. Yalnızlık aynı zamanda “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin” diyen Hz.Peygamber’in de bu kutlu sözüne bir cevaptır. Sessiz, sakin, huzurlu bir ortamda insânın Allah’ın huzurunda olduğunun zinde idrâkiyle oturup “tezekkür, tekebbür, tefekkür” ile meşgul olması, zikrin bereketiyle kalbinin ritmini evrenin ritmiyle buluşturması, fazilet sandığı nefsinin zaaflarını arındırması, Rabbini tanıma yolunda nefsini tanımaya/bilmeye çalışması, yalnızlığın tekâmüldeki rolünü bize göstermektedir. Kur’ân; kendi iç dünyalarını düzeltmeyenlerin, dış dünyalarının da düzelmeyeceği gerçeğini bize vurguluyor. Bu nedenle kendi nefsi ile kendi iç hesaplaşmasını yapmayanların, başkalarını değiştirme ve dönüştürmede başarılı olmaları beklenemez.

“Hız çağında durabilmek, tüketim çağında kanaat edebilmek, gürültü çağında kendi iç sesini duyabilmek, kalabalıklar çağında hakiki bir yalnızlıkla buluşabilmektir.”

F.B.K.: “Eserlerinizde modern dünyânın insân üzerindeki etkilerine sıkça rastlıyoruz. Sizce günümüz insânı en çok neyle imtihan oluyor?”

N.Ş.: Bu zor ve çok katmanlı bir soru. Eğer tek cümlelik bir cevap vermek gerekirse; modern dünyanın insânı, en çok “kendisiyle” imtihan oluyor. Bu çağın en büyük imtihanı, insânın dış dünyada ilerlerken iç dünyasında kaybolmasıdır. Teknolojiyle sarılmışız ama hakîkatle bağımız zayıflamış. Bilgiye anında ulaşabiliyoruz, ama hikmete ulaşmak için gerekli olan durup düşünme, içe dönme, tefekkür etme irâdesini kaybediyoruz. Dışarıya yönelik büyük bir hız, ama içeriye yönelik büyük bir boşluk hâkim. Masadaki kolanın eksikliğini hissettiğimiz kadar Allah’ın hayatımızdaki eksikliğini hissetmiyoruz.

Bu nedenle günümüz insânı, aidiyet krizleriyle, anlam yitimleriyle, değersizlik duygusuyla boğuşuyor. Kalabalıklar içinde yalnız, imkânlar içinde yorgun, seçenekler arasında yönsüz hale gelmiş. Bir nevi “ben”i inşa edemeden “biz”e karışmak zorunda kalıyor. Hâlbuki insan önce kendiyle barışmalı, kendini tanımalı, kendi iç âleminde sağlam bir zemin kurmalı ki topluma katkısı da bereketli olsun. Bir diğer büyük imtihan da “sürekli görünür olma arzusu”dur. Sosyal medya, insânı kendi iç sesiyle değil, başkalarının beğenileriyle tanımlamaya yönlendiriyor. Bu da kişiliği derinleştirmek yerine yüzeyselleştiriyor. Modern insân, sürekli “daha çok görünmek”uğruna, yavaş yavaş “kendisi olmaktan” uzaklaşıyor. Bütün bunların içinde insânın imtihanı; hız çağında durabilmek, tüketim çağında kanaat edebilmek, gürültü çağında kendi iç sesini duyabilmek, kalabalıklar çağında hakiki bir yalnızlıkla buluşabilmektir.

Aslında imtihan Kur’ânî bir gerçekliktir ve Kur’ân birçok âyetinde insânın, hayatın çeşitli olayları ile imtihan edileceğini söyler. Ve arkasından da sürekli bu sıkıntılara karşı sabırlı olanları da büyük mânevî müjdelerin beklediğini ifâde eder. Şunu unutmamak gerekir ki; Allah’ın verdikleri kadar vermedikleri de bir imtihandır. Üstelik “imtihan” bir ceza değil, Allah’ın bizi daha üst makamlara/boyutlara çıkarabilmek için önümüze serdiği imkânlar serisidir. Bu gün modernizm, hayatımıza konfor, hız, teknoloji ve bilgi akışı getirdi; ama aynı zamanda her şeyi yatay bir zemine yaydı. Tüketilecek nesneler, izlenecek görüntüler, erişilecek bilgiler, takip edilecek hayatlar yâni tüm bu unsurlar, insanı hep yatayda meşgul etti. Rûhun yukarıya doğru yönelmesi, yani dikey bağ kurması için gerekli olan iç sessizlik, boşluk, derinlik hissi gitgide kayboldu.

Oysa insân yalnızca yatay düzlemde, yani dünya ekseninde yaşamakla yetinemez; içindeki hakikat arayışı onu semaya yani dikey eksene doğru çağırır. Bu çağrıya kulak vermezse insan, donanmış ama yönsüz, bilgili ama bilgelikten uzak, kalabalık içinde ama yalnız bir varlık hâline gelir. Bugün modern insanın en büyük imtihanlarından biri de budur: “Yatayda yoğunlaşırken dikeyde eksilmek.” O yüzden belki de modern dünyada yeniden “ekseni düzeltmek” gerekir. Bu ekseni ise Kur’ân çarpıcı bir soruyla farkındalık alanımıza sokuyor: “Öyleyse nereye gidiyorsunuz?”

“Tasavvufî düşünce benim için sadece bir edebî tema değil; tam tersine hayatımın merkezinde yer alan, içimde yankılanan, yaşadıkça derinleşen bir tecrübedir.”

F.B.K.: “Tasavvufî düsünce sizin için sadece bir tema mı, yoksa hayatınızın içinde yaşayan bir tecrübe mi?”

N.Ş.: Önceden bu “tasavvuf” kelimesini seviyordum ama artık bu kelimeye karşı bir soğukluk oldu içimde. Samimi söylemem gerekirse; bu noktaya gelmemin nedeni, son zamanlarda tasavvuf kelimesinin sanki İslâm’ın/Kur’ân’ın dışında bir felsefi ekol olarak algılanmasıdır. Bir başka soğuma nedenim de sosyal medyada yaşam koçluğu adı altında ortaya çıkan ve hayatında Kur’ân’ın hiç yansıması olmayan kişilerin tasavvuf adına “gezinmedikleri vadinin” edebiyatını yapmalarıdır. Üstelik bunu bir ücrete bağlamaları ve samimi arayış içerisinde olan insânları “Allah ile aldatmaları” da işin bir başka yönüdür. Şimdi soruna dönersem tasavvufî düşünce benim için sadece bir edebî tema değil; tam tersine hayatımın merkezinde yer alan, içimde yankılanan, yaşadıkça derinleşen bir tecrübedir. Yazıya taşan yönü ise bu iç yolculuğun yalnızca görünen kısmıdır. Oysa asıl olan; satırlarda değil, “sadırda” yaşanan, sessiz ama dönüştürücü olan, insânı kendi gerçeğiyle yüzlestiren bir hâldir.

O yüzden bu kelime yerine “irfân” kelimesini daha cok seviyor ve tasavvufu Kur’ân’ın irfânî yönü olarak tanımlıyorum. Yâni tasavvuf benim için ne salt bir bilgi ne de sadece bir kültür mirasıdır. O, gönle dokunan bir hâl bilgisi, kendini bilmenin inceliğidir. “Nefsini bilen Rabbini bilir” sırrıyla başlayan, önce içe sonra öze doğru yol alan bir fark ediştir. Kitaplar, metinler, sohbetler bir yere kadar… Ama hakiki tasavvuf, ancak yaşayarak, düşerek, kalkarak, susarak, bekleyerek, sabrederek anlaşılır. İrfân; hayatın içinden süzülen bir bakış açısıdır. Kalabalıklar içinde kendinle kalabilmek, öfke anında merhameti hatırlamak, görünmekten çok olmakla meşgul olmak, sahip olmaktan çok şükretmeyi öğrenmek, kısaca hayata zahirden değil, ba-tından bakmak; dışı değil içi onarmaya çalışmaktır. Şöyle bir formül cümle geliştirdim: “Aslolan şeriattır, şeriatın bâtını hakikattir, şeriat ile hakîkate giden yol tarikattır, şeriat ile hakîkati cem edebilme yeteneği marifettir.”

Son olarak bunu bir şiirle noktalayayım: “Sorma bana bilemem, nedir diye Tasavvuf? / Hangi nefis kesbeder bu muammâya vukuf? / İlim midir? Hâl midir? Hikâye, rivâyet mi? / Mürâîlik mi dersin? Ya da hepsinin cem’i? / Eğer yakan ateşse, nedir bunun odunu? / Dâvâ’sızlık olmalı, sanırım, bunun sonu.”

“Bugünün gençleri bir ‘biçim’e değil, bir ‘öz’e susamış durumdalar.”

F.B.K.: “Tasavvufun bugünkü gençler için anlamı sizce nedir? Günümüzde hâlâ bir karşılığı var mı?”

N.Ş.: İlk emri “oku” ve ikinci emri “kaleme ve yazdıklarına yemin” ile başlayan bir kitabın kendi çağlarındaki tanıkları olan gençleri bugün tasavvufa yöneltmenin erken bir adım olacağını düşünüyorum. Elbette tasavvuf, geçmişte olduğu gibi bugün de gençlerin kalbine hitap eden bir yol olabilir. Ancak bugünün gençleri, bilgiyi hızla tüketen, sorgulayan ve yaşadığını anlamlandırmak isteyen bireyler. Onlara sadece geleneksel formlarıyla tasavvufu sunmak, çoğu zaman yeterli olmayabilir. Ama eğer tasavvufun özündeki “kendini tanıma, içsel arınma, adalet ve merhamet” gibi değerler doğru anlatılırsa, gençler o hakîkate kulak verir. Çünkü tasavvuf, zamanın değil, insânın derinliğine hitap eder. O yüzden mesele gençleri tasavvufa yöneltmek değil, tasavvufun hakîkatini çağın diliyle/sesiyle yeniden yorumlayarak onlara sunmak olabilir.

Bu konuda izlenecek en güzel yolu Hz. Peygamber “Cibril Hadisi” adıyla anılan ve tüm hadis kitaplarının başında yer alan bir olay üzerinden çok net anlatmaktadır. Bunlar sırasıyla “İman, İslâm ve İhsân”dır. Bunu çok kısa özetlersem; gençler önce sağlam bir iman konusunda eğitilmeli, tevhid/şirk ekseninde Allah’a nasıl teslim olup güveneceklerini öğrenmelidirler. Bu konuda Kur’ân’da yer alan peygamber kıssaları çok önemlidir. İslâm ise öğrenilen imanın insâna/hayata yansıması olarak ibâdet bilincinin geliştirilmesidir ve Allah’ın irâdesine uygun bir yaşam şeklini -fıkhın detaylarına takılmadan- kolaylığı ve müjdeyi ön plâna alan bir yaklaşımla gençlere aşılanmasıdır. Üçüncü sırada yer alan “ihsân” da “Allah’ın sanki görürmüşçesine”kulluk yapmaktır ve bu da zaten tasavvuf kelimesiyle anlatmaya çalıştığımız hâlin hedefi/özüdür. Özetle; bugünün gençleri bir “biçim”e değil, bir “öz”e susamış durumdalar. Sahici olanla karşılaştıklarında yüzlerini çevirmezler ve tasavvuf da zaten biçimde değil, özde bir arayıştır. İsimlerden, etiketlerden, geleneksel kodlardan önce bir ruh hâlidir. Hâl böyleyken, gençlere tasavvufu öğretmek değil, yaşanabilir bir hakîkat olarak göstermek gerekir. Onlar görsün ki bu yol; iç dünyayı temizleyen, kalbi yumuşatan, merhameti derinleştiren bir yürüyüştür. Böylece tasavvuf, bir gelenek değil; gençler icin bir diriliş olabilir.

F.B.K.: “Mânevî bir arayış içinde olan okurlara ne tavsiye edersiniz?”

N.Ş.: Yazdığım kitaplara eğer kronolojik bir sıra ile bakılırsa bu aynı zamanda benim de arayışımın bir yol haritası olduğu görülecektir. Belki çok tanınan ve okunan popüler bir yazar olmayabilirim ama çalışmalarım hakîkat arayışında olan birçok insâna yol gösterebilecek, onları şaşırtmadan/yormadan sağlam bir bilgiye ulaştırabilecek bir vesile olabilir. Bunun dışında aslında her arayış, bir davettir ve kalpte başlayan bu yolculuk, insânın kendine ve Rabbine doğru attığı en sahici adımdır. Böyle bir arayışta olanlara ilk tavsiyem; acele etmemeleri, iç seslerini bastırmak yerine dinlemeleri olur. Bugün birçok ses insâna ne düşünmesi, ne hissetmesi gerektiğini söylüyorlar. Oysaki mânevî yolculuk, dışarıdan dayatılan değil, içeriden uyanan bir yolculuktur. Bu yolda, Kur’ân’ı merkeze almak, peygamberlerin hayatını dikkatle okumak ve tefekkürü hayatın doğal bir parçası hâline getirmek çok önemlidir. Son olarak; mânevî yolculuk, yalnızca bilgiyle değil, iradeyle, sabırla ve istikametle yürünür. Boşuna “önce refik sonra tarik” denilmemiştir. Özetle; ne güzel söylemiş Münir Derman: “kör görenin koluna girerse çabuk yol alır.”

F.B.K.: “Yazmak isteyen ama cesaret edemeyen gençlere ne söylersiniz?”

N.Ş.: “’Söz uçar yazı kalır” diye bir söz okumuştum. Bu yüzden yazmanın insânın kendisini tanımasında çok önemli bir yolculuk olduğunu düşünüyorum. Her yazı, yazanın kendisine tutulmuş bir ayna gibidir. Varlık sahnesine getirilen her insân, Yaratıcı’ya açılan bir kapı olduğuna göre her insândan öğreneceğimiz bir şey var demektir. Aslında yazmak, paylaşmanın bir başka adıdır. Bu nedenle “iyi mi olacak, beğenilir mi, eksik mi?” diye düşünmek yerine yazmaya bir “iddia” olarak değil de, bir “iç dökümü” olarak başlamak en güzeli. Çünkü her satır bir adım, her eksik ise bir işârettir. Bu nedenle gençler yazmaya bir cesaret olarak değil, bir varoluş eylemi olarak görmeli ve “benim de bu dünyaya söyleyecek/yazacak sözlerim var” diyerek, kendi iç zenginliklerinden bizi de haberdar etmelidirler. Son olarak gençlere şunu söylemek isterim: “Kaleminiz sizi tamamlamaz, ama sizi size yaklaştırır. Yazdıkça çoğalır ve yazdıkça arınırsınız. Belki bir gün biri yazdığınız bir cümlede kendini bulur ve siz hiç tanımadığınız birinin kalbinde bir pencere açmış olursunuz. Bu bile, yazmaya değer.”

F.B.K.: “Okurlarınızdan gelen en unutulmaz geri bildirim neydi?”

N.Ş.: Bu yazar ile okur arasında mahrem bir alan ama o ki sordunuz kısa bir cümleyi -sahibinden izin alarak- sizinle paylaşayım: “Dağılmış bir tespihin taneleri gibi birbirimizden habersiz yaşayıp giderken, birinin mahir ellerinde bir ipe dizileceğimizi, kırıldığımız yerden yeşereceğimizi, düştüğümüz yerlerden artık daha hızlı kalkacağımızı, Allah’ın bizi yaratmak ile neyi murad ettiğini bilmiyorduk; ellerinizde öğrendik.”

“Kur’ân’ın dinleyenler için hâlâ konuştuğunu, an be an gönüllere nazil olduğunu, hayata Kur’ân gözlükleri ile bakmanın bu çağda mümkün olduğunu, tek bir dinin/tek bir kitabın olduğunu, kurtarılacak olanın kurtarılması gerektiğini ve sorumluluğunu, Allah’ın her şeyin bâtınında merhametiyle hazır ve nazır olduğunu, kün/ol emrinin bitmediğini, hayatın her an yinelenip yapıldığını, tecellide tekrarın olmadığını bilmiyorduk, satırlarınızdan öğrendik.”

“Bir metni kalıcı kılan şey, yalnızca edebî ustalık ya da dil inceliği değildir. Asıl mesele, o metnin zamana direnebilecek bir hakîkati taşıyıp taşımadığıdır.”

F.B.K.: “Sizce bir metnin ‘kalıcı’ olmasını sağlayan şey nedir?”

N.Ş.: Bir metni kalıcı kılan yazının ömrü değil, yazının rûhudur. Başka bir ifâde ile söylersem; bir metni kalıcı kılan şey, yalnızca edebî ustalık ya da dil inceliği değildir. Asıl mesele, o metnin zamana direnebilecek bir hakîkati taşıyıp taşımadığıdır. Çünkü hakikat, zamanla eskimez. Kalıcı olan yazılar; içtenlikten, sahicilikten ve insânın derin yaralarına dokunmaktan beslenir. Bu yüzden, içi boş süslemelerle değil; derdi, sözü ve derinliği olan metinler ayakta kalır. Bir metnin ömrü, yazıldığı zamandan çok, insânla kurduğu bağın gücüne bağlıdır. Kalıcı metinler, her çağda birine bir şey fısıldar. Bugün okuduğumuz klâsik metinlerin kalıcılığı da bundandır: Onlar kendi zamanlarını aşabilmiş, insânın evrensel hâline dokunabilmis metinlerdir. Yani bir metin yazanını aşabiliyorsa, ona okurun yüreğinde yeni bir anlam katılıyorsa; işte o metin kalıcı olmaya adaydır.

F.B.K.: “Sizce yazarlık, bugünün dünyasında bir sorumluluk mu yoksa sadece bireysel bir ifâde biçimi mi?”

N.Ş.: Kendi açımdan düşündüğümde; yazarlık, sadece bireysel bir ifâde biçimi değildir. Elbette her yazar önce kendi içinden konuşur; kendi yarasından, kendi derdinden yazar ama yazı dediğimiz şey, kalpten çıkıp başka kalplere ulaştığı anda,zaten sadece bireysel olmaktan çıkar, bir sorumluluk hâline gelir. Yazmak, aynı zamanda bir tanıklıktır; yaşanan zamana, topluma, insânlığın gidişatına dair bir şahitliktir. Sessiz kalmamak, unutmamak ve unutturmamaktır. Bugünün dünyasında bilgi çoğaldı ama hakîkat çoğu zaman gürültüde kayboldu. Böyle bir ortamda yazar, sadece yazmaz; ayıklayan, seçen, incelten bir bilinçle hareket eder. Yani bir yönüyle hakîkatin bekçiliğini üstlenir. Yazarlık, böyle bakıldığında sadece bir yetenek değil; bir ahlâk ve sorumluluk meselesidir. Ancak bu sorumluluk bir yük gibi değil, bir emanet gibi taşınmalı. Yazı, okura yön veriyorsa,kalbine dokunuyorsa, sessiz bir sese ses oluyorsa, işte o zaman hem yazanın hem okuyanın dünyasında bir iz birakır.

Kur’ân’da bir âyet vardır: “Siz, insânlığın iyiliği için çıkarılmış hayırlı bir topluluksunuz; doğru olanı emreder, eğri olandan alıkoyarsınız ve Allah’a inanırsınız.” Şimdi bu âyete baktığımda şunu anlıyorum ki; eğer hayırlı ümmetin ferdi olacaksam, yazdıklarım da bu âyetin rûhuna uygun olmalıdır. Çünkü yazmak, bu âyetin ışığında Allah’a inanmanın ve O’nun irâdesini hayata/topluma yansıtmanın zorunlu/kaçınılmaz bir sonucudur.

F.B.K.: “Dijital çağda yazmak nasıl bir deneyim hâline geldi? Sosyal medya yazarları ve gerçek edebiyatçılar arasında sizce nasıl bir fark var?”

N.Ş.: Bu hassas bir soru. Bu nedenle cevabı da dengeli ve nezaket taşıyan bir içerikte olmalı yâni ne sosyal medya yazarlığını küçümsemeli ne de gerçek edebiyatın hakîkatle bağını unutturmalı. Önce şunu baştan söyleyeyim ki; dijital çağda yazmak, bir bakıma daha kolaylaştı; çünkü artık herkesin elinde bir ekran ve ifade imkânı var. Ama tam da bu yüzden yazmak, aynı zamanda daha da zorlaştı. Çünkü yazının derinliği, hız çağında çoğu zaman görünmez hâle geliyor. Sosyal medya bize “gösterme” imkânı sundu ama “olgunlaştırma”yı geri plâna itti. Oysa yazı, sabırla demlenmesi gereken bir iç yolculuktur. Sosyal medya yazarlarıyla edebiyatçıları ayıran şey, bence yalnızca yazının mecrası değil, yazıya yüklenen niyet ve mesuliyet duygusudur. Sosyal medya çoğu zaman “görünmek” için yazarken, gerçek edebiyat “görmek” için yazar. İlki daha çok yankı arar, diğeri iz bırakmak ister. Biri kalabalıkla konuşur, öteki kalbin derinliğine seslenir. Ama şunu da unutmamak gerekir: Sosyal medya, doğru kullanıldığında çok kıymetli bir köprü olabilir. Genç bir yazar orada ilk cesaretini bulabilir. Asıl mesele, mecradan çok niyetin ve yazının içeriğinin ne olduğudur. Çünkü sonuçta ister bir kitapta, ister bir sosyal medya gönderisinde olsun, yazının kıymetini belirleyen şey onun insâna ne söylediğidir. Kalbe dokunan bir cümle, bazen kalabalık kitapların yapamadığını yapabilir. Bu çağda yazmak,biraz da kalabalıklar içinde kaybolmadan kendine sadık kalabilmeyi gerektiriyor. Hakikate yaslanmayan her söz bir süre sonra dağılır; ama özünü bulan metinler, zamanın ötesine yürür.

F.B.K.: “Efza Dergisi ve okurları adına söylemek istedikleriniz var mıdır?”

N.Ş.: Hem size hem de şahsınızda “Efza Dergisi” ailesine bu güzel fırsat için çok teşekkür ederim. Umarım faydalı bir söyleşi olmuştur. Tüm okuyuculara en içten sevgi, saygı ve selamlarımla…

Efza Dergisi’nde yayımlanmıştır.