Cennet sahnesinde oyuncuları Hz. Âdem, Hz. Havvâ ve İblis’ten oluşan, seyircileri ise melekler olan, üç kişilik bir oyun sahneye konulmaktadır. Sahnenin dekorunda ise sâdece adı/sanı meçhul bir ağaç vardır. Yüce Senarist, “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim”1 dediğini göre, isimlerle donattığı2 Hz. Âdem’in yeryüzündeki halifeliğini3 hazırlayacak gelişmeleri seyircilere göstermek, onları bu kutlu/hikmetli senaryoya şâhit tutmak istemektedir. Bu cennet sahnesinin dünyevî anlamda bir bahçe mi, yoksa öteki dünyâda sâlih insanları bekleyen bir cennet mi olduğu çok tartışılmıştır. Bâzı ilk dönem müfessirlerinin görüşüne göre burada “dünyevî” bir bahçe kastedilmiştir, yâni mutlak bir rahatlık, mutluluk ve suçsuzluk ortamı gibi.4 Zâten Hz. Âdem’in topraktan yaratılması5 ve cennette de yasağın olmaması gerçeği bize bu konuda epey ışık tutmaktadır. Bunun yanında üstünlük/kıyas/kibir üstâdı6 İblis’in de kendisine mühlet verilen7 bir oyuncu olarak ebedî olan cennette bulunması kovulmuşluk/lânetlenmişlik özelliklerine uymamaktadır.
Hz. Âdem ve Hz. Havvâ mesken8 edindikleri cennette huzur/mutluluk/esenlik/sükûnet içerisinde yaşıyorlardı ve bu meskende/hasbahçede, diledikleri her türlü nîmet hizmetlerine sunulmuştu.9 Ne açtılar ne susuz ne de çıplak; üstelik güneşin sıcaklığından bile etkilenmemeleri sağlanmıştı.10 Yalnız tek bir şeye yâni adı/sanı belli olmayan bir ağaca yaklaşmaları yasaktı. Eğer yaklaşırlarsa zâlim kimselerden olacakları11 uyarısı Allah tarafından kendilerine yapılmıştı. Bir başka uyarı da İblis konusundaydı. Hz. Âdem ve Hz. Havvâ düşmanları olan İblis’e de dikkat edecekler, onun kendilerini cennetten çıkarıp bedbaht etme oyununa düşmeyeceklerdi.12 Ama ne var ki senaryo İblis’in sinsi fısıldamaları üzerine kurulmuştu. İblis’in faâliyeti başlayınca, adı da “şeytân” olarak değişti.
Allah, Hz. Âdem ile Hz. Havvâ’ya “ağaca yaklaşmayın” demişti. Şeytân ise tam tersini söyleyerek onlara “bu ağaca dokunun” dedi ve bunu yaparken de yasağın gerekçelerini ikna edici çok güçlü/çekici/heveslendirici/cesâretlendirici delillerle onlara sundu. Kendi tanımıyla sonsuzluk/ebedîlik ağacı13 adını verdiği bu ağaca eğer dokunur ve onun meyvelerinden yerlerse ölümsüz olacaklarını söyledi. Buna paralel olarak ileri sürdüğü bir başka gerekçesini ise şöyle dile getirmiştir: “Rabbinizin sizi bu ağaçtan uzak tutması, yalnızca siz ikiniz melekler gibi olmayasınız ya da sonsuza kadar yaşamayasınız diyedir.”14 Anlaşılıyor ki Şeytân, bu sözleriyle onların içine/zihnine “sonsuza kadar yaşamayı, ebedî olmayı, yeme/içme ihtiyacından uzak meleklere benzemeyi” kısaca “Yaratıcı gibi ebedî olma tutkusunu” sokmak istiyordu.
Hz. Âdem ve Hz. Havvâ bu zamana kadar sâfiyet/arınmışlık/mâsumiyet makāmında/ortamında yaşamışlardı. Hiçbir kötülük/günah bilmedikleri gibi aldatmayı/yalanı da bilmiyorlardı. Hatta kendi yaratılış/sev’at15 yeteneklerinin/amaçlarının, insânî eğilimlerinin, içlerindeki potansiyel imkânların/gücün/irâdenin, seçme özgürlüğüne sâhip olduklarının farkında bile değillerdi. Çünkü onlarda ahsen-i takvîm yâni “en güzel şekil/biçim” üzerine yaratıldıklarının bilinci gelişmemişti. Daha öz ifâde ile söylemeye çalışırsak, Hz. Âdem ile Hz. Havvâ’da henüz “nefs taşıdıklarının” idrâki uyanmamıştı. Bu yüzden Şeytân’ın “ben gerçekten sizin iyiliğinizi isteyen biriyim”16 sözüne/yemînine hemen inandılar ve bu yanıltıcı düşüncelerin etkisiyle “bu yasak ağaca dokundular” veyâ “bu yasak ağacın tadına” baktılar.17 Böylece Rablerine karşı geldiler, baş kaldırdılar ve ilk ciddi hatâyı/günâhı işlemiş oldular.18 Âyette hatâ/günah olarak verilen ifâdenin Arapça karşılığı el-ğayy kelimesidir ve “bozulma, yolunu şaşırma, mahrum olma” anlamlarına gelmektedir. Yani Hz. Âdem ve Hz. Havvâ ilk defa karşılaştıkları bu durum karşısında ne yapacaklarını artık bilemez hâle geldiler.
Bu yasak ağacın mâhiyetinin ne olduğunu bilmesek de bu ağaca dokunmanın Hz. Âdem ve Hz. Havvâ’da ne gibi değişimler/belirtiler/dönüşümler ortaya çıkardığını âyetlerden öğrenmemiz mümkündür. Önce şunu söyleyelim ki, bu ağacın meyvesinden tatmalarına rağmen, Hz. Âdem ile Hz. Havvâ’nın ölümsüzlüğe varamamış olmaları, Şeytân’ın bu teklifinin de bütün ötekiler gibi aldatıcı/çarpıtıcı/yanıltıcı olduğunu ortaya koymaktadır. Şimdi Hz. Âdem ile Hz. Havvâ, Şeytân’ın neden kendileri için açık bir düşman olduğunu –iş işten geçse de– daha iyi anlamışlardır.19 Ancak ne var ki, bu anlayış bir şeyi değiştirmeyecek, Allah’ın uyarısına rağmen zaaf/zayıflık gösterdikleri bu konu onlar için zahmetli, çileli, yorgun bir yeryüzü yaşamının/geçiminin başlangıcı olacaktır.20 Allah, Hz. Âdem’in bu yanılgısını “unutkanlık” olarak nitelendirir ve bu konuda Hz. Âdem’i “azimli ve gayretli” bulmadığını söyler.21
Hz. Âdem ve Hz. Havvâ Yasak Ağaç’a dokunduklarında, konuya değinen âyetlerin ortak noktasına göre, ilk yaşadıkları şey “çıplak olduklarının farkına” varmalarıdır. Zaten Şeytân’ın da vesvesesinin/hîlesinin asıl amacı bundan başka bir şey değildi.22 Buradaki çıplak olma, onların koyuldukları bu bahçedeki/cennetteki “saf ve mâsum” durumlarına işârettir. Başka bir deyişle bu, insanın herhangi bir giysi taşımadığı hâlde “çıplaklığını hissetmediği” ya da “çıplaklığının farkında olmadığı” ilkel sâfiyet durumunu ya da dönemini ifâde etmektedir. Hz. Âdem ve Hz. Havvâ kendi varlık yapıları/bedenleri hakkında bilgi sâhibi olmadıkları gibi, o zamana kadar birbirlerine dişilik/erkeklik anlamında “cinsellik” odaklı hiç bakmamışlardı. Ama bu ağaca dokunmakla birlikte ilk defa birbirlerini keşfettiler/fark ettiler, yaratılış amaçlarının hikmetini, halîfe olmanın neleri gerektirdiğini kavradılar. Yeni bir neslin yâni “insanlık âilesinin/şeceresi”nin kendilerinin buluşması/birleşmesi ile gerçekleşeceğini öğrenmenin “hayreti, şaşkınlığı, duygusallığı, çâresizliği, utangaçlığı, sıkılganlığı” içinde kaldılar.
Başka bir deyişle bu yasak ağaca dokunmak onları melekî/saf fıtrat düzeyinden nefsî/insânî düzleme çıkardı. İşte birbirlerine bu farklı bakış, berâberinde hayâ duygusunu da getirdi ve Hz. Âdem ve Hz. Havvâ hemen cennet yapraklarıyla üzerlerini örtmeye başladılar.23 Ne var ki Hz. Âdem ile eşinin bulunduğu mekân/bahçe/cennet, onların birbirlerine olan ve yeni keşfettikleri arzularını gerçekleştirme yeri değildi. Üstelik içinde bulundukları durumdan ve işledikleri bu yasaktan da pişmanlık içindeydiler ve Rablerine şöyle yalvardılar: “Ey Rabbimiz! Biz kendimize yazık ettik; bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, hiç şüphesiz, kaybedenlerden olacağız!”24 Fakat gelinen bu noktadan sonra artık onların bulundukları cennetî ortamda/hâlde kalmaları mümkün değildi. Çünkü “nefs saati” bir kere çalışmaya başlamıştı ve bunun geri dönüşü de yoktu. Sonunda Allah onlara şöyle seslendi: “İnin, [bundan böyle] birbirinize düşman olarak, yeryüzünde bir süre için konacak bir yurt ve geçiminizi sağlayan şeyler bulacaksınız. Orada yaşayacak ve öleceksiniz ve [Kıyâmet Günü] oradan [diriltilip] çıkarılacaksınız!”25
Âyete dikkat edilirse başlangıçta muhâtabı Hz. Âdem ile Hz. Havvâ iken, sonra anlamlı bir biçimde çoğul muhâtaba dönüşüyor. Anlıyoruz ki, bu kıssa Hz. Âdem ile Hz. Havvâ’nın şahsında insanoğlunun ezelî/kozmik kaderinin bir temsili anlatımıdır. İnsan, ilk sâfiyet/mâsumiyet döneminde kötülüğün varlığından habersizdi ve dolayısıyla eylemleri için var olan sayısız imkânlar arasında seçim yapma özgürlüğünden haberdar değildi. İnsan için bu hâl, bu sâfiyet durumu bir erdem değil yalnızca varoluşsal bir durumdu. Bu da insana statik/durağan bir nitelik veriyor ve onu ahlâkî ve zihnî gelişiminden alıkoyuyordu. Ama ne zaman Hz. Âdem/İnsan, Allah’ın emrine “yasak ağaca” dokunarak bir karşı direnç gösterdi, işte o zaman itâatsizlik eylemi olarak nitelendirilen bu idrâk/bilinç uyanışı, insanın statik durumunu birden dinamik/aktif hâle getirdi. Böylece bu değişim insanı özüne yâni eğri ile doğruyu ayırt edebilme ve dolayısıyla hayatta tutacağı yolu seçebilme yeteneğine sâhip “sâhici insana” dönüştürdü.
Bu nedenle sanki düşüş/iniş gibi gözüken bu hâdise, bir gerileme/yozlaşma olgusunu değil, tersine insanın gelişip olgunlaşma sürecinde, yepyeni bir evreyi, ahlâkî idrâkin uyanma aşamasını tasvir etmektedir. Çünkü seçme özgürlüğünün olmadığı bir yerde/ortamda ahlâkîlikten söz edilemez. Allah, “ağaca yaklaşmama” emri ile insana bir yandan karşı çıkma imkânı sunarken, diğer yandan ona kendi irâde ve seçimiyle doğru davranma imkânını da bahşetmiş oldu. Bunun sonucunda insan, doğal güdü ve sezgileriyle yaşayan diğer bütün varlıklardan farklı olarak özgür ve ahlâkî bir irâdeyle donandı.
Hürriyet, hayır için ilk şarttır. Hareketleri tıpkı bir makine gibi belirlenmiş ve sınırlandırılmış olan bir varlıktan hayır beklemek büyük yanılgıdır. Ancak seçme gücü olan fânî bir benliğin kendisine açık olan yolların sayısız kıymetlerini nazara aldıktan sonra, ortaya çıkmasına izin vermek, cidden büyük bir tehlikeyi göze almaktır. Çünkü hayrı seçmek hürriyeti, hayrın aksini seçmek ise hürriyetten yoksunluğu içerir. Allah’ın hükmünü hayırdan yana kullanmış olması, O’nun insana olan büyük güvenini gösterir. Şimdi bu güveni haklı çıkarmak insana düşen bir görevdir. Belki de “en güzel biçim” üzere yaratılıp, sonra da “en düşük seviye”ye indirilen bir varlığın gizli kuvvetlerinin tasfiye ve terbiye edilmesini mümkün kılan tek şey, böyle bir tehlikenin göze alınmış olmasıdır. Günah işleme iktidârı yâni “insanın kendisi için konulmuş yasakları/sınırları aşma kābiliyeti”, onun en kıymetli özelliklerinden birisidir. Günah işlememeye şartlanmış bir benliğin tekâmülünden söz edilemez.
Bir hadislerinde Hz. Peygamber: “Üzerine güneşin doğduğu en hayırlı gün cuma günüdür. Çünkü Âdem, o gün yaratılmış, o gün cennete konulmuş ve o gün cennetten çıkarılmıştır. Kıyâmet de cuma günü kopacaktır” demiştir. Görüldüğü üzere Hz. Peygamber, Hz. Âdem’in cennetten çıkarılmasını cuma gününü mübârek/hayırlı kılan bir özellik olarak saymıştır. Bu konuda bir başka söz de Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî’ye âittir. O, Hz. Âdem’in yasak ağaçtan yeme günâhı hakkında şunları söylemiştir: “Ne şerefli bir günah ki, sâhibini halîfelik makāmına eriştirmiş ve kıyâmete kadar gelecek insanlara tevbenin meşrû kılınmasına sebep olmuştur.”26
Son olarak söylemek gerekirse Kur’ân sâdece şu ağaç demekle yetinmiş ve ağacın cinsini belirtmemiştir. Zâten cinsinin belirtilmesinin, yasaklanmasındaki hikmete tesir etmeyeceği açıktır. Yasak ağaç, Yaratıcı’nın insanın arzu ve eylemleri için koyduğu sınırları, yâni insanın Allah vergisi kendi tabiatını zorlayıp bozmadan aşamayacağı sınırları simgeleyen bir temsilden ibârettir. Bu yasak ağaç Hz. Âdem ve Hz. Havvâ için önceleri sâdece bir “şecer/ağaç”tı; ama ne zaman ki ona dokundular gerçek şecerin kendilerinin vuslatı ile oluşacak “insanlık seceresi/soyu” olduğunu öğrendiler. Kısaca Hz. Âdem ve Hz. Havvâ, birlikte şeceri, şecereye dönüştürdüler.
Hz. Âdem ile Hz. Havvâ’nın soy ağacından/şeceresinden “çıplak olarak” yeryüzü yaşamına başlayan insanoğluna Allah, bu çıplaklığını kapatacak giysiler/libaslar lutfetmek/indirmek sûretiyle onları korumasız bırakmadı ve kabul ettiği tevbeleriyle birlikte onlara şöyle seslendi: “Ey Âdemoğulları! Size yücelerden hem çıplaklığınızı örtesiniz diye hem de bir görkem-güzellik nesnesi27 olarak giyim-kuşam [yapma bilgisini] bahşettik; ama Allah’a karşı sorumluluk bilincinin [sağladığı] örtü her şeyin üstündedir. İşte bunda [da]Allah’ın âyetlerinden biri var ki, insanoğlu belki ders alır.”28 Görüldüğü gibi âyet üç türlü libastan/giysiden söz etmektedir. Bunlardan biri avreti yâni başkalarının yanında açılması hoş karşılanmayan cinsel uzuvların bulunduğu bölgeyi örten giysidir. İkincisi ise iklim elbisesidir. İnsanı mevsime göre koruyan bu elbise aynı zamanda kişinin estetik zevklerini de ortaya koyan bir süs giysisidir. Üçüncü giysi ise âyetin “libâsü’t-takvâ” dediği takvâ giysisidir ve bu en önemli/üstün elbisedir. İşte bu elbise, insanoğluna cennette kaybettiği “kendi çıplaklıkları”nı yâni mutlak çâresizliklerini hatırlatan ve dolayısıyla Allah’a karşı sorumluluklarının farkına vardıran idrâk/bilinç/takvâ elbisesidir.
Yeryüzünde Allah’ın vahyettiği “her yasak, bir ağaç”tır ve Şeytân, insanoğlunu sürekli bu ağaçlara dokundurarak onları “çıplaklaştırmaya” yâni “Allah’a karşı sorumluluk bilincinin bezediği örtülerinden” sıyırmaya çalışmaktadır. Kur’ân bu noktada Âdemoğullarına şöyle seslenmektedir: “Ey Âdemoğulları! Tıpkı atalarınızın cennetten çıkarılmalarına yol açtığı gibi, Şeytân’ın sizi de ayartmasına izin vermeyin; çıplaklıklarının farkına varsınlar diye, onları örtülerinden yoksun bırakmıştı o. Muhakkak ki o ve avenesi, onları hiç fark edemeyeceğiniz yerde ve biçimde sizi [de] pusuda bekliyor!”29
Necmettin Şahinler
Yazarın Ağaç ve Yolculuk (İnsan Yayınları, 2013) adlı kitabından alınmıştır.
- Bakara 2/30. ↩︎
- Bakara 2/31. ↩︎
- Bakara 2/30. ↩︎
- Ebû Müslim Muhammed b. Bahr el-İsfahânî. ↩︎
- Hûd 11/61; Tâhâ 20/55; Nûh 71/18. ↩︎
- Bakara 2/12. ↩︎
- Bakara 2/15. ↩︎
- Bakara 2/35. ↩︎
- A‘râf 7/19. ↩︎
- Tâhâ 20/118-119. ↩︎
- Bakara 2/35 devâmı. ↩︎
- Tâhâ 20/117. ↩︎
- Bu sembolik ağaç Tevrat’ta “hayat ağacı” ve “iyi ile kötüyü bilme ağacı” olarak tanımlanmıştır. ↩︎
- A‘râf 7/20: “…mâ nehâkumâ rabbukumâ an hâzihiş şecereti illâ en tekûnâ melekeyni ev tekûnâ minel hâlidîn.” ↩︎
- Beden, ceset, varoluşun perdelediği gizlilikler. ↩︎
- A‘râf 7/21. ↩︎
- Tâhâ 20/121. ↩︎
- Tâhâ 20/121 devâmı. ↩︎
- A‘râf 7/21. ↩︎
- A‘râf 7/24. ↩︎
- Tâhâ 20/115. ↩︎
- A‘râf 7/20. ↩︎
- A‘râf 7/22. ↩︎
- A‘râf 7/23: “...rabbenâ zalemnâ enfusenâ ve in lem tagfirlenâ ve terhamnâ le nekûnenne minel hâsirîn.” ↩︎
- A‘râf 7/24-25: “Kâlehbitû ba’dukum li ba’dın aduvvun ve lekum fîl’ardı mustekarrun ve metâun ilâ hînin; kâle fîhâ tahyevne ve fîhâ temûtûne ve minhâ tuhracûn.” ↩︎
- Bu sözden amaç, günâhın kendisini övmek değil, tam aksine, o günah sonucunda Hz. Âdem’in yeryüzüne indirilerek daha yaratılmadan evvel kendisine lutfedilen halîfelik görevini gerçekleştirmesini tebriktir. ↩︎
- Rîş, “kuş tüyü olarak” kuş tüyünün güzelliğinden türetilmiş mecâzî bir ifâde. ↩︎
- A‘râf 7/26: “Yâ benî âdeme kad enzelnâ aleykum libâsen yuvârî sev’âtikum ve rîşâen ve libâsut takvâ zâlike hayrun, zâlike min âyâtillâhi leallehum yezzekkerûn.” ↩︎
- A‘râf 7/27: “Yâ benî âdeme lâ yeftinennekumuş şeytânu kemâ ahrace ebeveykum minel cenneti yenziu anhumâ libâsehumâ li yuriyehumâ sev’âtihimâ innehu yerâkum huve ve kabîluhu min haysu lâ terevnehum…” ↩︎