Kuşları Kesebilmek

İslâm düşünürleri bilginin üç merhalesini/derecesini/basamağını “İlme’l-yakîn, Ayne’l-yakîn ve Hakka’l-yakîn” olarak sıralarlar. Yakîn, kesin ve açık bilgiyi ifâde eden Arapça bir kelimedir. Yakîn’de şüpheye yer yoktur. O, bir şeyin hakîkati konusunda kalbin doyum/mutmain hâlinde olması demektir. Yakîn: 1) İlimle birleştiğinde, bir şey hakkında habere dayanan bilgi; 2) Göz ile birleştiğinde, bir şey hakkında görmek sûretiyle elde edilen bilgi; 3) Hakk ile birleştiğinde, bir şey hakkında, o şeyi yaşamak sûretiyle elde edilen bilgi demektir. Örnek olarak: Suyun denizdeki varlığına dair bilgi İlme’l-yakîn, deniz kenarında duran bir kişinin su hakkındaki bilgisi Ayne’l-yakîn, görünen suyun ardındaki/bâtınındaki hakîkati idrâk ettiren bilgi ise Hakka’l-yakîn’dir. Tasavvufî literatürde bu derecelendirme kısaca; “bilmek, bulmak, olmak” şeklinde de ifâde edilir.

İnanmanın/îmanın ilk basamağında da “haber” vardır. Bizler peygamberlerin getirdikleri haberlere/vahye/kitaplara ve bunların içeriklerine görmeden/gayben inanırız. Ama bu görmeden inanmamız, inandığımız şeyi görmek istememize engel değildir. Bu istek bizim fıtratımızda vardır ve Kur’ân bu isteğimizin îmana aykırıolmadığının bilgisini bize bir tevhîd peygamberi olan Hz. İbrâhîm’in dilinden vermektedir. Bu bilgi İbn Abbâs’ın deyişi ile: “Allāh’ın, kitabında inananlara en fazla ümit veren” âyetinde yani Bakara/260. âyette yer almaktadır. Âyet Hz. İbrâhîm’in, Rabbinden “îman ettiği ölüleri diriltme olayını bir de gözleri ile görme isteğini” konu edinmekte ve şöyle başlamaktadır:

Hani İbrâhîm, ‘Ey Rabbim! Ölüye nasıl hayat verdiğini bana göster!’ demişti. O da, ‘Yoksa inancın yok mu?’ diye sormuştu. (İbrâhîm) cevap vermişti: ‘Hayır, ama (görmeme izin ver) ki kalbim tamamen mutmain olsun.”1

Âyetten şu sonuçları çıkarmamız mümkündür:

1) Hz. İbrâhîm, Rabbinden ölüleri nasıl dirilttiğini kendisine göstermesini istemiştirUlü’l-Azm (Büyük aksiyoncu) lakabıyla anılan, makāmının yüceliği/üstünlüğü Kur’ân’da vurgulanmış bir peygamber olan Hz. İbrâhîm’in böyle bir isteğinin nedeni/gerekçesi/arka planı hakkında gerçek bir bilgiye sâhip değiliz. Bildiğimiz tek gerçek böyle bir isteğin Hz. İbrâhîm’in dilinden ifâdeye konulmuş olmasıdır. Başka bir bilinmeyen de Hz. İbrâhîm’in niçin farklı bir konuda değil de, özellikle “ölüleri diriltme” konusunda sorusunu odaklandırmasıdır?

Bu sorular çerçevesinde tefsirlerde birçok görüşler ileri sürülmüştür. Bazı müfessirler bu âyetin öncesinde yer alan Bakara/258. âyette Hz. İbrâhîm ile Nemrut arasında “Allāh’ın hayat bahşeden ve ölüm dağıtan” kudreti üzerine yapılan tartışmaların bir sonucu olarak Hz. İbrâhîm’in böyle bir soruyu sorma gereği duyduğunu söylemişlerdir. Bir başka rivâyet ise şudur:

Hz. İbrâhîm bir gün deniz kıyısında bir hayvan ölüsünün balıklar, vahşî kara hayvanları ve kuşlar tarafından yenildiğine şâhit olur. Ölü hayvanın her bir parçasının farklı hayvanların midelerine gitmesi Hz. İbrâhîm’i düşündürür ve bu dağılan hayvanın bir daha nasıl dirileceği konusunda tefekkür eder. Sonunda böyle bir soruyu gündeme getirir. Dikkat edilirse Hz. İbrâhîm’in isteği “diriltme olayının nasıl gerçekleştiğini” öğrenmektir; yoksa “Allāh’ın diriltme kudretinden şüphe ettiği” düşüncesi akla gelmemelidir.

2) Hz. İbrâhîm’in bu isteğine karşılık Rabbi ona “Îman etmedin mi?” veya “İnancın yok mu?” sorusunu yöneltmiştir. el-Alîm, el-Habîr, el-Latîf, es-Semî’, el-Basîr, el-Kadîr, el-Hayy, el-Bâtın ve daha birçok güzel ismin sâhibi olan Allāh şüphesiz Hz. İbrâhîm’in “îman edip etmediğini” bilmekteydi; ama neden “künhüyle bildiği bu gerçeği” bir daha Hz. İbrâhîm’e sordu. Allāh, hikmetsiz bir iş yapmayacağına göre bu soruyu nasıl anlamamız gerekmektedir?

Allāh böyle bir soruyla, Hz. İbrâhîm ile arasında özel bir niteliği bulunan bu olayı açığa çıkarmak/duyurmak ve onu genelleştirmek istemiştir. Böylelikle Hz. İbrâhîm’in şahsında, ondan sonra gelecek insanlar arasında sorulma ihtimali mümkün olan bu soruya cevap verilmiş ve yol gösterilmiştir. Başka bir ifâde ile söylemeye çalışırsak bu âyet, inandığı gerçekleri görmek isteyen “her tâlipliye” bir ışık tutmuş, İlme’l-yakîn’den Ayne’l-yakîn’e nasıl çıkılacağının kapısını açmıştır. Tabii “âyetin olmazsa olmaz şartlarını yerine getirme” koşuluyla! (Bu konuya daha sonra değineceğiz.)

3) Hz. İbrâhîm bu soruya: “Evet inandım! Fakat kalbim tam yatışsın/mutmain olsun diye sordum” cevabını vermiştir. Mutmain olmak; doygunluk, sessizlik, emniyet, güven ve huzur içinde olmak anlamına gelmektedir. Kalbin sıfatı olarak düşünüldüğünde ise “gönlü kanmış, içi rahat, şüpheden arınmış” demektir. Mutmain bir kalp artık “eşyânın ardını/hakîkatini” idrâk etmiş ve bu idrâkin getirdiği nûrla/ışıkla aydınlanmıştır. Bu aydınlanmanın getirdiği ilim, kalpteki inancı daha da güçlendirmiş/pekiştirmiştir. Çünkü bilmek, gözle görmek gibi değildir. Mutmainlik gerçeğe tanık olan kalbin istikrârı/huzurudur.

Âyetin devamında kendisinden “ölülerin nasıl diriltileceğini görmek isteyen” Hz. İbrâhîm’e Rabbi şöyle seslenir. Bu sesleniş aynı zamanda kalbin Ayne’l-yakîn ile mutmainliğe ulaşmasının “değişmez metodu/disiplini” anlamına gelmektedir.

Öyleyse” demişti Allāh: ‘Dört kuş al ve onlara sana itaat etmeyi öğret; sonra onları (etrafındaki) her tepeye ayrı ayrı sal; sonra da çağır; uçarak sana gelecekler. Bil ki Allāh her şeye kādirdir, hikmet sâhibidir.”2

Âyetten anlaşılanları şöyle tesbit ederek sıralayabiliriz:

  1. Allāh Hz. İbrâhîm’e “dört kuş” almasını söylemiştir. Anlaşılan odur ki ölülerin nasıl diriltileceği konusunda örnek göstermek için seçilen canlı türü, kuşlardır. Acaba neden başka bir tür değil de kuşların tercih edildiği hususu müfessirleri düşündürmüştür? Bu seçime gerekçe olarak da kuşların: a) parçalarını birbirine karıştırmanın kolay olmasını; b) insana yakın bulunmasını; c) hayvanî özelliklerin tümünü kendinde toplayan varlıklar olmasını ileri sürmüşlerdir. Ama bu konuda en güzel yaklaşımlardan birini Elmalılı göstermiş ve “Allāh, hayatın uçup giden bir şey olduğuna işâret olsun diye kuşları seçmiştir” görüşüne tefsirinde yer vermiştir. Aslında Kur’ân, Allāh’ın her şeyin gözetimini elinde tutan kudretine dikkat çekerken de bir başka kuş örneğine vurgu yapmaktadır:

Onlar üstlerinde kanat çırparak uçan kuşlara hiç bakmazlar mı? Onları havada tutan yalnızca Rahmân’dır. Gerçek şu ki O, her şeyi gözetiminde bulundurur.”3

  • Âyette kuşların sayısı “dört” olarak verilmiştir. Şüphesiz kuşların çift bir sayı olan dört ile sınırlandırılmasının da bir hikmeti vardır. Ancak ne var ki bu konuya açıklık getirecek Kur’ân ve Hadîs kaynaklı bilgilere sâhip değiliz. Yalnız sayı sembolizmi açısından yaklaştığımızda dört sayısının; “âlemde ilk bilinen düzenle ayrılmaz bir şekilde bağlantılı olduğunu ve böylelikle sâbit sûretler içindeki belirtilerin şaşırtıcı çokluğunu düzenleyerek tabiattan medeniyete dönüşüme” işâret ettiğini söyleyebiliriz. Bunun yanında Kitâb-ı Mukaddes’e ait gelenekte 4’ün 4 yönle olan ilişkisi Yaratıcı Kudret olan Allāh’ın bütün âleme uzanan gücünü temsîl etmektedir. Kısaca dört sayısı; “hayatın koordinatlarını sağlayan ve insanların kendilerini mekân içinde yönlendirmelerine yardım eden” bir sayıdır.4
  • Hz. İbrâhîm önce “kuşları kesecek” sonra da onları “etrafındaki her tepeye ayrı ayrı salacaktır.” Türkçe’ye kuşları kesmek olarak çevirdiğimiz “fe-surhünne” kelimesi farklı okuma şekilleri göz önüne alındığında “tutmak, çevirmek, kendine meylettirmek/bağlamak/katmak/bitiştirmek/itaat ettirmek, parça parça kesmek, biçim biçim kesip ayırmak” anlamlarına da gelir. Verilen bu mânâların hangisi kullanılırsa kullanılsın sonuçta çıkan sonuç; “kuşları kendine meylettir, yanına al, incele ve sonra kes” anlamıdır. Bütün bu işlemlerden sonra Hz. İbrâhîm’den kestiği, ardından birbirine karıştırdığı ve kısımlara ayırdığı kuşların parçalarını etrafında bulunan her bir dağın başına koyması istenmiştir.

Fe-surhünne” ifâdesini “kendine meylettirmek/alıştırmak/itaat ettirmek” anlamında alanlara göre âyetin anlamı şudur: Dört kuş al, bunları kendine yaklaştır, alıştır, çağırdığın zaman sesine gelecek derecede sana alışsınlar. Sonra bunlardan her bir parçayı yani “her kuşu sağ olarak” bir dağa koy ve bunları çağır. Alıştıkları için hemen sana koşup gelirler. Yerlerinin ayrı olması ve birbirinden uzak yere konmuş olmaları, gelmelerini önlemez. İşte Rabbinin buyruğu da böyledir. Ölüleri diriltmek istediği zaman onları: “Dirilin bana gelin!” diye çağırır. Bu misalden maksat da rûhların, alıştıkları bedenlere kolaylıkla döneceğini anlatmaktır. Çünkü; eğer insan, kuşları çağrısına uyacak şekilde eğitebilirse –ki kesinlikle o güce sâhiptir- öyleyse her şeyin irâdesinin teslim olduğu Allāh da sadece “ol” diyerek her şeye hayat verebilir. (Bu düşünceye ünlü müfessir Ebû Müslim öncülük yapmaktadır.)

Âyette Hz. İbrâhîm’den çevresindeki dağlara koyduğu kuşları çağırması istenmiş ve bu çağrı sonunda kuşların koşarak kendisine geleceği bildirilmiştir. Anlaşılan odur ki, Hz. İbrâhîm’in bu çağrısına Allāh’ın izni ve kudretiyle dirilen kuşlar cevap vermiş ve uçarak Hz. İbrâhîm’in yanına gelmişlerdir.

  • Âyet, Allāh’ın güzel isimlerinden iki tanesini Hz. İbrâhîm’e hatırlatarak son bulmaktadır. Bunlardan bir tanesi el-Azîz yani “kadri ve kıymeti her türlü idrâkin ötesinde kalan”, diğeri ise el-Hakîm yani “Hikmeti takdîrine takaddüm eden” isimleridir.

Buraya kadar verdiğimiz bilgiler âyetin zâhirî/dış/ilk planda anlaşılan anlamıyla ilgilidir. Ama Kur’ân’ın bu âyeti üzerinde işârî/bâtınî/ledünnî birbirinden zengin birçok yorumlar/te’vîller yapılmıştır. Şimdi bu konuda ortaya konulan yorumlardan bazı örnekler verebiliriz.

1) Rivâyetlere göre Hz. İbrâhîm’e kesmesi emredilen dört kuş “tavus, horoz, karga ve güvercin”dir. Bu dört kuş aynı zamanda nefs-i emmâre’nin temel dört vechesini/sıfatını remzetmektedir. Tavus kuşu; oldukça süslü, alımlı, çekici dış görünüşü ile dünyânın aldatıcı süsüne ve bu dünyâya aldanan nefsin gurur, kibir ve kendini beğenme yönüne Horoz; nefsin şehvet, gazap, şiddet ve saldırganlık yönüne, Karga; nefsin uzun emel, hırs ve cimrilik yönüne, Güvercin ise; nefsin gelip geçici arzularına, dünyâ muhabbetine işâret etmektedir. İşte Hz. İbrâhîm “ölülerin diriltilmesi” ile ilgili İlme’l-yakîn olarak inandığı bilgisini Ayne’l-yakîn yani gözle görme seviyesine çıkarmak istiyorsa nefsinin bu dört sıfatını alıştıkları kötülüklerden keserek/alıkoyarak onları öldürecek/pasifize edecektir. Çünkü, “mücâhede (cihad/mânevî gayret) ile nefsini öldürmeyen, müşâhede (gözle görme) makāmına ulaşamaz.”

2) Âyetteki dört kuş, insanın yaratılışının hamuru durumundaki dört unsurdan doğan dört sıfattır. Bu unsurlar su, hava, toprak ve ateştir. Unsurlardan her birinin yakını olan unsurla birleşmesinden iki sıfat doğar. Toprakla yakını suyun birleşmesinden hırs ve cimrilik, ateşle havanın birleşmesinden gazap ve şehvet. Bu sıfatlardan her birinin kendisinden meydana gelen bir eşi vardır ve bu eşten bir sıfat doğar. Hırsın eşi haset, cimriliğin eşi kin, gazabın eşi kibirdir. Şehvete gelince, onun bir tek eşle yetinmesi söz konusu değildir. O, bütün sıfatların müşterek sevgilisi gibidir. İşte Allāh Hz. İbrâhîm’e bu sıfatları/dört kuşu öldürmeyi emrediyor. Kuşların öldürülmesinin emredilmesi, Hz. İbrâhîm’in eliyle sözü geçen dört sıfatın eserlerinin silinmesi, esaslarının yıkılması demektir. Ölen bu vasıfların yerini “rûhânî ahlâk”ın diriliği alacaktır.

3) Hz. İbrâhîm’in kuşları kesmesi, parçalara ayırması ve sonra onları birbirleriyle karıştırarak yalnızca başlarınıyanında tutarak diğerlerini çevresindeki dört bir yana/yöne/dağa bırakması; “nefsini ebedî hayatla diriltmek isteyen kimsenin, bedeni güçlerini ve hislerini terbiye etmek, isyan edeni hapsetmek ve bazılarını bazılarıyla karıştırmak sûretiyle aslına zarar vermeden değiştirip şiddetini azaltmanın gerekli olduğu şeklinde yorumlanmıştır.

4) Hz. İbrâhîm’in kuşların parçalarını bıraktığı dağlar “Cebel-i Azamet, Cebel-i Kibriyâ, Cebel-i İzzet ve Cebel-i Ezel” olarak yorumlanmış ve içselleştirilerek şöyle bir te’vîl yapılmıştır: Cebel-i Azamet’e, aklı koy, orada nûrdan yapılmış libası giysin. Cebel-i Kibriyâ’ya, kalbi bağla, orada nûr-u muhabbet libasını kuşansın. Cebel-i İzzet’e, nefsibırak, orada ubûdiyyet libasına sarılsın. Cebel-i Ezel’e; rûhu çıkar, orada nûru’l-nûr libasını alsın. Sonra da “aşk” nârasıyla bağır, bunların derhal toplandığını görürsün. O zaman fetih başlar ve Biz’den olursun.

5) Bizde ortaya çıkan isim ve sıfatlar bize alışmış kuşlardır. Bunları öldürüp ortadan kaldırırız. Her birini bir dağa bırakır, onları kendi benliğimizden uzaklaştırırız. Sonra Akl-ı Küll’e varırız. Akl-ı Küll onları çağırır, tekrar o isim ve sıfatlar bizden ortaya çıkar. Allāh’ın diriltmesi de böyle olur. Önce Allāh’ın varlığında var olan isim ve sıfatlar benliklerden ortaya çıkar. Akl-ı Küll benliklere erişince yani çağırınca ayrı ayrı varlık gösteren isim ve sıfatlar o benlikte tekrar tekliğe dönerler. (Hayat, ilim, irâde, kuvvet)

6) “Dört kuş al” demek; “Onları kendine meylettir, evir, çevir, kendine bağla, biçimleriyle, kendilerine ait özel gerçekleri/karakterleri ile bil tanı, ilmine al” demektir. Böylece Hz. İbrâhîm “diriltme gücü için bir şart olarak” aldığı kuşların özelliklerini, biçimlerini iyice düşünecek/kavrayacak, sonra onları sâbit olan varlıkları ile tanıyarak ilmine /nefsine katacaktır. Hz. İbrâhîm’in de Allāh’a kendi isteğiyle tam olarak dönmesi dolayısıyla bu nokta, diriltilecek ölülerin Allāh’a dönmesi prensibine bir örnek oluşturacaktır. Bu olduktan sonra da ilim ile irâde arasındaki ilginin ortaya çıkışından “ol” emrinin, bir anda meydana gelişinden başka bir şey kalmayacağını anlamak kolay olur. Sonra nefsinde parça parça tahlil et, parça parça ayır ve her dağın başına bunlardan bir parça koy, sonra onları çağır, Allāh’ın izniyle irâde ve dirilmenin hükmü ortaya çıksın da sana koşarak gelsinler. Sen de şunu bil ki Allāh mutlaka Azîz’dir, Hakîm’dir.

Allāh’ın diriltmesi ve hayat vermesi, bizim zihnimizde bir şeyi hatırlamamızdan daha hızlıdır. Dolayısıyla bütün yaratma alanında her şey O’nun “ol” emrinin sonucudur. O emir, bize yöneldiği zaman biz de O’nun hükmünü kendimizde ve kendi dışımızda görürüz. Nitekim dışarıda yapabildiğimiz şeyleri de bu sâyede yaparız. İşte Hz. İbrâhîm, Allāh’a dönme ile dostluk makāmında bir tekvînî (yaratılışla ilgili) emri de kapsayan bu emirler üzerine, o kuşları Allāh’ın izni ile tutup kendine katıp bağlayabildiğinden dolayı öyle bir kalp hayatına ermiştir ki, sübjektif dirilme örneği üzere, bir irâde ile objektif dirilmeyi kendinde gözleyebilmiştir. Allāh’ın yalnız “Hayy” (diri) değil, “Muhyî” (dirilten) olduğunu ve yarattığını görmüş; hem Azîz, hem Hakîm olduğunu anlamış, izzetine kendini teslim ederek hikmetinden Halîlullāh (Allāh Dostu) olmuş, zorunlu dönüşten sonra, zorunlu dirilme nasıl mutlaka olacaksa, tam bir istekle O’na dönüş üzerine de isteğe bağlı dirilmenin gerçekleştiğini görmüştür.

Allāh, sevdiklerinin dileklerini yerine getirir. Bir kul, Allāh aşkı ile O’na kullukla o derece yakınlık kazanır ki Allāh, diriltme sıfatını bir an için onda tecellî ettirir. Yaratıcı Kudret, “Muhyî” (diriltip hayat veren) sıfatıyla peygamberi Hz. İbrâhîm’e tecellî etmiş ve kesilip parçalanan kuşlar Allāh’ın diriltici sıfatına mazhar olan Hz. İbrâhîm’in çağrısıyla can bulmuştur. Görünüşte onları çağıran İbrâhîm ise de gerçekte Allāh’tır. Çünkü Allāh’ın tecellîsi karşısında İbrâhîm’in beşerî varlığı ortadan silinmiştir.

Sonuç:

Üzerinde durduğumuz ve ulaşabildiğimiz kaynaklar çerçevesinde yorumlamaya çalıştığımız Bakara/260. âyeti bizlere İlme’l-yakîn bilgi düzeyinden nasıl Ayne’l-yakîn ve Hakka’l-yakîn bir bilgi düzeyine çıkabileceğimizin yolunu/yordamını göstermektedir. Aynı zamanda bu âyet Nefs-i Mutmainne’ye giden yolun nasıl Nefs-i Emmâre’yi kesmekten, disiplin altına almaktan geçtiğinin de işâretlerini vermektedir. Ebû Hüreyre’den rivâyet olan bir hadîste Hz. Peygamber, Bakara/260. âyetinin konuşulduğu bir ortamda şunları söylemiştir: “Şüphe etmek İbrâhîm’den daha çok bizim hakkımız” yani “böyle bir şuhûdî ilmi talep etmek bize daha çok yakışır ve bu konuda biz daha çok gayretli/talepli olmalıyız.”

Son söz: Beden kafesinden can kuşu uçmadan “ölmeden önce ölme” irâdesini gösterenler yani kendi zâtiyetlerini Hakk’ın Zât ummânında ifnâ-i vücûd etmiş olanlar tıpkı Hz. Îsâ’nın nefesi gibi her şeye hayat verirler.

Şüphesiz ki her şeyi hakkıyla bilen yalnız Allāh’tır.

Necmettin Şahinler

Yazarın Öyleyse Nereye Gidiyorsunuz (İnsan Yayınları, 2013) adlı kitabından alınmıştır.

  1. Bakara 2/260. ↩︎
  2. Bakara 2/260. ↩︎
  3. Mülk 67/21. ↩︎
  4. Daha fazla bilgi için bkz: Annemarie Schimmel, Sayıların Esrarı, Verka Yayınları, 1997, s. 91-109. ↩︎

Paylaş

PAYLAŞ

E-bülten aboneliği