İki yıl önce 2004 Danimarka yapımı, Anders Ronnow Klarlund yönetmenliğinde kuklalarla çekilmiş ve adı “İpler” olan uzun metrajlı “fantastik” bir film izlemiştim. İlk izlediğimde çok sıkıcı gelmişti bana; ama sonra bir daha izlediğimde filmin felsefî arka planı açısından daha farklı duygular edindim. Filmin karakterlerini oluşturan her kukla, gökyüzünden yere doğru uzanan iplerle bağlıydılar. Ve kafalarına bağlı olan bu iplerin kopması kuklaların ölümü anlamına geliyordu. Konusu, iki ırkın arasında geçmişi yüzyıllara dayanan bir savaştı. İki ırk, köklü bir nefretle birbirlerine düğümlenmişlerdi. Kehânete göre hem kendine hem de halkına yabancı birisi, cennetten binlerce ipin kopmasına neden olan ve gökyüzünü ateşe boğan bu amansız savaşa son verecekti. Sonunda nefretle düğümlenmiş iki halk, sevgiyle birbirine bağlanacaktı. Kısaca bir savaş hikâyesinin kuklalar üzerinden büyüleyici ve çok güzel anlatımıydı.
Film, âlemin realitesine mistik bir düşünce ile yaklaşmak isteyenler için de farklı bir yorum taşıyordu. Aslında dünyâyı bir oyun sahnesi olarak düşündüğümüzde hepimiz “görünmez iplerle” bu ezelî senaryoyu yazan Senarist’in “Celâl ve Cemâl” ellerine bağlıydık. Yani kuklalardan pek farkımız yoktu. Ama gözümüz sadece “zâhire” takılı olduğundan “bâtında” bütün bu ipleri elinde bulunduran Zât’tan habersizdik. Tıpkı bir “Karagöz Perdesi” gibi âleme baktığımızdan bu gölgeleri/hayalleri oynatan Üstâd’ı göremediğimiz gibi. Bu gafletimizden olacak ki Kemterî mahlasını kullanan Karagözcü Râşid Ali Efendi (ö. 1896) bizi şu mânidar mısralarla uyandırmak istemiştir:
Nakş-ı sun’un remzeder hüsnünde ru’yet perdesi;
Hâce-i hükm-i ezeldendir Hakîkat perdesi.
Sîreti sûrette mümkündür temâşâ eylemek;
Hâil olmaz ayn-ı irfâna basîret perdesi.
Her neye im’an ile baksan olur iş âşikâr
Etmiş istîlâ cihânı hâb-ı gaflet perdesi.
Bu hayâl-i âlemi gözden geçirmektir hüner;
Nice kāre gözleri mahvetti sûret perdesi.
Şem’i aşka yandırıp tasvîr-i cismindir geçen,
Ademi âmed-ü şûd etmekte azîmet perdesi.
Hangi zılle ilticâ etsen, fenâ bulmaz aceb?
Oynatan Üstâd’ı gör, kurmuş muhabbet perdesi.
Dergâh-ı âl-i abâ’da müstakîm ol Kemterî,
Gösterir Vahdet ilin kalktıkta kesret perdesi.
Kemterî’nin bu şiirini biraz sâdeleştirerek nesir hâline getirdiğimizde karşımıza şu mânâlar çıkmaktadır:
Bu görüntülerin meydana geldiği perde bütün güzelliğiyle kudretin nakşını remzetmektedir. Hakîkatin görüntülendiği perde ise ezel hükmünün sahibindendir. Bir şeyin bâtınî hasletlerini onun sûretinde görmek mümkündür. İrfan gözü açık olanlar için basîret perdesi bir engel teşkil etmez. Her neye inceden inceye araştırıcı bir bakışla baksan, o işin ne olduğu apaçık ortaya çıkar. Cihânı ise gaflet uykusunun perdesi kaplamış bulunmaktadır. Esas hüner bu âlemin hayâlini gözden geçirmektir. Görüntüye kapılan nice güzel gözleri bu sûret perdesi mahvetmiştir. Mum aşkla yakıldıktan sonra geçen, senin cisminin tasviridir. Bu efsunlu perde yokluğu bir getirip bir götürmektedir. Sen hangi gölgeye sığınırsan sığın, o gölge sonunda yok olur. Sen, bu muhabbet perdesini kurmuş da gölgeleri oynatan Üstâd’ı gör. Ey Kemterî! Sen Peygamber’in Ehl-i Beyti’ni sevmekten şaşma! Bu kesret perdesi kalkarsa ardından çıkacak olan Vahdet ilidir.
Hayal perdesinde Hacîvat, Karagöz, Tuzsuz Bekir, Beberûhî, Zenne olabilir. Bu görüntüler bazılarını da cezbedebilir. Ama hakîkat ehlinin gözü daima perdenin ardındadır. Yaşadığımız yüzyılda oyuncular ve adları değişse de sahne aynı sahnedir. Ve ipleri elinde tutan büyük Senarist bu sahnede her an yeni oyunlarını sergilemektedir.
Dünyâ bir oyun sahnesi ve bizler de burada birer oyuncuyuz. Hepimize verilmiş farklı roller var. Kimi bu sahnede ağlıyor, kimi gülüyor, kimi mutlu, kimi mutsuz, kimi hüzünlü, kimi suçlu, kimi iyi, kimi kötü… Herkes zamanı geldiğinde sahneye çıkıyor, oyununu sergiliyor ve sonra aramızdan ayrılıyor. Kimi alkışlarla, kimi duâlarla… Ama kimse bu sahnede kalamıyor. Önemli olan bu sahneyi güzel terk etmek. Giderken de –keşkelerin az olduğu– güzel bir iz, güzel anılar bırakabilmek.
Bir hadîsinde Hz. Peygamber kendisini şöyle tanımlıyor: “Şu dünyâda ben, bir ağacın altında bir süre gölgelenip sonra orayı terkeden bir yolcudan başkası değilim.”1
Bu hadîs-i şerîfin söylenme sebebi şudur: Resûlullāh’ın bir hasırı vardı. Bu hasırı hem yatmak için kullanır, hem de evinin hemen yanındaki mescide taşır, üzerinde namaz kılardı. Hizmetinde bulunanlardan biri olan Abdullāh b. Mes‘ûddiyor ki: “Uykudan kalktığında vücudunda hasırdan izler kalırdı. Bir gün kendisine dedim ki: ‘Ey Allāh’ın Resûlü, müsaade edin de size yumuşak bir yatak bulup serelim.” İşte yukarıdaki söz bunun üzerine söylenmiştir.
Şimdi yaşam sahnesinde henüz “iplerimiz kopmadan”, gölgeler âleminin gölgelerine kapılmadan, perdeler kapanmadan, oyunumuzu ezelî senaryoya “sâdık kalarak” en güzel bir şekilde oynayalım. Perdenin ardına gelince bu da oyunun sonunda söylendiği gibi: “Yıktın perdeyi eyledin vîrân. Varayım sahibine haber vereyim hemân.”
Necmettin Şahinler
Yazarın İplerimiz Kopmadan (İnsan Yayınları, 2010) adlı kitabından alınmıştır.
- İbn Sa‘d, et-Tabakāt, I, 465. ↩︎