Bir Üsküdar Yağmuru*

Ahmed Yüksel Özemre’nin ismini ilk kez duymanız ve kendisiyle ilk tanışmanız nasıl oldu?

Bu sorulara cevap vermeden önce size daha önce hiçbir yerde bahsetmediğim bir çocukluk hâtıramı anlatacağım. İlkokula gidiyor muydum bilmiyorum; 7 yaş civârındaydım. O zaman rahmetli babam tek katlı bir ev yapabilmişti; gücümüz o kadardı. Evin de bodrumu vardı. Çocukluğumda o bodrum katta tahtalarla ve o günün oyuncakları ile oynardım. Birgün evimize babamın çok sevdiği bir kuyumcu arkadaşının âilesi gelmişti. Benim yaşlarımda da bir kızları vardı. Ben aşağıda bodrumda oynuyordum, o da yukarıda… 7 yaşlarında bir çocuğun düşüncesinin eseri olarak kendi sesimi misafir kıza duyurmak, “Ben buradayım, burada oynuyorum!” demek istiyordum. Bunun için ne yaptım biliyor musunuz; “Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur” şarkısını söyledim. Demek ki 1964 yıllarında ben “Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur” şarkısını okuyordum. Şimdi bugün anlıyorum ki; ben bu şarkıyı söyledikten sonra aradan bu kadar sene geçmiş ve hayatımın belli bir döneminde yani 40 yaşını geçince bir Üsküdar yağmuru, o şarkıda andığım Üsküdar yağmuru bizi yakalamış. Hani “aldı da bir yağmur” derken işte o yağmur, o rahmet, o feyiz, o bereket bizi içine almış.

Kur’ân’da Âl-i İmrân sûresi 33. âyette geçen ıstıfâkavramı vardır… Dünyada öyle bir senkronizasyon mevcut ki hiç hesapta olmayan şeyler oluveriyor. Biz Trabzon’da yaşayan orta hâlli bir aileydik; babam kumaş işiyle uğraşıyordu. O târihlerde Hocam bizden daha büyük, üniversite hocası ve 300 yıllık bir Üsküdar aile geçmişi var. Allâh, 7 yaşında “Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur” diyen bir kişiyle, onca yıldan sonra o yağmuru kendisine bir feyz olarak aksettirecek, o rahmete yakalanmasına vesile olacak, o bereketi ona sunabilecek insanın yollarını kesiştiriyor. İşte biz buna ilâhî senkronizasyon veya ezelî itiliş diyoruz; bir tarif bulmak gerekirse ezelî hikmetin insanları buluşturduğu bir senaryonun itilişi bu. İşte Kur’ân bunu ıstıfâkavramı ile anlatıyor; eğer Allâh birilerini buluşturacak ve o buluşmadan bir şeyler çıkacaksa buna bir senaryo lâzım. Dünyada bu tür senaryolar çok olmuş; bâzen deprem olmuş, evler değişmiş, insanlar birbirleriyle tanışmışlar, böylece yeni sentezler ortaya çıkmış veya bir bahâneyle Hz. Mevlânâ ile Şems-i Tebrîzî hazretlerinin buluşması gibi iki insan bir araya gelmiş ve oradan başka bir şey doğmuş. İşte Allâh beni de hiç hesap etmediğim, hiç beklemediğim bir anda; adını hiç duymadığım, tanımadığım, bilmediğim bir kişiyle, bir zâtla 1986 yılında Çernobil bahânesiyle buluşturdu.

Biz o zamanlar 1986 yılında kurmuş olduğumuz, Türkiye’de ihtilâl sonrası İslâmî referansla hizmet eden tek sivil kuruluş olan Trabzon Kültür Evi Derneği aracılığıyla internetin, yerel ve ulusal televizyonların bulunmadığı, tek kanallı TRT’nin olduğu bir dönemde; Türkiye’de konuşan, yazan, çizen, aydın, politikacı, aklınıza kim gelirse Trabzon’a dâvet ediyor, onlarla her hafta konferans, panel, açık oturumlar yapıyorduk. Bunun dışında sosyal faaliyetlerimiz de vardı; yemekler veriyor, bildiriler dağıtıyor, mitingler yapıyorduk. Yani çok güçlüydük o zaman.

1986 yılının Nisan ayında Çernobil kazası olmuştu. Bilindiği üzere Karadeniz bölgesinin iki stratejik ürünü vardır; biri fındık, biri de çay. Çernobil’in esintileri buraya vurmuş, bir sürü algı operasyonu yapılıyordu. Dedikodular ayyûka çıkmıştı. Siyâsî otoriteye karşı olan muhalefetin tepkisi dinmiyordu. Ülke oldukça karışmış, halk da tedirgindi. “Çay içelim mi?”, “Çocuklarımız sağlıklı doğacak mı?” gibi olumsuz propagandalar sürüp gitmekteydi. Bir akşam yönetim kurulu toplantısında arkadaşlarımızdan biri Trabzon ve Karadeniz halkının çok tedirgin olduğunu söyleyerek Türkiye Atom Enerji Kurumu (TAEK) Başkanı’nı Trabzon’a dâvet etmeyi teklif etti.

TAEK Başkanı devletin önemli bir bürokratıydı. “Nasıl olur, nasıl ulaşırız, ne ederiz?” diye düşünürken bir arkadaşım “Telefon açalım” dedi ve açtı. Çok enteresandır; bugün bilmiyorum Türkiye’de hangi bürokrata, telefonu eline alır, numarayı arar ve ulaşırsın veya o bürokrat kendi makamına gelen her telefonu hiçbir aracı, sekreter, müsteşar, müsteşar yardımcısını araya koymadan doğrudan açar. İşte Ahmed Yüksel Özemre böyle bir insandı. Hocamızı arayan arkadaşım şâhit olduğu bu durumu hayretle şöyle anlatmıştı: “Telefon numarasını çevirdim; sekreter yok, karşıma gür sesiyle ‘Ben Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre, buyrun’ diyen biri çıktı.” Böylece kendisini dâvet ettiler ve 1987 yılının 10 Mayıs günü Ahmed Yüksel Özemre Trabzon’a geldi. Kendisini havaalanında karşıladık. Bir devlet bürokratı olduğu için VIP’ten giriş yaptı; biz de hayatımızda ilk defa VIP’e girmiş olduk. Program akşamdı; salona geldik, içerisi tıklım tıklım doluydu. Konferans daha başlamamıştı; beraber yönetim odasına geçtik. Derneğin sunucusu olduğum için konferans başlamadan önce konuk ile ilgili ön bilgilendirme ve takdîm konuşmalarını bana yaptırıyorlardı. Görevim gereği onu tanıtmam, kendisi hakkında bir biyografi hazırlamam lâzımdı. Hattâ bu ânın resimleri de vardır. Hocam hiç oturmadı sandalyeye…

Üzerinde lacivert takım elbisesi, beyaz gömleği vardı. Gür sesli, boylu posluydu. Elleri cebinde, hareketli, durmadan bir o tarafa bir bu tarafa gidip geliyordu. Kendisine “Hocam, başlayabiliriz” dediğimde “Yaz; 1935’te Üsküdar’da doğdu” sözleriyle yazdırmaya başladı. Diğer bilgilerle devam ediyordu ki bir şey dikkatimi çekti. 23 yaşında Türkiye’nin ilk atom mühendisi, 25 yaşında doktor, 34 yaşında profesör olmuştu. İlk defa orada göz göze geldik. Yani göz temâsımız ilk defa orada oldu.

O andaki intibaınızı anlatabilir misiniz?

O anda kendisini benim için sonradan ifâde edeceği anlamla görmüyordum. Karşımda devletin önemli bir mevkiinde olmasına rağmen ilmî dirâyetiyle, duruşuyla, tavrıyla, karakteriyle çok güçlü, neşeli ama o neşenin yanında keskin hatları ve celâliyeti olan, harika bir tenor tonla konuşan, huzûrunda insanı ister istemez kendine çekidüzen vermeye sevkeden ama bunu da tatlılıkla ortaya koyan biri vardı.

Biyografisi için not almaya devam ederken hangi yabancı dilleri bildiğini sordum. Fransızcası zâten akıl almazdı. Cevaben saymaya başladı: İngilizce, İtalyanca, Almanca, biraz İspanyolca; aşağı doğru uzuyordu liste…. O arada heyecandan saydığı dillerden birisini eksik yazmışım. Kendisini dinleyicilere takdîm ettim. O akşam kürsüye çıktı ve hakîkaten müthiş bir konuşma yaptı. Önce İslâm’da ilimden başladı, sonra Türkiye’nin tablosunu çizdi, bizim her şeyi yapabilecek güçte olduğumuzdan ve kendi bürokratlığında Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nda kısa dönemde gerçekleştirdiklerinden, açtığı alanlardan bahsetti. Ama oldukça esprili bir dille, çok canlı, çok dinamik, bazı yerlerde güldüren ifâdelerle konferansı tamamladı. Sonra çay, kahve ikramı için tekrar odaya aldık kendisini… Orada, Sen beni tanıtırken bir yabancı dilimi eksik söyledin” diye takıldı bana. Ben de “Tamam Hocam, inşâallâh bir dahakine tamamlarız onu da” dedim.

O zaman çok fazla imkân yoktu; yani imkânımız yok derken belki usûl de bilmiyorduk. Bir yandan da o kadar samîmîyiz ki, bu samîmiyetle o gece “Sizi bizim eve götürelim, misafir edelim” dedim. Büyük kızım Sümeyra daha 2 yaşında. Evimizde bir yatak odamız, bir Sümeyra’nın odası, bir de salonumuz vardı, o kadar. Kaloriferli değildi, sobayla ısındığımız bir evdi. Kendisini yatırdığımız üçlü çekyatımız da inanın öyle bir misafirin rahat edebileceği şekilde değildi. Hiç memnuniyetsizlik göstermeden hüsn-i kabûlde bulundu.

Hanım o akşam mâşâallah güzel bir kürdanlı patlıcan yapmıştı; unutmuyorum, domates çorbamız, salatamız, tatlımız, her şey vardı. Çok neşeliydi, oturduk. Sümeyra’nın kucağında olduğu resimlerimiz vardı. Tedirgin olsak da bizi rahatlatmıştı çünkü neşesi ve akıl almaz bir kahkahası vardı. Orası bizim baba evimizdi, annem birinci katta, kız kardeşim ikinci katta, biz de üçüncü katta oturuyorduk. O zaman annem, babam hayattaydılar; Hocamın attığı kahkahayı aşağıda, birinci kattaki annem, babam duyuyordu. Sesini, sesinin gücünü fark ediyorlardı. Salonunun camları da sesiyle bir hayli titreşim yapıyordu…

Sabahleyin de onu Rize’ye ve başka yerlere götürdük; devlet protokolüne uygun her şeyi yaptık. Sonra da kendisini yolcu ettik.

Hayatımızda tanışıklığımızın birinci faslı buydu. Ama o fasıldan sonra ne zaman karşılaşsak, kendisi ne zaman bizden ayrılıp gitse; birçok ilim adamında, misafir ettiğimiz insanlarda veya günlük dostlarımızda görmediğim bir ahlâkı onda gördüm. O zaman internet ortamı olmadığı için çok güzel mektuplar yazardı veya ev telefonundan arardı: “İki gözümün nûru evlâdım, Allâh sa’yini meşkûr kılsın. Allâh âilene, sana, anneciğine, babacığına sağlık, âfiyet versin. Beni çok güzel misafir ettiniz; güzel kızım hakkını helâl etsin. Eşine selâmlar, dostlara selâmlar” derdi. Bu çok önemli bir haslet… Vefâya çok önem veren bir tavrı vardı kendisinin. Bizde bunu yapan insanların sayısı azdır. Öyle başladık kendisi ile görüşmelerimize.

Daha sonraki yıllarda da Ahmed Hocamızın Trabzon’a gelip gittiğini biliyoruz, bu ziyâretler hakkında bilgi alabilir miyiz? Bu süreç içerisinde kendisini daha yakından tanıma serüveniniz nasıl gelişti?

1986 yılından göçüne kadar çok yakın olduk. 1986’dan 1995 yılına kadar çok geldi gitti Trabzon’a; hep de evimde misafir ettim kendisini. Birlikte oturduk sohbet ettik; beraber film seyrettik… Galatasaraylı olmasına rağmen Beşiktaşlıydı, Beşiktaş-Trabzonspor maçlarını izledik, fıkralar anlattık, çok ciddî arkadaşlık yaptık.

Ben de 1986 ve 1995 yılları arasında iş için İstanbul’a gittiğim zaman onu ziyâret ederdim. Cağaloğlu’nda çalıştığı yerde de kendisini ziyâretlerim olmuştu; elbette orası makam odası gibi değildi. Yanına gittiğim zaman bana ancak bir çay ikram edebilir, buna da çok üzülürdü: “Çok üzülüyorum, Trabzon’a geldiğim zaman bana bir sürü şeyler yapıyorsunuz… İkrâmlarınız, misafirperverliğiniz… Ama benim size ikrâmım bir çaydan öteye gidemiyor” derdi.

Bu yıllar içerisinde şunu gördüm; bir kere ilmine çok hâkimdi, Çernobil kazası sırasında çok haksız yergilerle, öyle bir muhalefetle karşılaştı ki, korkunç bir durumdu. Onlara karşı nasıl dirâyetle ve sabırla mücâdele verdiğini yanında yakînen gördüm. Hatırlıyorum; Hamâmizâde Kültür Merkezi’nde yine Çernobil ile ilgili halka açık bir konferans vermesi için kendisini Trabzon’a ikinci kez çağırmıştık. Fakat nereden bilelim; muhâlif, Yeşiller dediğimiz bir grup üniversite öğrencisi meğer o toplantıyı protesto ve sabote etmek için gelmişler. Salon tıklım tıklım doluydu ve oraya gelenlerin Ahmed Yüksel Özemre’ye karşı müthiş bir sevgisi ve saygısı vardı. Yani onu koruyan bir kalkan ekip de vardı orada ama bu ekip resmî değildi, sadece böyle bir durumun da olma ihtimâlini düşünüp tatsız bir şey yaşanmasın hissiyle orada bulunan bir topluluktu.

Hocam tam güzel bir konuşma yaparken, genç bir kız, o klasik protestolarda gördüğünüz gibi ayağa kalktı ve “Siz benim annemi kanser ettiniz!” diye bir çığlık attı. Hemen o sırada arkadan birileri de “Evet, işte bu o kişi” dediklerinde salon karıştı. Ama bu karşıt dinleyiciler hiç ummadıkları bir tepkiyle, o koruma kalkanıyla karşılaştılar. Dışarı kaçabilen kaçtı, öyle söyleyeyim. Protesto edenlerin çoğu dışarı çıktılarsa da üç-dört tanesi konuşmanın sonuna kadar oturmak zorunda kaldı. Ben o sırada Hocamı izliyordum; ön taraftaydım. Normal bir seyirde konuşuyordu; derken bir şey oldu. Hani insanda birden bire bir kanal, bir alan açılır ya… İşte salonda yaşanılan bu olaydan sonra Hocam bir seviye yukarı çıktı ve o çocuklara; radyasyon nedir, radyasyonun ölçüm birimleri nedir, kansere ve diğer bozukluklara yol açma riskleri ve bunların bilimsel hesabı nedir, doğal radyasyon düzeyi nedir, ölümcül radyasyon dozu düzeyleri nedir, kanser nedir, Karadeniz bölgesinde Çernobil kazasında alınan radyasyon dozunun kansere sebebiyet verme riski nedir en ince detayına varıncaya kadar akıl almaz ve üst düzeyde açıkladı ama sadece o çocuklara hitaben konuştu. Sonra çok enteresandır; o çocuklar Hocamın eline kapandılar, ellerini öptüler “Biz sizi böyle bilmiyorduk. Biz bu olayı böyle bilmiyorduk Hocam. Hakkınızı helâl edin” diyerek sarıldılar. Böyle bir tabloyu da yaşadık.

Bu dönem Hocamız için çileli bir dönem oldu. Zâten akademik yılları çileliydi; birçok kitabında anlatmıştır. Çernobil kazası sırasında yaptığı görev de çileli, zor bir görevdi. Kendinden bahsederken hayatının hep bir ihânet çemberinin içinde geçtiğini söylerdi. Biliyorsunuz TAEK Başkanlığı görevinden azledilmişti.

Devletle ilgili çok enteresan bir tavrı vardı. Hattâ bâzen kendi aramızda konuştuğumuzda, ileri derecede devletçi oluşu konusunda, “Ama bu kadar da devletçilik olmaz” derdik. Kendisi de cevaben, “Evlâdım, ben Osmanlı terbiyesi almış bir insanım, devlet hizmete çağırır gelirim, tekme atarsa da giderim. Yine çağırırsa yine giderim” derdi. Devlete yaptığı hizmetin; aldığı eğitim dolayısıyla bu ülkeye, bu ülkenin insanına olan vefâsını ancak karşılayacağını söylerdi.

Hattâ unutmuyorum bir ara Türkiye’de kurulacak olan bir nükleer santralin ihâle raporları için kendisiyle rahmetli olmuş bir öğrencisi Prof. Dr. Ahmet Bayülken hocaya bilirkişi olarak görev verilmişti. Allâh ikisine de gani gani rahmet eylesin. Onlar bu görev için Ankara’dayken kendisini çok ziyâret ettim. O yıllarda bana, nasıl bir hesaplama yapmışsa 2020 yıllarını işaret ederek Türkiye’nin ve dünyanın enerji yönünden çok ciddî bir dar boğaza gireceğini, Türkiye’nin enerji konusunda önündeki bu 20 yılı nükleer santral ve enerji yatırımları açısından çok çok iyi değerlendirmesi gerektiğini söylerdi. Arkasından “Sakın benim sizi düşündüğümü zannetmeyin, ben sizi değil sizin çocuklarınızı düşünüyorum” diyecek kadar da ileri görüşlüydü. Ama onun görüşlerinin arkasında siyâsî bir irâde kuvvetle durmadığı için, Güney Kore o kadar yıla 25 tane nükleer santral sığdırırken Türkiye 2023 yılına gelmiş olmasına rağmen sadece bir santralin inşasında belli bir aşamaya gelmiştir. Çok özel anlattığı şeyler vardı, burası onların yeri değil, hayırlısı olsun diyelim. Birinci perde bu.

Ahmed Hocamızın ifâdesi ile pîşekârlığını sizin yaptığınız, Trabzon’un yerel televizyon kanallarından Kuzey TV’de Ocak 1996 ve Eylül 1996 târihlerinde canlı yayında gerçekleştirdiğiniz iki sohbet ile 29 Ocak 1996 günü Trabzon’da “Araştırma Kültür Vakfı” salonunda vermiş olduğu bir konferansın içeriği tarafınızdan Kâmil Mürşidin Portresi ismi ile kitap hâline getirilmişti. Bu eserin hikâyesini sizden dinleyebilir miyiz?

Elbette. Daha önce de bahsettiğim gibi derneğimiz olan Trabzon Kültür Evi’nin faaliyetleri, Türkiye geliştikçe, özel radyolar ve özel televizyonlar gündeme geldikçe farklılaşmaya başladı. Bizim arkadaşlarımız da özel bir radyo kurma, özel bir televizyon kanalı açma konusunda planlar yapmaya başladılar. O kadar yabancıydık ki bu alana, televizyon programı yapmak nedir, radyoya çıkmak nedir, bunlar bize hayâl gibi geliyordu. Ama hakîkaten çok güçlü arkadaşlarım vardı. Onlar bugün hâlâ Türkiye’nin en iyi yerlerindeler; ortaya Kuzey TV ve Kuzey Radyo’yu çıkardılar. Bu şekilde çok güzel hizmetler yaptık. Artık dâvet ettiğimiz kişiler önce konferans veriyor, sonra ben onlarla Kuzey TV’de sohbet ediyordum.

Bu safhada Hocamla aramızda bir kırılma noktası var. Düşünün, 1986’dan 1995 yılına kadar bir insanla tanışıyorsunuz, konuşuyorsunuz, arkadaşlık ediyorsunuz… Trabzon’da evimize geldiği zaman hanım odasına seccâde götürüyordu, tesbîh götürüyordu; namaz kıldığını görüyordum. Onunla ilgili bunların hepsine tanıklık ediyordum; fakat benimle başka konularda hiç konuşmuyordu. Her şeyi konuşuyorduk ama nasıl diyeyim, irfânî dil üzerine veya güncel kullanımıyla tasavvuf kavramı üzerine hiç konuşmuyorduk. Hattâ bâzen bana hediye olarak İslâm Klasikleri arasında yer alan bazı kitaplar getirirdi.

Onların isimlerini öğrenebilir miyiz?

Söylerim tabiî… Bir tanesi Kitâbü’z-Zühd ve’r-Rekâik/Kalbin İncelikleri idi. İçimden “Bu kitabı niye getiriyor bana” dedim, yani ne ilgisi var? Onun görünen tarafının ötesinde bir mânevî, bir derûnî arka planı, bir bahçesi olacağı aklımdan hiç geçmiyor. Biz arkadaşlarla İslâmî içerikli çok güçlü yayınlar, sohbetler, konferanslar yapıyorduk ama bu pozitif yönünün arkasında kendisinin böyle bir derûnî alanı olduğunu hiç hissettirmedi bana; göremedim, anlayamadım. Bu kadar örtülü, bu kadar sırlı idi. Nasıl kontrol etti, onu da bilmiyorum. Aynı zamanda fakülte arkadaşlarından, öğrencilerinden; onun akademik kitaplarında dînî, mânevî bir dünyası olduğuna işaret eden ifâdeler kullandığını duyuyordum. Demek ki böyle yapmış diyordum ama yine de irfânî alanda hayâl ettiğim şeyleri onun için düşünmüyordum.

1995 yılının Nisan ayında tekrar Trabzon’a geldi. Yine evimizde misafir oldu; salonda oturuyoruz. O esnada: “Evlâdım, Allâh hiç kimseyi Efendisiz bırakmasın. Benim bir Efendim vardı ve Hakk’a yürüdü, göçtü” sözleri döküldü lisânından. Bu ifâdeleri duyunca kafam karıştı, “Ne diyor!” dedim. “Benim bir Efendim vardı, göçtü” diyorsa demek ki bir tasavvufî geleneğe mensuptu, bir intisâbı vardı, bir mürşîdi vardı, onunla uzun bir süre dostluğu vardı ve o göçmüştü. Bunu ise bana 1995 yılında söylüyordu, 9 yıl boyunca hiçbir şey söylememişti. Üzgündü tabiî; ben de detaylarını kendisine soramadım.

Ben de 1978 yılında farklı bir meşreb ile tanışmıştım. O zamanlar o meşreb üzerinden eğitim görüyordum ama beni rahatsız eden ve ikilemde bırakan bir yol, bir kavşak noktasına gelmiştim. Bu kavşak noktası şuydu: Bir tarafta azîmet üzere olan ve en küçük bir detayı bile dînin ilkeleri içerisinde değerlendiren, kılığımdan kıyafetime beni yeni baştan dizayn edebilecek bir alan vardı. Arapça öğrenmemi, Osmanlıca öğrenmemi teşvîk eden bir yapıydı ve bunun içinde bir yere doğru gidiyordum. Bunun yanında da iyi bir okuyucuydum. İrfânî alandaki kitapları karıştırıyordum ve o târihe kadar belki de İslâm Klasikleri’nden aklınıza gelebilecek önemli kitapların tümünü gözden geçirmiştim. Kimse bugün gidip de Gazzâlî’nin İhyâü Ulûmi’d-dîn adlı eserinin 4 cildini veya kalın bir ilmihâldeki farklı âlimlerin farklı görüşlerini birinci sayfasından son sayfasına kadar altını çizerek okumaz. Bunların hepsini disiplinli bir şekilde, özveriyle yapmıştım. O arada tasavvufî içerikli kitaplar, o meşhur klasikler de çıkmış; Şeyh Sa’dî-i Şîrâzî’nin Bostân ve Gülistân’ını; 4 cild Mesnevî’yi, Dîvân-ı Kebîr’i, Fîhi mâ Fîh’i, hepsini, bu çerçevede aklınıza gelecek her kitabı okumuştum.

Bu hâller içinde iken şöyle bir kendime bakıyordum; sosyal hayatı çok aktif olan birisi olarak girdiği meşreb sebebiyle neredeyse asosyal olmuş ve birtakım patolojik davranışlar gösteren; ailesiyle, arkadaşlarıyla, toplumla ters düşen biri hâline gelmiş durumdaydım.

Diğer bir meşrebde ise farklı bir aşk, muhabbet, irfân, âriflik alanı vardı. Bu taraftaki insanlarla konuşuyordum, onlar da beni bir yerlere dâvet ediyorlardı, toplantılarına gidiyordum. Evet, Hakîkat ve Mârifet üzerine çok güzel şeyler konuşuyorlardı ama kendi içimde “Burada aradığım şeyi buldum” diyemiyordum. Onlarla da muhkem alana veya şer’î disipline yönelik bakışlarımız uyuşmuyordu. “Acaba bunların ikisini cem edecek, toplayacak bir yol yok mu?” diyordum. İşte böyle bir arayış içerisindeydim.

Bir de tabiî gördüğümüz mânevî seyr ü sülûk veya intisâbla birlikte bir sürü emâreler gelişiyordu bende. Bize takdîr edilen zikirler vardı; ancak bu zikirleri kontrol eden yoktu. Zikirlerin bizim üzerimizde oluşturduğu hâli absorbe edebilecek veya yaşadığımız bu hâlin ne olduğunu bize anlatabilecek bir sistem çalışmıyordu. Bunların hepsi beni çok rahatsız etti ve en çok merâk ettiğim şeylerden birisi nefis mertebeleri ve bunların arasındaki geçişlerdi.

Sorunuzun cevabına dönecek olursak; 26 Ocak 1996 Cuma günü akşamı Hocamla birlikte, canlı yayında bir sohbet yapmak üzere Kuzey TV’ye gittik. Bu sohbet, Hocamla yaptığım birçok sohbeti ihtivâ eden Kâmil Mürşîdlerin Mîrâsı adlı kitabın ilk versiyonu olan Kâmil Mürşidin Portresi isimli kitabı oluşturan sohbetlerin ilki idi.

Canlı yayında konuşurken, ben kendisine, “Tarîkata ilk adımını atan bir kişiyi ne ile meşgul ederler?” diye bir soru yönelttim. Hocam çok rahat ve açık bir cevap verdi. Kişinin kendini bilmesi yolunda zikirlerle nefis mertebelerinin nasıl geçildiğine ve insanın Nefs-i Emmâre’yi, Nefs-i Levvâme’yi, Nefs-i Mülhime’yi ne zaman, nasıl, hangi koşullarda geride bıraktığını nasıl anlayacağına ilişkin beni yıllardır düşündüren, bir düğüm gibi üzerimde yük olan konulardaki sorularımın cevabını o anda kendisinden aldım. Bunlar kitabın içinde olduğu için artık daha saklamaya, gizlemeye gerek yok. Kendisi o cevabı verdikten sonra; “Evet, eğer ben bir insanı arıyorsam, eğer ben bir yol ayırımındaysam, benim birlikte yürüyeceğim kişi ancak bu kişi olabilir” diye düşündüm.

Zâten o sıralarda, içinde yetiştiği mânevî dünyayı ilk kez anlattığı Üsküdar’da Bir Attâr Dükkânı adlı kitabı çıkmıştı. O kitabı da okuyunca baktım ki İstanbul’un hattâ Türkiye’nin ne kadar ârifi, âlimi, sanatkârı, kâmil insanı varsa orada toplanmıştı. Attâr dükkânı akıl almaz bir sohbet ve muhabbet mekânı olmuştu. O insanların soluduğu havayı solumak, o dükkânın tozunu yutmak, o insanların yanında bulunmak, hiç konuşmasa bile insanın bu noktaya gelmesinde müessirdir.

Yalnız o zaman ve daha sonrasında yine kendisinin verdirdiği özel bir konferansta şöyle bir şey söyledi: “Tarîkat edebinde dâvet yoktur evlâdım, hep talep beklenir.” Ben de o zaman, demek ki bu yüzden 9 yıl hiç konuşmadı, anlatmadı dedim. Anladım ki, bu edebe riâyet ederek konuşmamıştı. 1 Nisan 1994 yılında kendi Efendisi göçtükten sonra bu sorumluluk onun üzerindeydi; yani kendisinin bir mânevî rehberlik üstlenmiş olduğunu hissettim. Bunları bana söylemedi; tamamen kendi hislerimdi.

Hiç unutmuyorum o gece geç vakitti. O saatlerde kendisine yiyecek bir şeyler hazırlardım. İştahı açıktı, çok güzel yemek yerdi. Meselâ sen çorba içene kadar o her şeyi yemiş bitirmiş olurdu. Gariptir; diyelim çayı demledin, altındaki su da kaynıyor, bardağa demi ve kaynamış suyu koyup kendisine ikrâm ettin, Hocam bu çayı tek yudumda içerdi. “Ya ne yaptın, nasıl yapıyorsun bunu, bu sımsıcak bir şey” derdim, gülerdi sadece. Hattâ bir gün şöyle bir şey olmuştu; eşim pazardan aldığı taze mısırları haşlayacaktı. Mısırlar kaynadı, kaynadı, kaynadı… Sonra eşim onları tabağa aldı; yemeye hazır hâle gelmesi için biraz soğumasını bekliyordu. Hocam kalktı ve kaynayan tencereden yeni çıkmış, üzerinden dumanların yayıldığı o mısırlardan bir tanesini aldı. Aynı o çizgi filmlerdeki karakterlerin yaptığı gibi kıt kıt kıt yaparak başından sonuna çevire çevire mısırı dakikasında bitirdi. Hayretle “Ya Hocam bunu nasıl yiyebildin böyle?” demekten kendimi alamamıştım. Bu olacak iş değildi; böyle de bir özelliği vardı. Yemekten çok iyi anlayan, güzel yemeği seven, iştahı çok iyi olan, tamı tamına gurme diyebileceğimiz bir insandı. Her alanla olduğu gibi gastronomiyle de ilgisi vardı tabiî, öyle diyeyim.

Evimizde yatılı kaldığında, geç saatlerde iki çeşit ikrâm hazırlıyordum kendisine. Birincisi; o zamanlar dilimlenmiş ananas konserveleri vardı, o dilimlenmiş ananaslardan tabağa bir tane koyuyordum, çilek zamanı ise ananasın tam göbeğine de bir tane çilek yerleştirip getiriyordum ve onu yiyorduk. Ama hep aynı şekilde yapıyordum; ne değiştiriyor ne başka bir şey ekliyordum. İkinci olarak da; tam böyle yatma saatine yakın, hanım, çocuklar çekilip ikimiz kaldığımızda; ekmek kızartıyor, üzerine tereyağı sürüyor, bir de kenarına dil peyniri koyuyor, süt ısıtıp içine nescafe karıştırıyor ve bu şekilde ikram ediyordum. Bayılıyordu bunlara…

İşte o gece de yine oturma odamızda oturduk. Geç vakitte yine midesi kazınır diye tereyağlı kızarmış ekmek, dil peyniri, sütlü nescafeyi hazırlayıp getirmiştim. O benim gözümün içine bakıyor, ben de onun gözünün içine bakıyordum. Böyle bir anda “Bu yol bir dâvet yolu değil, sen bana bir şey mi söylemek istiyorsun?” dedi. İyi, söyleyeyim ama söyleyemiyordum. O kadar arkadaşlık yaptıktan sonra, bir insana Hocam veya abi dedikten sonra, o yakınlıktan sonra o insanla bir mânevî ilişki içerisine girmek, bir hiyerarşiye tâbî olmak, ona artık “Efendim” demek kolay olmuyor. Bir yol bu, kendine özgü bir disiplini var, eski samîmiyetini, davranışını her şeyini düzenleyeceksin ona göre. Eşim de tabiî aynı duygular içerisinde, o da çok sevdi Hocamı ama ikimiz de söyleyemedik bu hislerle.

O gecenin sabah uçağa bindi ve gitti. Akşam olunca yine her zamanki gibi telefonunu açtı “Evlâdım, çok teşekkür ederim…” demişti ki o arada bir cesâret buldum ve “Efendim, ben sizin yüzünüze karşı edeben söyleyemedim ama ben size tâlibim ve sizin mânevî rehberliğinizde, eğitiminizde size teslimim. Bana ne yapacağımı, ne edeceğimi lûtfen söyleyin, bildirin; yani ben kararımı verdim” dedim. Eşim için de aynı şeyleri söyledim. Bir kahkaha attı, çok mutlu oldu ve Tamam, ben bu ara biraz yoğunum, en kısa zamanda sana bildireceğim” dedi.

O zamanlar internet yok, cep telefonu Türkiye’ye yeni girmiş, belki tek tük var, herkeste değil. Aradan bir zaman geçti ve kendisinden 14 Temmuz 1995 târihli bir mektup aldım. Çok güzel hazırlanmış bir metindi. Hâtıra olarak saklıyorum hepsini. O mektupta yeni öğreniyordum kendisinin Halvetî-Uşşâkî bir silsileden geldiğini. Bu mektup, ders olarak ne yapacağımı, gece nasıl kalkacağımı, zikrimin sayısını, mânâlarımı nasıl zaptedeceğimi, o günün koşullarında kaç günlük bir periyotla kendisine göndereceğimi anlatıyordu. Tanışıklığımızın, yolculuğumuzun ikinci faslı 14 Temmuz 1995’te böyle başladı ve 25 Haziran 2008 târihine kadar devam etti. Allâh gani gani rahmet etsin, himmeti dâim olsun.

Olay böyleydi; derslerimiz başladı. Sonra anladım ki ben tek değildim. Bir de İstanbul ayağı vardı. Üsküdar Doğancılar Caddesi’ndeki 28 no’lu Ferah Apartmanı’nın 9. dairesinde, Boğaz’a bakan ama Hocamızın çalışırken arkası dönük oturduğu o odasında çok uzun saatler, güzel zamanlar geçirdik. Orada İstanbul’daki bağlılarına, sevenlerine verdiği derslerine, sohbetlerine elimden geldiğince katılmaya gayret ettim.

Sonra Hocamın Kuzey TV’de benimle yaptığı iki sohbetin ve “Araştırma Kültür Vakfı”nda verdiği konferansın içeriklerini Kâmil Mürşidin Portresi adı ile, ardından da yine benimle yaptığı pek çok sohbetin içeriklerini bu kitaba ilâve ederek Kâmil Mürşîdlerin Mîrâsı ismi ile bir kitap hâline getirme süreci başladı. Bu onun çok mutlu olabileceği ve belki de zaman bulup da yapamayacağı ağır bir yüktü. Çok şükür Allâh bunu bize lûtfetti, biz yaptık. Tabiî ki onun kontrolünden geçti, kendisi tashih etti, düzeltti, gönderdi. Sonucundan da çok memnun oldu.

Hattâ sadece onları düzeltmedi; benim sanki çok boş vakti varmış gibi ona gönderdiğim, o dönemde yazdığım kitapları da düzeltti. Meselâ Âyetler ve Yetenekler, Siyah ve Yeşil adlı kitaplarımın kenarına notlar düşmüştü. Bir gün kırmızı kalemle altlarını çizip düzelttiği bir çalışmamı elime aldığımda kendisine şöyle bir soru sormuştum: “Efendim, siz hep kelimelerimin altını çiziyorsunuz, üzerini çizdiğinizi hiç görmedim. Acaba bunun bir sebebi var mıdır?” Bunun üzerine bana hayatım boyunca hiç unutmayacağım bir edeb dersi vererek: “Evlâdım, derviş kısmı, kelimelerin/yazıların sadece altını çizer, üstünü çizmez” demişti.

Nereye kadar görüp düzelttiğini çok net tesbit edemedim ama bence Hz. Mûsâ ile Yürümek kitabı, tashihini yaptığı son kitabımdı. Onda da çok esprili bir şey olmuştu. Kitabı gönderdim, kitap çok hoşuna gitti. “Takdîm”i de o yazdı. O arada ben de kitabın ismini Hz. Mûsâ ile Yürümek şeklinde koymuşum. Dedi ki: “Bu kitabın adı ‘Hızır ile Yürümek’ olsaydı ne güzel olurdu.” Benim de hayatımda sözünü tutmadığım, itiraz ettiğim tek yer burasıdır; neşeli bir şekilde itiraz ettim ve dedim ki: Siz hep kendi pencerenizden bakıyorsunuz. Burada Mûsâ olan biziz, yani yürümek isteyen biziz. Bir yol, yordam içerisinde görünenin tek hakîkat olmadığı gerçeğini, Kehf sûresinde anlatılanları ona Hızır öğretti. O yüzden siz bizim penceremizden bakın. Yani biz Mûsâ’yız ve Mûsâ ile birlikte yürüyoruz.” Bu kitabın adının Hızır ile Yürümek olmasını çok isterdi.

Ahmed Bey’i sadece Halvetî-Uşşâkî bir silsile sâhibi veya bu ekolde yetişmiş bir zât olarak görmemek lâzım. Bunun yanında herkesten çok ustaca, sırlıca gizlediği veya hiçbir zaman ön plana çıkarmadığı bir başka yönü de onun Hamzavî-Melâmî bir neş’eye sâhib olmasıdır. Bunlar başka mürşîdlerde de olan özelliklerdir. Bu meşreble olan bir ilişki değil bir neşedir ama o neşe onun üzerinde nasıl bir değişim, dönüşüm, devinim gerçekleştirmiş ki tarîkat seyr ü sülûkunda veya tarîkat ritüellerinde ve merâsimlerinde gereksiz ne varsa tümünü reddedebilmiş ve yine gereksiz monden ilişkileri ortadan kaldırmıştır.

O yüzden; söylemek ne kadar doğru ama içinde bulunduğu tarîkat meşrebinden yani Uşşâkîlik’ten sadece iki ritüel bıraktığını gördüm. Bunlardan bir tanesi yemek duâmızdır. Çok özel, kendi arkadaşlarımızla veya onunla bir araya geldiğimiz zaman yaptığımız Türkçe çok güzel bir Gülbang’ı vardı; bir onu okurdu. Bir diğeri de; yanında başkaları olduğu zaman asla yapmadığımız veya yaptırmadığı, yapmamıza izin vermediği, çok özel kendisinin yanına girdiğimiz zaman 3 kere elinin dışını, 3 kere de içini öpmemiz idi. Bu iki ritüelin dışında hiçbir şey bırakmadı, yaptırmadı.

Peki bu ekol yani Hamzavî-Melâmî yönü nereden geliyor? Onu da kendisi çok güzel anlatmış kitaplarında. Bu neşe, bu zevk kendisine, işte o 9 yaşından beri gitmeye devam ettiği Üsküdar’daki attâr dükkânında tanıdığı ve kendisini sonradan Üsküdar’ın Üç Sırlısı’ndan biri olarak anlattığı, kendi ifâdesiyle “Onun nâfiz nazarlarını her an üzerimde gördüm” dediği Eşref Ede Amca’dan geliyor.

Melâmîliğin içerisinde farklı kollar var: Hamdûn el-Kassâr ile başlayan ilk dönem, Bayrâmî Melâmîler ve Üçüncü Devre Melâmîleri. Anlıyorum ki Hocamda hayat bulan Bayrâmî ve Hamzavî-Melâmî ekolden gelen bu öykünün arkasında Eşref Amca, daha arkasında Eyüp Nişanca’sındaki Seyyid Abdülkâdir Belhî hazretleri var. Seyyid Abdülkâdir Belhî hazretlerine kadar nişansız ki bugün kabrinde sadece 2 tane selvi var, bir işaret bile yok. Demek ki bu insanların gözünde şöhret âfettir. Aynı Hz. Peygamber’in ahlâkına, edebine uyacak şekilde şöhretten, cedelden, tartışmadan kaçınan; toplumun içinde erimiş gibi yaşayan bu insanların kendilerini mahviyet, hiçlik çizgisinde tutan ama hizmetleriyle topluma renk, şekil sunabilecek bir ahlâkları var.

Daha önce anlattığım gibi bende de nefs tezkiyesi vardı ama bir taraftan da Allâh’ın varlıkla ilişkisinin nasıllığını ortaya koyabilecek bu Melâmî ekole yani tevhîd derslerine ilgi duyuyordum. Yol kavşağındaydım; o tarafa gidiyorsun şer’î sorumluluk alanı yok, bu tarafa geliyorsun burada da güzel şeyler var ama benim aradığım o mânâ, o derinlik, o arka plan yok.

Bir gün bir arkadaşım “Ne oldu da bu meşrebden başka bir yola geçme gereği hissettin?” diye sormuştu. Aslında kabahat meşrebde değildi. Mesele meşrebi yöneten insanların vazifelerini lâyıkıyla yerine getirmemeleri, babadan oğula, babadan damada teberrüken verilmiş icâzetler ve vekillikler yoluyla aslî çizgisinden, hizmetinden kopuk olmaları, biraz da vakıflar yoluyla ekonomiye, siyâsete ve arka bahçeye yönelik olan birtakım alanlara bulaşmalarıydı. Genelleştirmek doğru değil çünkü çok iyi, çok güzel hizmet yapanlar var ama maalesef birçokları Allâh’a karşı muhabbeti olan ve hakîkati arayan insanların bu duygularını istismâr etmişlerdir. Arkadaşımın sorusuna dönersem; ona çok açık bir şekilde “Ben bu yola molla olmak için gelmedim. Siz bana burada bir mollaizm, tasavvuf ve tarîkat adı altında bir mollaizm teklif ediyorsunuz ama ben bu yola girerken bir Yunus Emre gördüm karşımda, Hz. Mevlânâ gördüm, Abdülkâdir Geylânî hazretleri gördüm, yani o karakterlerdeki, o derinlikteki şey beni çekti. Ama burada siz bana klasik bir mollaizm nasıl olur, bunu anlatmaya başladınız. Ben molla değil ârif olmak istiyorum” diyerek kendimi ifâde etmiştim.

O zaman sistemi gördükten sonra Ahmed Yüksel Özemre Hocamızda bir şey farkettim. Şöyle diyordu: “Evlâdım, bizim yolumuzda da Hamzavî-Melâmî ekoldeki Merâtib-i Tevhîd var ama biz nefis tezkiyesi görmeyen, etvâr-ı seb’a+furûât-ı lâzime=12 dersi geçip de icâzetini almayan kişilerle Merâtib-i Tevhîd’i konuşmayız. Yani önce burayı çözeceksin, ondan sonra bu eğitim başlayacak.” Bu enteresan bir şeydi. Belki de kendi içinde bulunmuş olduğu meşreb silsilesinde bir kırılmayı ve bir yeni yaklaşımı gösteriyordu. Hattâ bir defasında çok ilginç bir şey söyledi ve fotoğraf makinesini örnek göstererek bu konuyu şöyle îzâh etti: “Nefis tezkiyesi olmayan bir Merâtib-i Tevhîd, resim çeken bir fotoğraf makinesine benzer ama içinde film olmayan bir fotoğraf makinesidir.” Yani çektikleriniz bir hâl, bir içsel tavır olmazlar. Akıl almaz şekilde hiç hoşlanmadığı şey bir öğrencisinin, bir ihvânının cezbe yüklü taşkınlık göstermesiydi. O yüzden hayatı boyunca temkîn, temkîn, temkîn, temkîn; hep bize o temkînli olma hâlini aşılamıştır. Artı kendini sadece derslere verip de aman daha ne olacak diyenler olunca bunun bile ötesine geçmiş; “Evlâdım, bu yolun tam tanımını istiyorsan başı idrâk, ortası idrâk, sonu idrâktir” demişti. Vefâtına yakın günlerde ise “Bu yolun başı idrâk, ortası idrâk, sonu idrâk, müntehâsı da idrâktir” şeklinde bir safha daha eklemiştir.

Hangi tarîkatta olursa olsun, eğer o tarîkatın içindeki silsileye bağlı olan zât o tarîkatın şimdiye kadar gelen yolunda ve çizgisinde kendi döneminde bir arttırma veya eksiltme veya metodolojik yeni bir yol ortaya koymuş ise, bu kendi dirâyetiyle veya Allâh’ın ona lûtfettiği belki bir ilhâmla olabilir, o zaman o zât normal mürşîd, şeyh olmaktan çıkar, “Pîr” ünvânı alır. Nasıl müctehîdlerin ictihâdlarından bahsediyorsak onları diğer klasik âlimlerden ayırıyorsak; bir tarîkatın içerisinde de yol, yordam değişikliği yapan mürşîdler “Pîr”dir.

Hocamızın silsilesini incelediğimizde yukarıdan aşağıya hep “Şeyh” ünvânının zikredildiği görülür; fakat kendisine gelindiği zaman “Şeyh” değil, “el-Mürebbî” ifâdesi yer alır. Yan tarafındaki açıklamada da ders sayısı belirtilmektedir. Derslerin o zamana kadar geliş yolculuğunda meselâ kendinden önceki yol göstericilerde sayının 35’e kadar çıktığı görülmekteyken bu dersler Hocamla 12’ye indi. Ayrıca bu derslere Merâtib-i Tevhîd eklendi. Belki ileride tasavvuf târihi üzerine yazanlar için bir not olur, bir kaynak olur diye söylüyorum; işte bu, Hocamızın içinde bulunduğu Halvetî-Uşşâkî koluna, diğerlerinde olmayan bir ilâvesidir. Onu klâsik mürşîdlerden, şeyhlerden ayıran ve onun pîrliğine vurgu yapan bir özelliktir. Böylece bu hususu târihe kayıt düşmüş olalım.

Beni çeken de bu olmuştu. Çünkü diğer tarafta zâten iyi kötü zikirle bir temâsım vardı, okuyordum da ama Allâh’ın varlıkla olan ilişkisinin nasıllığını ifâde etme noktasında ki bu tedrîcî, Tevhîd-i Ef’âl’den başlayan ve yukarı doğru çıkan Tevhîd Mertebeleri’ni anlama, hazmetme, yaşama noktasında bir şey yapamıyordum. Şimdi ise ikisini birden görebilecek bir metot bize sunuldu. O yüzden, aradığım cevabı bulma noktasında bu usul önümü açtı.

Ahmed Hocamızın çok iyi bir fotoğrafçı olduğunu; aynı zamanda Türk mûsıkîsi ve Klâsik Batı mûsıkîsine hâkimiyetini, çok güzel arya söylediğini; tesbîh ve resim gibi sanatın diğer alanlarında da engin bir bilgiye sâhib olduğunu biliyoruz. Ahmed Hocamızın bu mevzûlardaki derin vukûfiyetiyle ilgili neler söylersiniz?

Tabiî şahsiyet ve kişilik olarak ben onu meslekî arkadaşları, İstanbul’da etrafında olanlar gibi çok yakından tanıyamadım, yolum uzaktı. O İstanbul’da, ben Trabzon’da yaşıyordum ama geldiğim zaman gözlemleyebileceğim şeyler oldu. Ben de çevresindekileri, arkadaşlarını tanımayı çok istedim. Hattâ bir kere “Bir bayram günü gideyim, bir köşede oturayım da ziyâretine gelenleri göreyim, bakayım kimler gelecek?” dedim, bunu da yaptım. Çünkü onun evi bir akademi gibi çalışıyordu. Önündeki masada bir not defteri vardı ve her günü, her saati doluydu. Şu geldi, şu gitti, şu geldi, şu gitti… Hele bayram günü orası bir âlemdi; bir sürü insan, öğrencileri, eş dost geliyordu.

Onunla iken bir insanın IQ’sunun yüksekliğinin ne demek olduğunu keşfettim. Zihni dâhî çizgisine yaklaşmış olan insanlarla birlikte olmanın çok farklı bir şey olduğunu gördüm. Hâlbuki gûyâ biz de kendimizi bazı konularda akıllı hissediyoruz. Bugün de çevremizde dehâ dediğimiz veya yüksek IQ’lu dediğimiz insanlar var ama onun zihninin yüksekliği çok farklı bir şeydi.

Bir de eskilerin “hezârfen” dedikleri kavram var. Ben de bu kelimeyi bilmiyordum. Hezârfen Ahmed Çelebi’yi biliyorum da onun isminin başına niye “Hezârfen” koymuşlar onu bilmiyorum. Sonradan sözlüklere bakınca anladım ki, tek bir dalda değil pek çok dalda kendini geliştirmiş, o dalın ehlinden çok daha öte uzmanlaşmış ve konuya onlardan çok daha hâkim bir şekilde nüfûz edebilecek ve bunun üzerinde konuşabilecek yeteneğe sâhib olan insanlar hezârfen inşanlardır. Geçmişte bu insanlar vardı. Bunu sadece Hocamla örtüştürmüyorum. O günün İstanbul’unda, o günün mürşîdlerinin arasında tek boyutlu, hayatı sadece belli bir pencereden, kendi dar çerçevesinden gören insanlar yoktu. Birbirleriyle konuşan, birbirlerine gidip gelen, kendi öğrencilerine Evlâdım, artık benim sana öğreteceklerim bitti. Bundan sonra falanca Efendi’ye devam et” diyebilecek kadar gönülleri zengin, komplekssiz mürşîdler vardı.

Bize çok anlatırdı; Allâh rahmet eylesin, bir Necmeddin Okyay Efendi değil mi? Şimdi o bir Nakşî; ben çok farklı Nakşîler de tanıdım. Tamam, Nakşîlik yönünü biliyoruz ama o aynı zamanda bir hattattı ki hâlâ yazdığı hatlar gündemde. Sonra o bir okçuydu; elinin düzgünlüğünü ve ölçülülüğünü koruyabilmek, güçlendirmek için okçuluk yapıyordu. Dahası kendi adıyla anılan güller yetiştiriyordu. Ebrûda da kendi tarzına uygun bir ekol oluşturmuştu. Buraya kadar 5 tane özellik saydım. Siz bana bugün, meşrebi ne olursa olsun mânevî boyutta hizmet eden kişilerin arasında bu kadar zenginliği, çok yönlülüğü içeren; sanat, müzik, resim, hat, spor alanlarına hâkim ve insanlara ulaşmak için bunları bir köprü olarak rahatlıkla kullanabilen, her insanla irtibat kurabilen insanların sayısının söyleyebilir misiniz? Kaç kişi vardır, bunu kaç kişi yapmıştır söyleyebilir misin? Onlara bizim yetişmemiz zor, o yüzden istenilen netîceleri göremiyoruz. Necip Fâzıl’ın ifâdesiyle “kaba softa ve ham yobaz” bir pozisyon var. Dîn denildiği zaman sadece kurallar yığını anlaşılmamalı; hayatın tamamını kuşatan tüm ilişkiler, hepsi dînin içerisindedir. İşte ben bu vasıfları Hocamda çok yakından gördüm, bunu yakınında bulunursanız anlıyorsunuz.

O zamanlar dijital fotoğraf makineleri yeni çıkmıştı, biz heves ettik, elbette o bizden daha önce heves etmişti. Fotoğraf çekmeyi, fotoğrafı çok seviyordu. Kendi makinesi vardı ama yeni bir şey çıktığı zaman merâk eder, ilgilenirdi. Bir arkadaşımız fotoğraf makinesi almışsa ona yol gösterirdi. Sorardı: “Necmettin sen ne aldın?” Ben de Efendim, ben bir tane Canon aldım” derdim. Sonra “İyi, güzel, evlâdım çok iyi, Canon iyidir, işte şöyledir…” der ve Canon hakkında 2-3 teknik bilgiyi hemen ardı ardına sıralardı. Ondan sonra hemen sana merceğini sorardı, enstantanesini sorardı, başka başka şeyler sorardı. Sonra senin söyleyeceklerin biterdi. Kendisi bir konuşmaya başlar ve içinde kullanılan merceğin târihçesinden alır, fotoğrafın başlangıcından bu noktaya gelinceye kadar geçirdiği süreci anlatır veya fotoğrafı hangi ışıkta, hangi açıda çektiğinde nasıl bir sonuç olacağından bahsederdi. O kadar işinin gücünün, sorumluluklarının arasında tüm bunlara vakit ayırır, her şeyi takip ederdi.

Bir de müziği çok severdi. Hem Klasik Türk mûsıkîsinden hem Klasik Batı ve romantik Batı müziğinden çok iyi anlardı. Hocamın yanında ister Brahms’tan ister Itrî’den olsun, aklınıza kim gelirse gelsin, sadece ıslıkla bir bölüm çalınsın, bir mırıldanılsın; onun hangi bestekârın eseri olduğundan, ne zaman bestelendiğinden hangi konçertonun içerisinde olduğuna varıncaya kadar size o eserin hikâyesiyle ilgili şaşırtıcı bilgiler verirdi. Artık karşısında konuşacak hâliniz kalmazdı. Müthiş bir tenor sesi de vardı. Espri yapardı, derdi ki: “Eğer geçirdiğim bir ameliyat sonrası nefes alma refleksim ortadan kalkınca nefes almamı sağlamak üzere kullanılan âletin gırtlağıma sokulan kısmının ses tellerimin bir bölümünü zedelemesi sonucu sesim tenordan baritona kaymasaydı belki de dünyanın ikinci bir Pavarotti’si olabilirdim.” Sesi bu kadar güçlüydü. İtalyan aryalarına çok merâklıydı. Onları çok neşeli olduğu zaman bizimle paylaşır, söylerdi. Hakîkaten ortalık sesinden öyle titrerdi ki Gülsen vâlide “Komşular rahatsız olacaklar, duyacaklar” derdi. Yine bir gün gittim; bir bayram günüydü. Hiç tanımadığım genç bir delikanlı vardı. Ona, “Sen nerede okuyorsun?” diye sordu; o da konservatuarda okuduğunu söyleyince Hocam “Güzel” dedi. Sonra bazı konular açıldı; derken Bize bir arya okur musun?” dedi Hocam. Genç okumaya başladı. Hocam 1-2 dakika dinledikten sonra, “Tamam evlâdım. Bak sana bir şey söyleyeyim, eğer böyle devam edersen sen bilmem kaç sene sonra gırtlak kanseri olursun. Çünkü sen nefesini nasıl kullanabileceğini bilmiyorsun. Nefes dediğin diyafram, göbekten alınır. Şimdi ben sana bir tane okuyayım bir gör” dedi.

Bakınız bunlar hangi dallar; işte fotoğraftan bahsettik, müzikten bahsettik. Diğer taraftan tesbîh diyoruz, sanki bir tesbîh uzmanı kendisi. Pelesenkten tutun da bufalo boynuzuna varıncaya kadar tesbîh çeşitlerinden akıl almaz bir tablo çiziyordu insana.

Bir gün ziyâretine gelmiştim. Odasında Karadeniz’i resmeden bir yağlı boya tablosu vardı. Bilmiyorum şimdi nerededir o tablo? Karadenizli keşanlı bir hanım ve yayla hayatını anlatan bir tablo. “Hocam, hayrola, bu tablo nereden geldi?” dedim. Hep böyle zamanlarda kullandığı esprili bir söz vardı. Derdi ki: “Oğlum, derviş kısmı lübcü olur.” “Lüb” kelimesinin ne anlama geldiğini de çok yakın zamanda bir âyeti çalışırken anladım. Hani “lübcü” derken, bütçeye karşılıksız katıvermek demek istemedi; üstüne konmak anlamında değildi yani. Şu anda ressamın ismini hatırlamıyorum ama şimdilerde epey ünlü. Genelde hep Karadeniz resimleri çalışıyor. Resmin hikâyesini şöyle anlattı: “Bu beyefendi bana geldi. Resimlerinin satılmadığından şikâyet etti. ‘Hocam resimlerim hiç satılmıyor, sergi açıyorum bütün resimlerin elimde kalıyor. Siz resim tekniğinden anlarsınız. Lûtfen bana resimlerimi nasıl yapacağım, resimlerde hangi renkleri kullanacağım, ışığı ve perspektifi nasıl ayarlayacağım konusunda yardımcı olur musunuz? Bir de benim şu ana kadar yaptığım resimlerin resim sanat târihinde hangi ressamın çizgisine ve hünerine daha uygun olduğunu söyler misiniz?’ dedi. Ben de resim sanat târihi hakkında bilgi verdim. Hangi renkleri kullanırsa daha iyi olacağını söyledim.”

Hocam tam burada çok güzel bir şey söylemişti. Bu söyledikleri ile ilgili geniş mâlûmâtı Akademik Yıllarım adlı kitabının sonundaki 5. ek olan “Resim San’atına İlgim” isimli makalesinde anlatmıştır. Hocam Louvre Müzesi’nde bir tabloda Hz. Îsâ’nın deforme olmuş boyutlarda resmedildiği bir tablo görür ve bu anamorfik görüntü onu rahatsız eder. Bir yandan da kendisinde büyük bir merâk uyandırır. Müzeden çıkınca karşısına çıkan bir teleobjektif birden zihninde bir şimşek çakmasına sebep olur. Teleobjektiflerle fotoğraf çekildiğinde manzara deforme olmaktadır. İşte Hocam o anda, az önce gördüğü tabloyu yapan ressamın hâdiseye kendi gözüyle değil de sanki yaklaşık 150 mm odak uzaklığına sâhib bir teleobjektifle bakıyormuş gibi bu tabloyu yaptığını idrâk etmiş. Müthiş bir keşif bu. Daha sonra ressamların tablolarını, normal gözün bakış açısına denk gelen 50 mm odak uzaklığındaki bir objektif arkasından mı yoksa geniş ya da dar açılı bir objektifin arkasından mı ya da 75°’lik bir görüş açısına karşılık gelen 25 mm odak uzaklıklı bir objektif arkasından mı, yani ressamların hangi görüş açısına karşılık gelen ne kadar odak uzaklıklı bir objektifin arkasından bakıyormuş gibi yaptıklarını anlamaya başlamış ve bundan çok heyecan duymuş. Çok keyifli bir makaledir bu. İşte Hocam bu bilgilere sâhib biri olarak kendisine gelen ressama tabloları hangi açıdan yaparsa, tabloyu görenlerin, inceleyenlerin izleniminin daha iyi olacağını anlatmış.

Adam, Hocamın bu söylediklerini tatbik etmiş. Aradan bir yıl geçmiş, bir sergi açmış ve bütün resimleri satılmış. O kadar mutlu olmuş ki, en sonunda “Bir tane tablomu da Ahmed Bey’e hediye edeyim” demiş. Hocam, “O tablo bu tablo evlâdım, lüb geldi işte o ressamdan” demişti.

Şimdi fotoğraf dedik, müzik dedik, tesbîh dedik, resim dedik, bu listeyi alıp uzatabilirsiniz. Tıp meselâ… Geçirdiği o kadar çok rahatsızlık vardı ki, bunları kendi kitaplarında anlatmış, yazmış. Çevresinde çok da doktor vardı; o doktorlarla konuşurken kullandığı vokabüler de şaşırtıcıdır.

Meselâ dil konusundaki hâkimiyeti de muazzamdı. Trabzon’dan bir gelişimde onu bir yere dâvet etmişlerdi. Lûtfetti “Sen de bizimle gel” dedi, misafirliğe gittik. Ben göreceğim kişilerin Türk olduğunu düşünüyordum, meğerse Fransızlarmış. Benim Fransızcam yok; Fransızca konuşmaya başladılar, hiçbir şey anlamadım. Sonra baktım ki adamların ağzı açık kaldı. Hoca’nın Fransızcasına hayretle bakıyorlardı çünkü Fransızca kullandığı vokabüler onu dâvet eden kişilerin dilinin çok üstündeydi. Bir Fransızca, bir dil nasıl bu kadar geniş bir kelime hazînesi ve kavramlarla konuşulur şaşırmışlardı. Dil konusuna büyük bir merâkı vardı.

Bir gün de, ilk geldiğim zamanlarda “Evlâdım, sizi gezdireyim biraz eşinle” dedi. “Tamam gezelim” dedim. O zaman bir Hyundai arabası vardı. Arabasıyla bize bir sürü târihî eser gezdirmişti.

Kullandığı arabayla seyâhat ettiniz yani…

Ooo, çok maceralarımız var. Başına çok işler de açıyordum. Birlikte Ayasofya’ya gittik, Sultanahmet Camii’ne gittik, aklınıza gelebilecek birçok yerlere gittik. Gittiğimiz yerlerde eseri, mîmârîsini, hikâyesini, yapanını, yaptıranını anlatıyordu. İyi de Hocam sen turist rehberi misin, her şeyi bu kadar detayına kadar nasıl biliyorsun, müthiş bir şey. Sonradan öğrendim; Geçmiş Zaman Olur ki… adlı kitabının içerisinde yazmış. Meğer Basın Yayın Genel Müdürlüğü tarafından Cağaloğlu’nda bir rehberlik kursu açılmış, kalkmış ona devam etmiş. Bugün meselâ hangimiz kalkıp şu kursa da gidelim deriz, değil mi? Hâlbuki gitsek oradaki seminerleri alsak az çok bir altyapımız olacak.

Hocam Fransa’da uzun zaman yaşamış. Yabancılarla konuşurken onlara ve bizlere de nasıl söyleyeyim, o şehirleri tüm detayları ile anlatırdı. Paris’i avucunun içi gibi bilirdi. Şurada şu târihî çeşme var, şurada şu yol var, şurada şu heykel var, şurada şu müze var; yani kendi evi kendi mahallesi gibi… Paris’i sokaklarına, târihî eserlerine, sembolik yapılarına varıncaya kadar anlatırdı, bu da güçlü olduğu bir alandı.

İşte bunların hepsi toplanıyor ve o zaman diyor ki insan, zekâ başka bir şey, dâhî olmak başka bir şey ve “hezârfen” olmak apayrı bir şey… Olay böyle…

Ahmed Hocamızın bir koleksiyonu var mıydı?

Koleksiyon konusuna girmeden önce şöyle bir şey söyleyeyim. Biz de bir sürü resim çekiyoruz/çektiriyoruz değil mi? Şimdi bakmayın, bu resimler dijital makine ve telefonlarla çekildiği ve dijital ortamlarda arşivlendiği için târih atsak da atmasak da o fotoğrafın ne zaman, hangi saatte, nerede çekildiği ister istemez tabiî ki bellidir. Hocamın eski albümlerine bakardım; albümde hangi resmin arkasını çevirsem bu resmin târihi, günü, saati, kiminle, nerede çekilmiş olduğunun kaydedildiğini görürdüm. Resimlerin hepsinin arkasına not almıştır. Hem ilmî çalışmalarının hem resmî çalışmalarının müthiş bir arşivini tutmuş, neyin nerede olduğunu bilebilecek kadar o günün koşullarında didaktik bir şekilde bunları belirtmiştir.

Müziğe merâklıydı, çok güzel bir CD koleksiyonu vardı, sonra ne oldu bilemiyorum.

Tesbîhi biliyorum çünkü odasına girişte bir sehpası vardı ve onun yan gözünün içinde bir sürü tesbîhler vardı. Böyle bir hâtıramız da var kendisiyle. Karşısında oturuyordum, “Sen tesbîhten anlar mısın?” dedi. “Hayır Efendim, zikir tesbîhinin dışında bir şey bilmem” dedim. “O gözü açar mısın?” dedi. Gözü açtım; bir sürü deri veya kadife keselere konmuş tesbîh vardı. “Evlâdım, aç, bak onlara” dedi; açtım, baktım. Anlamıyordum ama göz alıcı güzel tesbîhler vardı, kim görse ilgisini çekerdi. “Seç, içlerinden bir tanesini al” dedi; yani bana bırakmıştı seçimi… Tesbîhten anlamıyordum, bir de “Efendim, ben 33’lük tesbîhten pek hoşlanmam” demiştim. Bu şekilde söylememem lâzımdı ama söylemiş bulundum işte o anda, ne gereği vardı bunları söylemenin yani… Sadece hani elime tesbîhi alayım, onunla oynayayım, bende öyle bir zevk yoktu, bunun için de kullanmam demek istedim. Neyse başladım teker teker tesbîh keselerini açmaya… Benim kendime göre ölçüm de tesbîhin kokusuydu. Alıyorum bir koku verecek mi diye kokluyorum. Bir tesbîh aldım elime, çok güzel kokuyordu ama ne olduğunu bilmiyordum. “Efendim bunu alıyorum” dedim. Şöyle bir kaşlarını çattı; “Köftehor; hem anlamıyorsun hem en iyisini seçip aldın” dedi. “Efendim, ben anlayarak değil sadece kokusuna göre seçtim” demiştim. Güzel bir tesbîhmiş. Sonra ismini söyledi; “pelesenk” denilen bir ağaçtan yapılmış, böyle hafif zeytûnî renkte. Hâlâ saklıyorum onu evimde.

Bir gün de elindeki tesbîhle hemhâl oluyor yâhut zikrediyordu; ben de karşısındaydım. “Efendim, ne güzel tesbîhiniz var” dedim. Der demez tesbîhi bana doğru fırlattı; öyle ki havada kaleci gibi yakalamıştım tesbîhi. Bir de yurt dışına gittiği zaman aldığı çok orijinal bir bıçağı vardı, onu da taşıdığını hiç görmezdim. Bir gün Trabzon’da “Benim ayakkabımın bağı koptu, bana gelirken bir ayakkabı bağı getirir misin?” dedi. O evde, ben işteydim. Ayakkabı bağcığı için gereken uzunluğu bilemiyordum. Aldığım bağ biraz uzun geldi. Baktım minicik bir şey çıkardı; çok güzeldi, falçata gibi değildi. Oldukça küçük bir şey olmasına rağmen hemen kesti. “Ne kadar orijinal bir şey” dedim, hemen onu da fırlattı bana doğru. Şimdi bir, iki, üç; bir, iki, üç böyle devam edince “Hocam, ne beğenirsem veriyorsunuz” dedim. “Evlâdım, bizden bunu istedin bunu verdik, Muhammedî ahlâkı isteseydin onu da verirdik” dedi. Böyle de bir latîfe yapmıştı.

Cömertti; yani çalıştığı hayata göre… Bir devlet bürokratıydı ama sıkıntılıydı o konularda. Buna rağmen İstanbul’a geldiğim zaman hayatımın en güzel, en kaliteli lokantalarına, en güzel yerlerine beni o götürdü, cömertliği tartışılmazdı. Sehâvet nedir onu da yazdı zâten değil mi, Üsküdar sehâveti denilen bir haslet vardı, o ahlâk kendisinde canlı bir şekilde görünüyordu.

Hayatı boyunca pek çok hastalık geçirdiğini biliyoruz, hasta olduğu anlarda bunu nasıl yaşardı, şâhidliklerinizi paylaşabilir misiniz?

Tabiî; kitaplarında kendisi de yazmıştı. Hocamızın geçirdiği rahatsızlıklar vardı, ben bunların birçoğuna çok yakînen şâhit oldum. Hakîkaten bir insanın hastalık karşısında nasıl bir mânevî edeble durabileceğinin en güzel örneklerini bize sundu. Akkuyu Nükleer Santral İhâlesi değerlendirme raporlarını hazırlaması, şirketlerin tekliflerinin değerlendirilmesi için 1998 yılında, Ankara’da TEDAŞ misâfirhânesinde devlet kendisine bir oda vermişti. Fakat enteresandır; Türkiye’nin kaderini ilgilendiren, bu kadar büyük mâlî yatırıma dönüşebilecek bir işte devlet bir bilgisayar bile vermemişti kendisine. O zaman bir arkadaşından, iş arkadaşından -ki bizim bundan sonradan haberimiz oldu- ricâ etmişti ve arkadaşı ona bir bilgisayar verip “Hocam, buradayken kullanabilirsiniz” demişti. O bilgiler Türkiye için çok önemliydi; oraya gittiğimiz zaman görürdük, kelepçeyle çantayı koluna bağlardı. Bir nükleer santralin kurulabilmesi için yapılan propagandalar, rüşvet teklifleri, böyle akıl almaz bir boyutu da vardı işin. Dosyalar devâsâ boyutlarda; yaz, yaz, yaz, çıktı al, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na rapor sun… Kullandığı bilgisayarın ekran çözünürlüğü çok kötüydü ve sağ gözünü orada kaybetti. Kaç kere bu göze müdahale edildi. Geçirdiği rahatsızlıkları anlatırken bir kere bile şikâyet anlamında bir kelimenin kendisinden sâdır olduğunu görmedim. Resimlerine baktığınız zaman siz de görüyorsunuz; sağ gözünde hafif bir rahatsızlık tablosu vardır.

Hattâ bir gün kendisine bir espri yapmıştım. Odasında çok sevdiği, böyle yandan bakan bir fotoğrafı vardı, bize de vermişti. Önce anlamadım o fotoğrafta sağ gözünün rahatsızlığının belli olduğunu, “Hocam, Mona Lisa gibi çıkmışsınız burada” dedim. Hani sanatta nereden bakarsan bak hep size bakıyormuş izlenimi veren resimler vardır ya hakîkaten öyle bakıyordu Hocam fotoğrafta; böyle şakalaşmış, gülmüştük. Sonradan durumu farkettim. Şimdi yapamam aynı espriyi; o sebeple olduğunu bilseydim böyle söylemezdim.

Ondan sonra kaç kez gözünden ameliyat oldu. Ama ne yapılırsa yapılsın o göz kayboldu. Ayrıca geçirdiği kanserler, olduğu başka ameliyatlar vardı. Pek çok sağlık sorunu ile karşılaştı ömrü boyunca. Önemli olan bunlar değildi, önemli olan bize devamlı söylediği, hayatı boyunca kendisinden hiçbir şey öğrenmesek bile hepimizin kendisinden duya duya ezberlediği şu sözüydü: “Ben hayatımı yalnızca Cenâb-ı Peygamber Efendimiz’in iki hadîsi üzerine kurdum. Birincisi: ‘el-Hayru fî mâ vaka’a’ yani ‘Vukû bulanda hayır vardır.’ İkincisi de: ‘Bir işin sonunu sabırla beklemek ibâdettir.’”

Şimdi benim de başım sıkıştığında, altından çıkamayacağım dünyevî birtakım şeyler olduğu zaman bir can simidi gibi sarılabileceğim tek şey bunlardır: “Bir şeyin sonunu sabırla beklemek ibâdettir, vukû bulanda hayır vardır.” Sonradan anlıyorum ki bütün bunlar kâmil bir zâtın âleme nasıl bir temkîn ve rahmetle baktığının formüle edilmiş ve bir ahlâk hâline getirilmiş yaşam kılavuzlarıdır.

Ahmed Hocamızla yaptığınız seyâhatleri ve buralardaki hâtıralarınızı da öğrenmek isteriz sizden mümkünse…

Hocam, TEAŞ Genel Müdür Danışmanı olarak Ankara’da iki yıl geçirmişti. O arada tabiî eski düzen sarsıldı. Haftada bir olan toplantılar iptal olunca insanlar kendi rehberlerini görmek için Ankara’ya hücûm etmeye başladı. Ankara’yı hiç bilmiyordum ama ben de gittim. Hattâ o zamanlar Stad Oteli vardı; “Orada kalırsın, ben seni oradan alırım” derdi. Şimdi enteresan bir şey; kim oraya gitse hakîkaten hiçbir bezginlik göstermedi. Hani insan her gün aynı şeyi yapar mı, bir yerde bıkar. Diğer misafirlerine ne yaptıysa bana da onu yaptı. Hattâ Ankara’da sadece ziyâret edilecek yerler açısından değil, nerede yemek yiyeceğiz, en güzel nereye gideceğiz, bunlara varana kadar düşünürdü. Hele uçakla dönüyorsam beni muhakkak yemeğe götürecekti ve sonra da Esenboğa’ya kadar da arabayla bırakacaktı. Bir kere bile hadi sen şuradan bir taksiye atla veya işte ne bileyim o zamanın havaalanı otobüsleri neyse, onlara bin git dediğini hiç duymadım; getirdi, götürdü; getirdi, götürdü.

Yine Ankara’ya kendisini ziyârete gitmiştim. Çok yağmurlu bir gündü. Eşim de vardı yanımızda. Bizi aldı; beraber Eskişehir Sarıköy’de Yunus Emre’ye gittik, oradan da aynı gün Bilecik’te Şeyh Edebâli’ye gittik. Ama nasıl bir yağmur, simsiyah bulutlar… Yolda çok güzel bir yerde birlikte yemek yedik. Bu seyâhat sırasında “Seni buraya niye getirdim biliyor musun? Çünkü ben bu seyâhati Efendimle yaşadım. Beni de kendi Efendim, rehberim buraya getirdi. Bütün bu hâtırâtı size yaşatmak ve aktarmak için sizi buraya getirdim” demişti. Elbette biliyorum ki bunu bütün kardeşlerime söylemiştir.

Hacı Bektâş-i Velî’yi de çok seviyordu. “Hacı Bektâş-i Velî’ye bir gidelim evlâdım” derdi. Oraya gitmemiz nasîb olmadı ama benim dışımda başka arkadaşlarla gittiler. İnşâallâh bakalım fırsat olursa biz de gideriz.

Onun dışında başka seyâhat yapmadık ama Trabzon’un içinde gitmediğimiz yer kalmadı.

Ahmed Hocamızı Trabzon’da yaylada yürürken çektiğiniz bir video görmüştük, bunun hikâyesini dinleyebilir miyiz sizden?

Zigana tatil köyünden yukarı doğru çıkarken çok güzel sisli bir hava vardı. Yorulmuştuk, yamacın eteğinde biraz oturup dinlendik. Orada sırtı terlemişti; ben de arabanın arkasından kırmızı kilim desenli yöresel bir örtüyü çıkarmış ve omuzlarına vermiştim. O örtüye sıkıca sarılmış, arya okuya okuya yukarıdaki çeşmeye doğru yürümüştük. Çeşmenin önünde eğilip oluktan akan leziz suyu avucuyla içmişti. Suyun şırıltısı, rüzgârın esintisi, sisin yoğunluğu ve yamacın yeşil örtüsü zihnimde bir Akira Kurosava sahnesini canlandırmıştı. Kayıtta olan kamerayla bu anları yakalayabilmiştim ama suyu içtikten sonra yamaçtan aşağı doğru yürüyüşü gerçekten etkileyici bir kadraj yaratmıştı. Rüzgâr kırmızı kilim desenli örtüyü dalgalandırıyor, Hocam kendine has yürüyüşü ile kadrajda gittikçe küçülüyordu. Çok doğal, dokunulmamış, gerçek zamanlı bir andı bu…

Çok yere gittik tabiî… Trabzon’da Sümela Manastırı, Zigana Dağı, Uzungöl… Ancak nereye gitsek, her şeyi benden daha iyi biliyordu… Nerede ne yemek yenir, nerede ne içilir…

Çok enteresan bir şey; şimdi aklıma geldi. Bunu hiçbir yerde anlatmadım. Hocam hayatının bir döneminde, orayı iyi çözemedim, çok genç bir döneminde Trabzon’a gelmiş. Trabzon’a gelmekle kalmamış, dedemin köyüne gitmiş. Dedem sonra topraklarını satıp şehirde ev, iş kurmuştu ancak dayılarım ve dayımın çocukları hâlâ oradalar. Şu anda “Bengisu” deniliyor ama asıl adı “Kisarna”dır. Eskiden Rumlar orada yaşadıkları için bu isimler kullanılırdı; biz de oraya o zamanlar “Kisarna” derdik. Orada da hâlâ çıkan Kisarna Mâden Suyu denen bir kaynak suyu var. İşte Hocam bizim köyümüze gelmiş. Benim çocukluğum da hep o köyde geçti.

Rastladınız belki…

Yok, rastlamışsam da bilemem ama o örtüşme güzel, çok hoşuma gitti; “Ya Hocam senin bizim köyde ne işin var?” dedim, “Evlâdım, ben orayı ziyârete geldim ve mâden suyu içtim” dedi.

O zaman fabrika bu kadar disipline edilmemişti. Köylü, herkes bidonlarını, şişelerini doldurur, kendi evine taşırdı. Oranın sâhibi de bunu ücretsiz olarak verirdi. Mâdenî kapaklar olmadığı için köyde şişelerin ağızlarına mantar tıpalar koyulurdu. O zaman mâden suyu o kadar keskindi ki gecenin bir saatinde “pat” diye bir patlama olurdu. İçeriğindeki gaz o tıpayı attıracak kadar güçlüydü; artık o dönem geçti.

Şimdi tatil olunca çocuklar hemen bir yerlere gideyim diyorlar. Ama biz çocukken tatil olunca Kur’ân-ı Kerîm, elifbâ, kısa sûreler, tecvid öğrenelim diye “Köye git” derlerdi. O yüzden çocukluğum tatillerde hep o köyde geçti. Evimizle o mâden suyunun çıktığı kaynak arasında da bir 20 m mesâfe vardı. Çocukluk işte, hemen koşa koşa giderdik. Hattâ o mâden suyu ile abdest aldığım zamanlar bile oldu.

İstanbul’a geldiğim zaman, yemeğe götürdüğü hiçbir yerde bana beş kuruş harcatmamıştır, “Evlâdım, misafir ev sâhibinin kuzusudur. Hiç sesini çıkarmayacaksın” derdi. Trabzon’a geldiği zaman da aynı şeyi ben yapardım ama yasakları delerdi. “Şurada bir yere uğrayacağım, sen eve geç” der, arkamdan gider, fındık alırdı. Her yeri ezberlemişti, her şeyi yapardı. En komik sahne ise Trabzon’a geldiği bir sefer bana fındık hediye getirmesiydi. Açtı bavulu “Oğlum, şöyle bir şey var, sana fındık getirdim” dedi. “Vallâhi iyi yaptın, Trabzon’da kıtlığı vardı fındığın” dediğimde de “Evlâdım, bizim fındığımız farklı” demiş, öyle şakalaşmıştık.

Ama yol açısından o ilk anlattığım önemli.

Ahmed Hocamızla seyâhatlerinizi dinledikten sonra arkadaşlık ve yol mevzûunda bir şey daha öğrenmek isteriz sizden. “Önce refîk sonra tarîk/Önce yoldaş sonra yol” sözüyle alâkalı neler söylersiniz bize?

Bir insanla hayatınızın belli bir döneminde çok yakın abilik, amcalık çizgisinde bir münâsebetiniz olduysa oradan mürşîdlik çizgisine geçmek çok zor olmakta. O andan sonra ölçünüz, konuşmanız, oturmanız, telefon açmanız, hepsi değişiyor. Hocamın taşıdığı görevin kendine özgü bir celâliyeti vardı üzerinde. Bu kaldırılması çok zor bir şey, hele yakındaysanız. Ne derler “Kurb-i sultân âteş-i sûzan / Sultâna yakın olmak yakıcı ateştir”. Bunu kaldırmak çok zordur.

Ahmed Hocamızın insânî münâsebetlerinde önem verdiği prensipleri ne idi acaba?

En hassas olduğu şeylerden birincisi şu idi: “Evlâdım, ben seni saat 11.00’de evde bekliyorum” dediyse siz de tutar 11.00’e 5 kala zili çalarsanız veya 11.00’i 2 dakika geçe zili çalarsanız yukarı çıktığınız zaman ilk duyacağınız söz, kim olursa olsun, kesinlikle şu olurdu: Evlâdım, ben sana saat kaçta gel dedim, 11.00’de gel dedim, 11.00’de gelecektin. Sen buraya gelmeden önce belki ben pijamalıyım, belki de dişlerimi fırçalayacağım, belki kravatımı takacağım, üstümü giyineceğim, gömleğimi giyineceğim. Sen beni sıkışık bir alana soktun.”

Herkes kendisini çok rahat, istediği zaman arayabilir, kendisine rahat ulaşabilirdi. Ama koşul tamı tamına onun vermiş olduğu saatlerde orada olmaktı ve bu ucu açık bir saat değildi. Yani “Saat 13.00’te burada olacaksın, sana saat 13.00 ile 14.00 arasını verdim” dediyse siz saat 14.00 olduğu zaman ayağa kalkacaksınız ve “Efendim, müsâadenizle ben ayrılıyorum” deyip çıkacaksınız. O size git demeyecek, siz bunu yapacaksınız. Çünkü sizden 3-5 dakika sonra başka birisi gelecektir. O anlamda kimsenin hakkına girmek istemezdi.

Gençlerle konuşmayı çok severdi. Kendisine soru sorulmasını da isterdi ve severdi. Bir sorunuz var mı?” diyerek soru sormanız için sizi teşvik ederdi. Kendisini keşfedenleri, soru soranları, hani sohbet pîşekârlığı yapacak olanları çok severdi. O yüzden belki beni sevmişti, pîşekâr olduğum için… Benim burada konuştuğuma bakmayın; ben Hocamın huzûrunda hiç konuşmadım. Sadece televizyon programlarında ve kitapta okuduğunuz röportajlar/sohbetler için huzûrunda konuşmuşumdur. 1995 yılından sonra gayet resmî konuştum kendisiyle; öyle şaka da yapmadım, ölçülü davrandım.

Hassas olduğu şeylerin ikincisi şuydu; yanına giderken herkes bir şey götürmek ister ya, “el boş gönül dolu” gelinmesini isterdi, buna çok dikkat ederdi.

Bir de kendisine vesâyet taslanmasını istemezdi; buna dikkat ederdi. Çok özel bir hâtıram olarak bir gün vesâyet konusunda verdiği çok önemli bir ders vardır. Trabzon’da bulunduğu sırada bir sıkıntısı olmuştu. O günün rakamıyla bilemiyorum ne kadar, hadi 150 lira olsun, bugün için düşük olabilir ama o güne göre yüksek bir rakamdı, bir meblağ ödemesi gerekmiş ve bu sebeple canı sıkılmıştı. Evin içinde bir ileri bir geri gergin bir şekilde dolaşırken “Efendim, bir şey söyleyebilir miyim?” diyerek iznini aldıktan sonra benim aynı zamanda bir iş adamı kimliğim olduğunu ve eğer müsâadesi olursa bu parayı onun adına ödeyebileceğimi ifâde ettim. Nerden dedim, keşke demeseydim… Söz ağızdan çıktıktan sonra keşke yoktur. Karşımda durdu ve “Evlâdım, bir rehberle, yol gösterici ile, mürşîd ile bir ihvânının veya bir öğrencisinin ilişkisi sadece ilim ilişkisidir, para ilişkisi değildir” dedi. Şimdi bu düstûru alacaksın ve böyle kocaman duvara yazacaksın. Bugün bir bakın etrafa, çevreye; insanların Allâh’a ulaşma cehdleri, duyguları, birçok değerleri nasıl sömürme noktasına getirilmiş, ne kadar istismar edilmiş. Bu sözleri sert söyledi ama “Pekiyi” dedim. Sonra hemen, Bu benim şahsî çilem. Sen benim şahsî çileme ortak olamazsın. Benim şahsî çileme benim ailem, arkadaşlarım ortak olur. Benim paraya ihtiyacım varsa gider ya meslekî arkadaşımdan ya başka bir yerden ister, ‘Bana 3 günlüğüne, 5 günlüğüne şu parayı ver’ derim ama sana diyemem, demem” diyerek konuşmaya devam etti. Bunun üzerine “Pekiyi o zaman, bizim iş hayatımızda her gün bankalarla işimiz var. Siz evden dışarı çıkmayın, bana adresi ve şahsın adını verin, izninizle havâleyi yapalım. Bizim kanalımızdan gittiği için de havâle masrafı ödemeyelim. Bu işi bitirelim” dedim. “Tamam, çok güzel, olur” dedi. Akşama da birlikte dışarı çıkacaktık; Ziraat Bankası’na uğrayıp, para çekip bana vereceğini söyledi. Herhâlde maaşlarını oradan alıyorlardı o zaman. Çocuklara parayı havâle etmelerini söyledim. Makbuzu bana ulaştırdılar ama makbuza hiç bakmadım, aldım, cebime koydum. Akşam Hocamla çıktık, dolaştık, bir tur attık. Başka işler de vardı. Bankaya uğradı, parasını çekti, eve geldik. Sonra “Paranı çalışma masanın üstüne koydum, say ve al” dedi. Gittim, parayı saydım. Bir baktım 150 lira ve ilâve olarak da 15 lira bozuk para vardı. “Efendim, bunu niye koydunuz buraya, para bu kadardı” dediğimde “Sen makbuza baktın mı?” diye sordu. O vakte kadar makbuza bakmak aklıma gelmemişti; “Bakmadım” dedim. “Bir bak evlâdım da ondan sonra konuşalım” dedi. Makbuza baktığımda 150 lira+15 liralık ödeme olduğunu gördüm. Meğer banka memuru “Sizin soyadınız Şahinler; farklı bir soyadla gittiği için sizden havâle masrafı alacağız” demiş. Bunu nasıl anladığını, nasıl gördüğünü, nasıl hesap ettiğini bilemiyorum ama işte o havâle masrafını bile masanın üzerine koymuştu. 1986 yılından vefâtına kadar maddî anlamda istismâr anlamına gelebilecek en ufak bir îmâ bile ne benimle ne de diğer kardeşlerimle yaşanmadı; hem de o kadar maddî sıkıntısı, bu tarz şeyleri olmuş olmasına rağmen. Hep böyleydi; çok özel şeyler var da burada bu kadarını söyledim.

Ahmed Hocamızın, sizin Ganiyy-i Muhtefî’nin Merâtib-i Tevhîd Risâlesi Yorumu isimli kitabınızın tanıtımını Fransızca olarak yazdığını biliyoruz. Bu yazı hakkında bizimle neler paylaşabilirsiniz ve bu kıymetli eseriniz üzerine kendisiyle yaptığınız hasbihâlleri mümkünse sizden dinleyebilir miyiz?

Fransa’da bir İbn Arabî Enstitüsü ya da kürsüsü var galiba. Bu kitabın tanıtımını yazarak oraya göndermişti. Çok sonra başka bir kanaldan duydum bunu. Söylemezdi böyle şeyleri. Benim bundan şımaracak hâlim yoktu ama eskiden babaların çocuklarını uyurken sevmeleri gibi kendisi vefâsını ve şefkatini o yazıyla göstermişti. Bana hiçbir zaman bunu söylemedi.

Yaptığım çalışmalardan mutlu olurdu tabiî. Hele Ganiyy-i Muhtefî’nin Merâtib-i Tevhîd Risâlesi Yorumu onu ziyâdesiyle mutlu etti, memnun etti. Ganiyy-i Muhtefî’nin Nefesler adlı kitabının VIII. bölümü olan “Merâtib-i Tevhîd Risâlesi”ni şerh etmiştim.

Bu kitabın hikâyesi çok farklı. Ben derslerimi bitirdikten sonra Hocam Merâtib-i Tev- hîd’e başlamadan önce beni farklı bir zikre yöneltmişti. O arada, o boşluk içerisinde, tam aradan birkaç gün geçti ki Hocama “Efendim, ben bu ‘Merâtib-i Tevhîd Risâlesi’ni şerh etmek istiyorum. Bana izin verir misiniz?” dedim, “Hay hay evlâdım, yap görelim” dedi. Ben de “Pekiyi nasıl yapayım, yani diyelim ki Tevhîd-i Ef’âl’i, Tevhîd-i Sıfât’ı, Tevhîd-i Zât’ı yazdıktan sonra teker teker size mi göndereyim yoksa …” derken, “Yok, öyle bir şey yapma, sen bunların hepsini yaz, sonra bana gönder” dedi. “Tamam” diyerek yazmaya başladım.

Bir yıl sürdü yazmam ama nasıl bir yıl, günde 5-6 saat çalışıyordum. Ben gençliğimde bile ergenlik sivilcesi çıkarmayan bir adamken, vücûdumda bir sürü şeyler çıktı o sıkıntıdan, stresten, o kavramlarla uğraşmaktan. Düşünün 22 yıl geçmiş aradan; 2000’de olan bir hâdise bu. Bir yıl sonra bitirdim; “Göndermek istiyorum size” dedim. “Gönder evlâdım. Yalnız sana bir şey söyleyeceğim” dedi. “Buyurun” dedim. “Sen bunu bana göndereceksin ama ben bunun üzerinde bazı düzeltmeler yapacağım. Kırmızı kalemle altını çizdiklerimi çıkaracaksın. Yeşil kalemle ilâve yazmışsam ilâve edeceksin. Sarı kalemle altını çizdiklerimi senin idrâkine bırakıyorum, ister koyarsın, istersen koymazsın,” dedi . Bu beni hem ürküttü hem çok mutlu etti. Mutlu etti; şöyle ki yıl 2000, ben gerçek anlamda bir Merâtib-i Tevhîd eğitimi görmemişim ama buna rağmen bunun tamamını şerh etmek gibi ağır bir yükün altına girmişim. Benim bilgi birikimimin dışında bana ne katacak. Asıl önemli olan, hasretle beklediğim bu. Yanlışımı ve eksiğimi neler tamamlayacak, bizim için önemli olan o. Zâten buraya kadar anlamışım, yazmışım; yâhut işte toplamışım bilgileri, bir kitap hâline getirmişim.

Bekliyorum ki aradan hani bir ay geçecek, işte ne bileyim bir hafta geçecek ve Hocam okuyacak. Derken gönderdiğim günün akşamı veya bir gün sonra kitap geri geldi. “Tamam evlâdım, gönderdim” dedi. “Allâh, Allâh” dedim. Bilgisayarda gelen e-postayı açtım, dosyayı indirdim. Bakıyorum; hiçbir şey yok. Ne kırmızı çizgi var, ne yeşil var, ne sarı var, hiçbir şey yok, sadece bir not var: “Evlâdım, tebrik ederim, çok güzel yazmışsın. Ama şunu anladım ki sen zâten Merâtib-i Tevhîd’in zor bir konusu olan “Tevhîd-i Ef’âl”i anlamamışsın, bu sende bir idrâk olarak oturmamış. Benim daha önce ‘Kader’ üzerine yazmış olduğum bir makalem var. Eğer izin verirsen bu bölümü ekleyelim.” Nezâkete bakar mısın, ne demek izin verirsen, elbette hemen ekledim. Kitap o günden bugüne geliyor, hiç dokunmadım. Bu kitaba hiç ek yapmadım. Ama içinden parça parça bölümleri başka kitaplara koyduk. Meselâ İnsan Denen Bulmaca içerisinde var, Tesbîhe Çağrı’nın içerisinde ise Fenâ Mertebeleri var. Bunlar bir Efendi’ye yapılan hizmettir, önemli bir şeydir. Böyle bir hizmetin içerisinde olabilmek, o takdîri alabilmek tabiî ki artı birtakım açılımların, muhabbetlerin oluşmasına vesile olmuştur. O yüzden ben diyorum ki şu ana kadar eğer hiç bitmeyen bir yazma aşkım, öğrenme ve okuma aşkım varsa demek ki o duâlarla geliyorum hâlâ, bunun bilincindeyim. Yani bâzen işte yazdım gibisinden egolu lâflar ediyorum ama öyle de dememek lâzım. Hepsi o bereketin, bu yolun kendine özgü zerâfetinin, ikliminin bana kazandırdığı şeylerdir, güzellik onlara özgü…

Şimdi bakıyorum da özellikle Merâtib-i Tevhîd’le ilgili ortaya koyduğumuz bu çalışmalar, yazdıklarımız bugün Türkiye’deki Melâmî kardeşlerimin sitelerinde adımı koymasalar da kaynak bir kitap olarak okutuluyor. Bunu görünce çok mutlu oluyorum. Demek ki biz hizmetimizi, görevimizi yerine getirmişiz. Bu kitap çıktığı zaman çok incitici ve kırıcı telefonlar da almıştım. Türkiye’nin dört bir yanından bu ekole mensup kişiler, Trabzon’da böyle bir damar mı var, nasıl oldu da bizim sohbetlerimizde kapalı geçen bu konu sistematik bir kitap olarak ortaya çıkar, bunu nasıl sen yazarsın dediler veya yazanın ben olduğumu hiç düşünmeden, tam tersine bunu sana kim yazdırdı diye arkamda başka birilerini aradılar. Hâlbuki enteresandır; benim Melâmî neşe ile olan ilişkim Hocamla da başlamamıştı. Hiç unutmuyorum 1978 yılında o ekolden gelen bir kardeşimiz, Niyâzî-i Mısrî hazretlerinin Dîvân’ından Seyyid Muhammed Nûrü’l-Arabî’nin ve halîfesi Hacı Maksûd Efendi’nin eserlerine varıncaya kadar bütün o külliyâtı, ücretini kendisine ödediğim İstanbul Beyazıt Sahaflar Çarşısı’ndaki Şakir hocadan bir koli hâlinde almam için bana yardımcı olmuştu. Oraya intisâb etmemiş olmama rağmen seksenli yıllarda bu kitapların hepsini okumuştum zâten. Hocamla hiç tanışmadığım yıllarda hazırladığım bir kitapta Fenâ Mertebeleri’nin ilk 3 tanesini yazmıştım.

Ahmed Hocamızın yazılarında ve konuşmasında mümtaz bir dil ve üslûba sâhib olduğunu görüyoruz. Sizin; Hocamızın bu zengin kelime dağarcığını yine kendi metinlerinden örneklerle bir sözlük olarak hazırladığınız Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre Misalli Kelimeler/Kavramlar Sözlüğü isimli bir eseriniz var. Bu eserin önsözünde bu çalışmanızın hikâyesini anlatıyorsunuz. Bu hâtıraları ve bu çalışmanızı burada bir kez daha sizden dinleme bahtiyarlığına erişebilir miyiz acaba?

Hocamla ilgili yaptığım çalışmalarla ilgili en son, en acıklı sahnedir bu. Bir gün yanına gittiğimde Biliyor musunuz, sizinle ilgili bir sözlük hazırlıyorum” dedim. “Ya öyle mi?” dedi. “Görmek ister misiniz?” diye sordum. “Bakalım” deyince de flash belleği çıkardım; bilgisayarına taktı. Dosyanın adını “mini sözlük” koymuşum. Hâlbuki mini bir sözlük değildi. 2 cild olarak çıktı. Ama niye öyle yaptım onu da bilmiyorum. Onun çalışma odasını biliyorsunuz; Boğaz’a arkası dönük oturduğu masası buradaydı. Bilgisayar önünde açık, o sandalyesinde. Ben de dizlerimin üstüne geldim; dizinin yanında oturdum. Ekrana bakıyor, onu izliyordum. Dosyayı açtı, baktı, inceledi. Hani şöyle bir başını çevirmesi vardır ya; öyle bana baktı, nazarlarını gözlerime dikti… “Bunu ben görmeyeceğim evlâdım. Çok ağır bir yükün altına girmişsin” dedi. Duygulanmıştı bu çalışmadan. Yapacak bir şey yok, keşke görseydi diyeceğim ama olmadı.

Kıymetli Yusuf Eren Soğul kardeşimin anlattığı bir hâtırasından, Hocamın bu çalışmamdan ziyâdesiyle mutlu olduğunu bir kez daha öğrendiğimde nasıl sevindiğimi size anlatamam. Yusuf Eren kardeşim bir gün kendisiyle odasında sohbet ederken, ona Ekrem Demirli hocamızın Türkçeye tercüme ettiği Suâd el-Hakîm’in hazırladığı İbn Arabî Sözlüğü’nü işaret etmiş ve “Bak Yusufcuğum, Necmettin Ağabeyin de benim için böyle bir sözlük hazırlıyor” demiş.

Bugün Türkiye’de belki örnekleri çoğalmıştır, yeni çıkan yayınların hepsini bilemiyorum, takip edemiyorum daha doğrusu. Ama o zamanlar Kubbealtı Neşriyâtı’ndan Misalli Büyük Türkçe Sözlük (Kubbealtı Lugatı) yeni çıkmıştı. Benim ilhâmım da o oldu. Türkiye’de misalli sözlüğün ilk örneklerinden bir tanesidir; çok önemlidir o sözlük. Hocam “Evlâdım, fakîr, hayatımda en çok sözlük eskittim” derdi. Hakîkaten odasında görürdünüz, devamlı kullandığı sözlükleri vardı. Şimdi bâzen diyorum ki bu neşe acaba oradan mı bana geldi; zira kelimeler, kavramlar ve kökenleri tüm çalışmalarımda çok önemlidir, geniş yer tutar.

Ama imlâ konusunu beceremedim; “â” lar, “î” ler için çok kızardı bana. Belli bir zamandan sonra “Bıktım artık, daha düzeltemeyeceğim senin imlâ hatâlarını, sürekli aynı şeyleri yapıyorsun” demişti. Türkçedeki özellikle Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin “eksik imlâ kuralları” ile yazılmasından hoşlanmazdı, bu konuda çok titizdi.

Hocam sözlüklerle ilgili yaptığımız bir sohbette, mutlaka Eşanlamlı Kelimeler Sözlüğü, Etimoloji Sözlüğü ve Kâfiyeler Sözlüğü’nün de hazırlanması gerektiğini, bunun Türk kültürüne büyük hizmet olacağını, bilhassa Kâfiyeler Sözlüğü’nün Türk şiirinde bir patlamaya yol açacağını ve gençlerimizi şiir yazmaya teşvik edeceğini söylemişti.

Dediğim gibi ülkemizde şahıs sözlüğü çok yoktur ama yapılsa çok faydalı olur. Meselâ bugün diyelim ki bir Mehmet Âkif’in Safahât’ını kaç kişi alıp da okuyabilir; yanında muhakkak bir sözlük olacak.

O sözlüğü hazırlamak tam bir yılımı almıştı, çok da sıkıntılıydı. Hattâ Türkiye’nin önemli yazarlarından bir tanesi sözlüğü gördüğünde ilginç bir şey söyledi: “Necmettin, bu 2 cild sözlük ne güzel. Nasıl bir heyetle hazırladınız bunu?” “Hangi heyetten bahsediyorsun, tek başıma hazırladım hepsini” deyince şaşırdı. Bunun üzerine “Bir insan tek başına 2 cildi bir yıla nasıl sığdırabilir. Bu ancak bir heyetle olabilecek bir şey” demişti.

Ama bunun akılla îzâhı yok, bunun aşkla îzâhı var; yani birisini severseniz siz onun için böyle bir şeyi yaparsınız. Biz buna kendini adamak diyoruz değil mi? Hz. Meryem’in annesi Hanne, hamile olduğunda karnında taşıdığı çocuğu kayıtsız şartsız Mâbed’e adadı ve Hz. Meryem’i doğurunca da onu Mâbed’e götürdü değil mi? İşte adamak denilen şey bu. Herkes hayatını sevdiği bir insana adayamaz; adayanların adları zâten sâhib çıkanlar anlamında sahâbîlerdir. Herkes Hz. Peygamber’in yanındaki sahâbeyi sohbet kökünden gelen bir kelimeyle anlatmaya kalkar günümüzde. İşte sahâbîler Hz. Peygamber’in sohbetine oturdular, Hz. Peygamber onları gördü, onlar Hz. Peygamber’i gördü şeklinde pek çok yazı yazarlar. Evet, bir şey demiyorum bu açıklamaya ama benim açtığım bir parantez daha var. O insanların bir hasletleri vardı. Hz. Peygamber’le konuşurken onlar Yâ Resûlallâh! annem, babam sana fedâ olsun” derlerdi. Kim Hz. Peygamber’e sâhib çıkarsa, hangi dönemde sâhib çıkarsa o, o dönemin sahâbîsidir. Bunu iyi bilmek lâzım…

Ahmed Hocamız bu ülkeye maddî, mânevî bilfiil gece gündüz hizmet etmiş bir büyüğümüz; bazılarının yazımına da şâhitlik ettiğiniz akademik, felsefî, ahlâkî, dînî, içtimâî, târihî mevzûlarda pek çok eser vermiş memleketimizin velûd bir kalemi. Onun bunca emeğine, bitmek bilmez gayretine mukabil, kendisine millet olarak vefâmızı ne ölçüde gösterebildik? Yeni neslin Ahmed Hocamızı maalesef yeterince tanımadığını göz önüne aldığımızda bu durumla alâkalı neler söylemek istersiniz?

Bence Türkiye’nin yakın târihini, Çernobil hâdisesiyle ilgili yapılanları, dünyada ve ülkemizde nükleer santrallerin gelişim seyirlerini veya bir insanın yetişirken neler geçirdiğini anlamak için Hocamızın kitapları hakîkaten bir başucu kitabı olabilecek niteliktedir. Bunların içinde Üsküdar’la ilgili yazılanları bir tarafa bırakıyorum ama Geçmiş Zaman Olur ki…; Galatasarayı Mekteb-i Sultânîsi’nde Sekiz Yılım, Muhabbet ve Mücâdele Mektupları, Portreler, Hâtıralar; Akademik Yıllarım, Çernobil Komplosu, Ah, Şu Atomdan Neler Çektim! adlı kitapları ve diğerleri bence okunmalı. Yeni neslin hafızası zayıf. Türkiye’yi sadece şu anki hâliyle görüp değerlendiriyorlar. Neredeydik, nereye geldik diye hafıza tazelemek isteyenler için çok ciddî kaynaklar bunlar. Kendisi pozitif ilimler alanında yazdığı telif ders kitaplarının www.ozemre.com isimli web sayfasından ücretsiz indirilmesine izin vererek yaklaşık 1000 adet CD aracılığıyla öğrencilerin bilâbedel ulaşmasını sağlamış, bunları vakfetmiştir. Hangi hoca yapar bunu? Hâlâ onun yazdığı kitaplar üniversitede okutuluyor.

Bana sorarsanız yaşarken kıymeti bilinmemiş. Çileli bir yaşamı olmuş ama buna rağmen hiç kimseden şikâyeti olmayan ve kendisine en büyük düşmanlıkları yapanlar için bile “Onlara hakkımı annemin ak sütü gibi helâl ediyorum evlâdım” diyecek kadar yüce gönüllü bir insandı. Yaşadı, göçtü… Eh, tavşanın suyunun suyu bizim gibiler kaldık böyle. Ona lâyık olabilmek zor iş… Allâh himmetlerini dâim kılsın, hizmetlerini unutturmasın, onun gibi olan insanların sayısını arttırsın. Duâ bu.

Toshihiko İzutsu’nun A Comparative Study of The Key Philosophical Concepts in Sufism and Taoism/Ibn ‘Arabī and Lao-Tzu, Chuang Tzu başlıklı iki cildlik eserini Ahmed Hocamızın tercüme ettiğini; bu eserin 1. kısmının çevirisinin İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Temel Kavramlar ismi ile; 2. ve 3. kısmından oluşan ikinci ve son cildinin tercümesinin de Tao-culuk’daki Anahtar-Kavramlar/İbn Arabî ile Lao-Tzû ve Çuang-Tzû’nun Mukāyesesi adı ile yayımlandığını biliyoruz. Kendisinin bu tercümeleri yapma sürecine şâhidlik eden, hattâ Tao-culuk’daki Anahtar-Kavramlar/İbn Arabî ile Lao-Tzû ve Çuang-Tzû’nun Mukāyesesi adlı tercümenin önsözünden anladığımız kadarıyla bu metnin kontrolünde emeği olan bir kişi olarak Ahmed Hocamızın bu tercümeleri hakkında bizlerle paylaşabileceklerinizi dinlemeyi çok isteriz…

Fusûsü’l-Hikem’in veya Toshihiko İzutsu’nun mânevî kavramları anlattığı başka kitaplarının tercümelerini Hocama gelmeden önce birçok mütercimden okudum. Ama onun çevirisi hakîkaten çok enteresandı. Bugün inanıyorum ki eğer Türkiye’de irfânî düşünce; içerisine bizim de dâhil olduğumuz birçok insanın önünü açmışsa; bu çalışmaların, bu kitapların o insanların hayatında çok önemli bir rolü olmuştur. Bu kitaplar bir açılım, bir patlama oluşturdu. Evet, çok hafif bir dil değildi ama anlaşılır bir tercümeydi; dipnotları çok zengindi. Özellikle Tao-culuk’daki Anahtar-Kavramlar/İbn Arabî ile Lao-Tzû ve Çuang-Tzû’nun Mukāyesesi’nin dipnotları çok zengindir, her zaman söylerim. Çünkü Çince ifâdeler muğlak olunca alttaki detaylarla bu ifâdeleri güçlendirmek istedi. Kendinden kattıklarıyla o dipnotlar çok zenginleşti. İnsanlar dipnot okumayı sevmezler ama okuyabilen ve görenler için dipnotlarda çok şeyler saklıdır.

Bu kitaplardan özellikle İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Temel Kavramlar çok baskı yaptı çünkü bizim geleneğimizin önemli bir kitabıydı. Tao-culuk’daki Anahtar-Kavramlar/ İbn Arabî ile Lao-Tzû ve Çuang-Tzû’nun Mukāyesesi ise içindeki Çince kelimeler ve Çinlilere has diyalektik açısından yaklaştığınız zaman zor anlaşılan pasajlara sâhibdi ama Hocam güzel bir çeviri yaptı. Dipnotları dediğim gibi çok zengindi. Benim yaptığım şu oldu: Hocamın çevirisi olan bu kitapların içerisindeki metinleri o kitapların içerisinde bırakmadım; ille şu kitap diye demiyorum, çoğu kitaplarımda bunları harmanlayarak daha geniş bir kitlenin, gençlerin bu hikmetleri daha iyi okuyabileceği bir ortam ha- zırladım. Tao Tâ-O/Tao’dan Tâ-O’ya isimli kitabımda da Tao-culuk’daki Anahtar Kavramlar/İbn Arabî ile Lao-Tzû ve Çuang-Tzû’nun Mukāyesesi adlı kitabın o ağdalı, girift yapısını çok basite indirgeyerek ve kolaylaştırarak okuyuculara sundum; bu bir hizmetti.

Kendisi çok güzel çalışmalara imza attı. Şimdi onlar üzerine çok düşünüyorum. Özellikle tercümeleri konusunda. Belki bununla ilgili bir çalışma da neşredeceğim. Şöyle ki; çok merâk ediyorum, bu kadar yabancı dil bilen bir insanın, bu kadar büyük bir birikimi ve altyapısı olan bir insanın çevirebileceği çok sayıda kitap olmasına rağmen o hayatında sadece 3 çeviriye imza attı ve öyle göçtü. Neden Toshihiko İzutsu’nun yazdığı İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar-Kavramlar ve Tao-culuk’daki Anahtar-Kavramlar/İbn Arabî ile Lao-Tzû ve Çuang-Tzû’nun Mukāyesesi, neden Collège de France’da Prof. Henri Charles Puech’den derslerini izlediği Toma’ya Göre İncîl veya başka bir adıyla Hazreti Îsâ’nın 114 Hadîsi ve sonra buna ilâve ettiği Mücâhid Toma’nın Kitabı, neden kızı Fezâ Özemre ile İtalyancadan Türkçeye çevirdiği Ahmad ‘Abd al Waliyy Vincenzo’ya orijinal adı Gökten İnen Kitap (Il Libro Disceso Dal Cielo) olan Yesrib’de Bahar ismi ile yayımlanan kitap. İşte bu sorulara cevap olabilecek nitelikte kendisiyle yaptığım sohbetleri bir araya getireceğim, bakalım inşâallâh güzel olur.

Şimdi şunu yeni keşfetmeye başlıyorum; Hocamın, mânevî ilimlerde insanları teferruatla meşgul etmeden tarîkat teşrîfâtı, merâsimler ve kurallarına boğmadan hakîkati net, yalın, sâde bir şekilde karşı tarafa nasıl ulaştırabilirim diye bir gayreti, bir tarzı vardı. Hocamın bu tercümelerinin izlerini takip ederek kendisinin bu tarzıyla alâkalı daha geniş açılımlara ulaşabiliriz ümidindeyim.

Ahmed Hocamızın Hazret-i Îsâ’nın 114 Hadîsi-Mücâhid Toma’nın Kitabı adlı eseri hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

Bizde garip bir tavır vardır. Hz. Mûsâ’dan sıklıkla konuşuruz. Bütün menkıbelerin içerisine, câmi vaazlarına, hutbelere, tefsîrlere, hepsine girmiştir. Hz. İbrâhim hakkında akıl almaz bir literatür ortaya çıkmıştır. Bütün peygamberler böyle gelmiştir. Ama ne zaman ki ağzımızı Hz. Îsâ hakkında açıyoruz, Hz. Meryem diyoruz, Mecdelli Meryem diyoruz, Havârîler diyoruz bir soğukluk geliyor insanların içine… Sevgili kardeşim, bunların hepsi Allâh’ın peygamberleri, bu sayılanların hepsi Kur’ân’ın “ülü’l-azm” kategorisi içerisine almış olduğu peygamberler ve bu peygamberler Hz. Peygamber’in ifâdesiyle “Ben Meryem oğluna insanların en evlâsı (en yakını)yım. Zâten bütün nebîler, evlâdu allâttırlar (anneleri ayrı, babaları bir evlâddırlar)” ve bu peygamberler Allâh tarafından gönderildiği söylenen ve aralarında Bakara sûresi 285. âyetteki ifâdeyle “Lâ nuferriku beyne ehadin min rusulih” yani; “O’nun elçileri arasında ayırım yapmayız” diyen peygamberler. Üstelik de Âl-i İmrân sûresi 52. âyette Hz. Îsâ ve Havârîler’in karşılıklı bir konuşmaları vardır: “Îsâ onlardaki inkârcılığı sezince, ‘Allâh’a giden yolda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?’ diye sordu. Havârîler cevap verdiler: ‘Biz Allâh için yardımcılarız; Allâh’a inandık, şâhit ol ki bizler Müslümanlarız.’” Havârîler “ennâ Müslimûn/biz Müslümanız” kelimesini bu kadar açık, net kullanmışlar. Ondan sonra ben Hz. Meryem’den, Hz. Îsâ’dan, Havârîler’den, Mecdelli Meryem’den bahsedince bazıları farklı anlıyor ve bu noktaya takılıyorlar.

Şimdi Hazret-i Îsâ’nın 114 Hadîsi-Mücâhid Toma’nın Kitabı’nın da kaderi öyle oldu. Okuyuculardan gerekli ilgiyi, yankıyı maalesef görmedi. İki tane Îsâ vardır, biri târihsel yani bizim peygamberimiz olan Hz. Îsâ; diğeri ise Pavlus tarafından âmentüsü, teorisi ortaya koyulmuş, içine haç koyulmuş, itiraf koyulmuş, vaftiz koyulmuş, ilk günah esprisi koyulmuş, teslis koyulmuş ve böylece kurgulanmış olan bugünkü Hristiyanlığa ait yapay bir Îsâ’dır. Bugün dünyâ gerçek Hz. Îsâ ile değil yapay bir Îsâ ile karşı karşıyadır. Ama insanın elinden bir şey gelmiyor; yani o dünyâ bunu dogmatik bir şekilde kabûllenmiştir.

Hocamın o kitabı aslında bize, bizim Hz. Îsâ’mızı, târihsel Hz. Îsâ’mızı, Kur’ân’daki Hz. Îsâ’yı anlatmaktadır. Ama bu kitap soğuk karşılanmıştır, çok baskı yapması gerekirken çok az baskı yapmıştır. Bunun üzerine dedim ki ne yapayım, ne edeyim de bu kitap yeniden görünür olsun, yeni bir ivme kazansın? Biliyorsunuz, Hazret-i Îsâ’nın 114 Hadîsi-Mücâhid Toma’nın Kitabı’nı sanki Hz. Îsâ ile bir yakazada, mânâda buluşmuş gibi Zeytindağı Sohbetleri adı altında akıcı bir üslûbla yeni bir kitap hâline getirdim.

Şimdi bunlar da hizmet oluyor. Yoksa o kitaplar kitaplığın rafları arasında kalmışlar ama biz onları artık daha geniş bir kitleye yayıyoruz. Riski var mı, var tabiî ki… Belki o riskin karşısında Hocamın dirâyet ve geniş bilgisini gösterecek kadar arka planım olmayabilir ama yine de bu bir hizmettir diye düşünüyorum.

Hocamla pek çok kez bu ve başka kitapları üzerine konuştuk; onları açabilecek sohbetler yaptık. Bunların hepsi Kâmil Mürşîdlerin Mîrâsı içerisinde vardır.

Kendisi hakkında kaleme aldığınız “Eğer Yazsaydım Böyle Başlardım” başlıklı bir yazınızda sıraladığınız Ahmed Hocamızın vasıflarından bazılarını haddim olmayarak, izninizle bir cümlede şöyle toplamaya gayret ettim muhterem hocam: “O bir gaybdan nasîblenmiş benliktir, “Gerçek Aynası” taşıyıcısıdır, hizmetini karşılıksız yapandır, dostlarının sadece sıdk-u vefâsını ve aşkını arayandır, “Önden giden yalnız gider” sözünün mânâsını bilendir, her türlü gösterişten kendini uzak tutandır, sürekli bâtınını sırlayandır, “Kibrît-i Ahmer”dir, paslı kalpleri himmetiyle altına çevirendir, mahzun gönülleri handân ve şâdân kılandır, “Kenz-i Mahfî” içinde hiçliğini müdrik olandır, Ehl-i Beyt sevgisi ve Nebî’nin ahlâkı ile donanmış olandır, aldığı her nefes zikr-i dâim ile olandır, müsemmâ âşığıdır, velâyet pınarının sâkîlerindendir, tüm yaratılmışlara merhametle muâmele eden ve sürekli kusurları setredendir.” Ahmed Hocamızı tanıyabilmede bize anahtarlar sunduğunuz bu yazınızı şu satırlarla bitiriyorsunuz: “Zamana ve zamanın getirdiklerinin tanıklığına, gördüklerime ve yaşadıklarıma yemin olsun ki; bütün bu yazdıklarım ve yazamadıklarımı cemeden bir Merd-i Hakk’tır Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre.” Bu yazınız hakkında neler söylersiniz acaba?

Onu şunun için yazdım. Ben kendisi hakkında Türkiye’de yazılanları okuyordum; bakıyordum ki hepsi birbirine yakın olan şeyler. Anlıyordum ki, onun arkadaşları da yakın çevresinde olan insanlar da maalesef onu anlayamamışlar veya Hocam o yönünü onlardan çok usta bir şekilde saklamış, örtmüştü. Bu minvâlde yazılar gördüğüm bir anda ben de bir şecâat göstereyim havasında “Eğer Yazsaydım Böyle Başlardım” diye kısa bir yazı yazdım.

Siz de görüyorsunuz; kendisine olan duygularımı her doğum günü geldiği zaman bir şiirle anlatıyorum. Şiirden anlamamama rağmen senede bir kez bir şiir yazıyorum; onu da ona yazıyorum. O şiirlerin satır aralarını okursanız çok güzel şeyler çıkartırsınız.

Hayatımıza renk getirmiş, anlam kazandırmıştı. Sadece bize, ailemize, çocuğumuza değil herkese geniş bir aile olmanın tohumlarını atmıştı, değil mi? Pazar günü söyleşide gördünüz; birbirini tanımayan insanlar sanki birbirlerinin kardeşleri, arkadaşları gibiydi. Dışarıdan görenler diyorlar ki: “Ya nasıl bir şey bu böyle? Akraba mısınız, hepiniz birbirinizi nereden tanıyorsunuz?” Öyle bir muhabbet var; bu muhabbeti kurabilmek önemli bir şey. İnşâallâh devam eder bundan sonra da.

Ahmed Hocamız mânevî büyüklerimize ait ziyâretgâhlarla ilgili size neler söylerdi acaba?

Nokta atışı şeyler var. Kendisini vefâtına yakın, hastanedeyken çok ziyâret ettim. Göçüne de geldik. Bir gün arkadaşlarımızdan biri; “Hocam, eğer göçünüz gerçekleşirse kabrinizi

farklı yapmamızı ister misiniz?” diye sordu. Hocam çok keskin bir şekilde “Hayır” dedi; hiçbir şey söylemedi. Buna rağmen meselâ Eşref Amca için aynı şeyi yapmadı, değil mi? Dediğim gibi nokta atışı yaptığı yerler var. Meselâ Ankara’ya geleceğim zaman “Evlâdım, önce Hacı Bayram Velî’ye gideceksin ondan sonra yanıma geleceksin” derdi.

Konya’ya gittiğim zaman “Hz. Mevlânâ…” dediğimde, Hocam Önce Şems-i Tebrîzî hazretlerine sonra Hz. Mevlânâ’ya git” demiştir. Konya’ya gittiğimde arabayı ben kullanmıyordum, dayımın oğlu arabayı kullanıyordu. Tabiî ona bunu söyleyemedim. Girdik bir yola, yeşil kubbeyi görüyorum; fakat bir türlü yeşil kubbeye çıkamıyoruz: “Oğlum, dur şurada bir yerde de yoldan geçen birisine nasıl çıkacağız diye soralım” dedim. Hakîkaten durduk; böyle yolun kenarında bir yer. Dayımın oğlu direksiyonda oturuyor, ben yoldan geçen birisine “Hz. Mevlânâ’nın türbesine nasıl çıkacağız?” diye sordum. O da yolu tarif etti, sonra “Şems-i Tebrîzî hazretlerinin türbesi nerede?” dedim. “Abi, Şems-i Tebrîzî hazretlerinin türbesinin önündesin ya” dedi. “Nasıl yani?” dedim. “Abi, tam önündesin, park ettiğiniz yer” dedi. Kafamı bu tarafa çevirdim ki Şems-i Tebrîzî hazretlerinin türbesi ile aramızda 10 m yok. Araba gelmiş orada takıldı, önce orası… Hâlbuki ben dayımın oğluna hiçbir şey söylemedim. Ona anlatamadım oraya gideceğiz diye ama o oraya gitti.

Seyyid Hâşim Baba’nın kabrine de bizi çok getirirdi, değil mi? Böyle nokta atış yerleri vardı. Hızlı hızlı giderken Gizlice Evliya Hazîresi deyip önünde dururdu. İlk beraber dolaştığımız zaman getirdiği yerler buralar. Bunlar önemli; eğer bunları değerlendirirseniz mânevî yol haritasını ortaya koyan çok güzel farklı izler çıkarabilirsiniz.

Hazret-i Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin türbesine de birlikte çok ziyârete gittik. Kendisinin orada çok güzel çekilmiş resimlerini gördüm, orayla bağı farklıydı.

Ahmed Hocamızın İbn Arabî ve Hz. Mevlânâ hakkındaki görüşleri nelerdi acaba?

Şimdi birileri şöyle düşünüyor; Hocam herhâlde İbn Arabî’den başka bir şey bilmiyor yâhut İbn Arabî onun bütün zihin dünyasını, mânâ dünyasını işgal etmiş. Böyle bir şey yok. Her şeyin pozitif tarafının yanında temkînsiz olan yönlerini görebilecek, gösterecek, eleştirisini getirebilecek kadar da dirâyetliydi. Hocamın hep söylediği şu idi: “Aklını isâbet ve dirâyetle kullanmak.” Bu çok önemli bir şey. Dirâyet hele herkesin yapabileceği bir şey değildir. İslâm dünyası rivâyet kültüründen dirâyet kültürüne geçecek medenî cesâreti henüz gösterememiştir. Biz sürekli ve sürekli geçmişi rivâyet edip duruyoruz; yeni fikirler üretmek, yeni tavır koymak, yeni sözler söyleyebilmek lâzım. Aşamıyoruz, korkuyoruz bazı şeylerden.

Bir gün yine böyle İbn Arabî üzerine bir konuşma yaptık. Baktım ki o eskiden yaptığı gibi İbn Arabî’yi merkeze alarak konuşmuyor. Bu ontoloji sadece İbn Arabî’den ibâret değildir şeklinde zihnimizde bazı pencereler açıldı. Yani bizim de belki ona karşı o kadar teslimiyetle yaklaşmamamız için yaptı bunu. Bu sırada Hz. Mevlânâ’dan da konuştuk. Sonra bana döndü ve doğrudan kendi kitaplarında kullanmadığı şu cümleyi söyledi: “İbn Arabî temkînli yaşadı temkînsiz yazdı. Hz. Mevlânâ temkînsiz yaşadı temkînli yazdı. Eğer sen yazacaksan Hz. Mevlânâ gibi yaz.” Bu önemli bir ölçüydü.

Gönül isterdi ki daha çok emek verip ilminden ve bilgisinden daha fazla faydalanmamızı sağlayacak sohbetler yapabilseydik kendisiyle, olmadı. Biz de uzaktık. Şimdiki zaman olsa belki kendisiyle çok farklı bir üslûbla konuşabilirdim. Onu daha çok açacak ama ısrarlı bir şekilde açmaya yönelik bir tavır gösterebilirdim. Yani sertliğine hiç aldırmaz, bir şey öğrenmek adına biraz cedelleşebilirdim. Çünkü bizim konuştuğumuz gibi konuşmuyordu. Al hazır lokma yok; idrâk, idrâk, idrâk sen bulacaksın. Bütün bunları, bu kadar eseri, kitapları ortaya koyan bir insan, neden birisini karşısına alıp bizim çileyle satır aralarından çıkarmaya çalıştığımız şeyleri anlatmadı? Çok rahat söyleyebilirdi, söylemedi ve söylemeden de gitti… Eserlerim arkamda dedi. İşte o kitaplardan yol buluyoruz, oradan takip ediyoruz, güzellikleri çıkartıyoruz. Bence eserlerinin yeniden okunması lâzım, bakılması lâzım. Allâh ganî ganî rahmet eylesin, himmeti dâim olsun. Sizler de vesile oldunuz konuştuk. Teşekkür ederim.

Paylaştığınız güzellikler için biz teşekkür ediyoruz.

*Bu sohbet 15 Kasım 2022 Salı günü Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde Gülgûn Uyar’ın odasında kaydedilmiştir. (e.n.)

Üsküdar’ın Son Sırlısı Ahmed Yüksel Özemre (İstanbul, Ketebe Yayınları, 2025), s. 385-425.