YENİ DİN/TEBLİĞ DİLİ ÜZERİNE BİR MANİFESTO

BAŞLARKEN

Uzun zamandır yeni bir din/tebliğ diline ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Şüphesiz bu dilden kastettiğim, birbirimizle iletişim kurup anlaşmamızı sağlayan günlük konuşma dili değil; insana mânevî yönden ulaşabilen, onu kucaklayan, sarıp sarmalayan, onun gönlüne seslenen, kısaca hakîkate tercüman olabilen bir dildir. Bu dil aynı zamanda “yeryüzünü bir mescid” olarak tanımlayan anlayışın ışığında sadece belli bir coğrafyanın/bölgenin/beldenin insanına yönelik olmayıp “ırk/iklim/renk/sınır” gözetmeden tüm insanlığı kuşatacak evrensel bir karakterde/çizgide olmalıdır. Eğer Allah, “âlemlerin Rabbi” ise ve son resûlünü “âlemlere rahmet olarak” göndermişse –ki öyledir- o zaman bu son çağrının/vahyin dili de âlemleri hesaba katan bir yöntem/metodoloji izlemelidir. İdeal bir dünya, yalnız ve yalnız çok yüksek boyutları olan ve insanlığın özgür irâdesiyle severek izleyeceği “evrensel bir din dili” sayesinde kurulabilir.

Bu evrensel yeni din/tebliğ dili; “Tek Allah, Tek Din, Tek Kitap” metodolojisi üzerine kurulmalıdır. Zîra Kur’ân’ın insanlığa ilk çağrısı “ortak bir kelime”de buluşmaktır. Kur’ân’da “kelimetin sevâin1 olarak geçen bu çağrının açılımı; şirke bulaşmadan “Tek olan Allah”a imandır yani “tevhid”dir. İkinci sırada, yeryüzünde görünen sosyolojik bir gerçeklik/çeşitlilik olsa da “dinler” değil; “Tek din” çağrısı yer almalıdır. “Tek din” Kur’ân’ın ifadesiyle “el-İslâmü dînen2 yani tek olan Allah’a teslim olmak anlamında İslâm’dır. İslâm, özel anlamıyla Müslümanların dini olarak değil; Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e kadar gelen tüm peygamberlerin ortak tevhid inanışının adıdır. Dahası, bu din sadece yirmi üç yılda Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği din değil; onunla tamamlanan, kemâle eren iman sürecidir.

Yeni din/tebliğ dilinin sonuncu çağrısı ise; “Tek Kitap/Vahiy” üzerinden olmalıdır. Yani, bozulmamış, tahrif edilmemiş, içerisine sübjektif düşünceler karışmamış saf/duru/güvenilir ilâhî kelâm temel alınmalıdır. Bu anlamda elimizde bulunan tek kaynak Kur’ân’dır. İşte tüm bunları bir araya getirip ve üzerine derin bir kavrayış geliştirdiğimizde yeni bir din/tebliğ dili gerçeğinin önemini yeniden anlıyoruz. Ayrıca evrensel bir din/tebliğ dili metodolojisi oluşturmanın; tüm insanların ortak bir dilde buluşması, huzur ve esenlik içinde olması için de oldukça önemli olduğu âşikârdır.

Din bir hobi veya bunalan/sıkılan/daralan insanın psikolojik sorunlarını rehabilite etmek için düzenlenmiş beşerî bir kurum değildir. Bir varoluş gerçeğidir ve insanı tekrarı/telâfisi olmayan bu kısa dünya hayatının sonunda ebedî bir yaşama davet eden ilâhî bir sorumluluk çağrısıdır. Bu nedenle bu ilâhî çağrının çağımızdaki izleyicileri/uyarıcıları da mutlaka “dava ve iddia dili” yerine “özendirme ve şuur/idrak uyandırma dili”ni kullanmalıdırlar. Böyle bir dilin uygulayıcılarını Kur’ân; “ahsenü kavlen” yani “en güzel söz” sahibi kişiler olarak tarif etmektedir: “[İnsanları] Allah’a çağıran, doğru ve âdil olanı yapan ve ‘Şüphesiz ben Allah’a teslim olanlardanım!’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır?3

Anlaşılıyor ki; ancak bu dilin sahipleri, insanın gönlüne –onu hayatın kaynağı ile buluşturacak– bir yürüyüş aşkı ve aydınlık/nûr akıtabilirler. Çünkü onlar; açık yürekli, doğru sözlü, samimi, ileri görüşlü olup, şekli/kaprisi/peşin hükmü/kini aşmış evrensel bir kişilik hâline gelmişlerdir. Başka bir ifade ile bu kişiler; “Allah’a davetle, Allah’a fatura/isnat edilen daveti birbirinden ayırmakla eriş ve oluş çizgilerinin tam kesişme noktasında bulunurlar.

Yetmiş yaşına yaklaşmış ve ömrünün neredeyse çoğunu Kur’ân’ı anlamaya çabalamakla geçirmiş bir insan olarak üzülerek ifade edeyim ki, yaşadığım coğrafyada sözünü ettiğim bu yeni din/tebliğ dilinin temsilcileri son derece azdır. Elbette kendi alanlarında çok iyi yetişmiş birçok değerli din adamımız ve akademisyenimiz var. Ama bu kişilerin kullandıkları dil ve tevhidi anlatmada izledikleri yol/yöntem, lokal/yerel kalmış, tüm insanlığı kuşatıcı/birleştirici evrensel bir rahmet diline henüz erişememiştir. Örneğin sosyal medyadaki takipçileri, bırakalım milyonları, on binleri geçen bir düşünce adamımızı görmek nadirattandır. Sürekli ayrıştırıcı, tartışmacı, dışlayıcı, kavgacı, ötekileştirici, indirgemeci, slogancı bir dil insanımızı bunaltmış, şaşırtmış, gelecek adına umutlarını/güvenlerini zayıflatmıştır.

Lütfedilen ömür bizi 21. yüzyılın başlarına kadar getirdi. Demek ki Yaratıcı Kudret bizim bu çağda yaşamamızı ezelî ilminde takdir etmiş. Kim bilir evrensel kıyâmete kadar daha kaç yüzyıl geçecek? Dünyanın son dönemdeki baş döndürücü sosyal, siyasal, ekonomik, teknolojik hızına/seyrine bakılırsa geleceği şimdiden hayal etmek veya edememek bile bize ürkütücü geliyor. Ama biz bu çağda yaşadığımıza göre; geçmişin ve geleceğin hüzün ve korkusu ile meşgul olmak yerine içinde bulunduğumuz “an”ın gerektirdiği sorumlulukları yerine getirmemiz ve hem kendimiz hem de insanlık için hayata daha fazla nasıl olumlu değer katacağımızın gayretini göstermemiz önümüzde zorunlu bir görev olarak durmaktadır.4  Şüphesiz bu endişeleri duyan binlerce insan her gün yazdıklarıyla, çizdikleriyle, ürettikleriyle insanlığı –Yaratıcı’nın irâdesine uygun olarak– iyiye, güzele, yararlıya sevk etmek ve ulaştırmak adına çalışmaktadır.

Sürekli değişen dünyada, insanın insana ulaşmasında kullanılan “dil” de sürekli değişmektedir. Buradaki “dil” ifâdesi konuştuğumuz dil anlamında değil; insana ulaşmada, onun zihnine/gönlüne seslenmede kullanacağımız “dil” anlamındadır. Bu noktada her çağın dili farklıdır ve yaşadığı çağa seslenme sevdasında olanlar, geçmişin dilini bugüne uygulamak ve taşımak yerine, kendilerine yeni bir dil seçmek/bulmak durumundadır. Bu dili yakalayanlar, artık yerel/lokal olmaktan çıkmış, tüm insanlığa yönelmiş ve “evrensel” olmuşlardır. İnsanlığın ortak mirasında, kendi zamanlarının evrensel dilini, bir anlamda “süreklilik rûhunu” yakalayanlar, sözünü ettiğimiz bu dile hep dikkat çekmişlerdir.

Örneğin Mevlânâ bir şiirinde “Dünle beraber gitti, cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım” demiştir. Onunla aynı çağda yaşamış Yûnus ise “Her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası” ifadelerini kullanmıştır. Yakın dönemde yaşamış bilge bir siyasetçi olan Roger Garaudy de atalar ocağına sadık kalmanın yolunu/yöntemini, “onların küllerini korumak ve bugüne taşımak değil, kendi zamanlarındaki ateşi yakmak” olarak göstermiş ve bu ateşi, “bir özgüven, bir fedakârlık, bir adanmışlık, bir hizmet, bir üretkenlik, bir sağlam duruş, bir kardeşi önemseme, birlikte var olma ve aydınlatma ateşi” şeklinde tanımlamıştır. Anlaşılıyor ki Halil Cibran’ın deyişiyle: “Hayat geriye doğru adım atmaz ve dün ile ilgilenmez.

İlâhî bilginin/vahyin son mesajı olan Kur’ân da bize geçmiş toplumlardan/ümmetlerden söz ederken şu uyarıyı yapmaktadır: “Şimdi o toplumlar geçip gittiler; onların kazandıkları kendilerine yazılacak, sizin kazandıklarınız ise size; ve siz, onların yaptıklarından ötürü yargılanacak değilsiniz.5 Âyetten anlaşılıyor ki; bize yazılacak olanlar yalnızca kendi çağımızda kazandıklarımız ve kazanacak olduklarımızdır. Öyleyse bu sorumluluğu yüklenen insanlar olarak “zamanın sesini/dilini” dikkate alarak evrensel bir dil oluşturmalıyız. İyiye güzele çağrıyı da bu dille yapmaya çalışmalıyız.

Yaşadığımız yüzyılda küçülen dünyadaki egemen güçler insanın nesnel/maddî/nefsî boyutuna ilişkin evrensel –üstelik şartlandırıcı– bir tüketim dili oluşturma başarısını göstermişlerdir. Ne var ki aynı başarı insanın aşkın/mânevî/ rûhânî boyutuna seslenme konusunda tekrarlanamamış, bu konuda kendilerine sorumluluk yüklenen çevreler yeni bir “din/tebliğ dili” kurma noktasında geçmişin alışılmış kalıplarından öteye geçememişlerdir. Yalnız bu noktada bir yanlış anlaşılmaya neden olmamak için şunu da ilave edelim ki, yeni bir “din/tebliğ dili” derken kastettiğimiz, mutlak/değişmez hakîkatin tebliğinde izleyeceğimiz bir metodoloji, başka bir ifadeyle yöntem arayışıdır. Aslında bu yöntem insanın mânevî değişimini/dönüşümünü dikkate alarak tedrîcî6 bir süreç izleyen Kur’ân’ın inişi sırasında kendini göstermektedir. Buna rağmen zaman içerisinde önce imandan başlayan ve sonra sırasıyla bu imanı besleyecek/destekleyecek davranışlara7 ve samimiyete8 uzanan bu “nebevî çizgi” kırılmaya uğramış veya göz ardı edilmiştir.

Bu kırılma insanın ebedî kurtuluşu için yeterli/asgarî/limit/temel olan imanla Hz. Peygamber’in şahsında kristalleşen zirve/ideal imanın arasını açmış, farkında olmadan –iyi niyetle dahi olsa– Allah’ın sonsuz/sınırsız rahmetinin varlığa yansımasına engel olmuştur. Hiçbir kimsenin tebliğ sürecinde/dilinde, Allah’ın geniş rahmetini sınırlandırmaya/ daraltmaya hakkı yoktur.

Kur’ân Bize Ne Söylüyor?

Yukarıda da zikrettiğimiz üzere Kur’ân’ın insanlığa ilk çağrısı “ortak bir kelime”de buluşmaktır. Âyette “kelimetin sevâin9 olarak geçen bu kelimenin açılımı şöyle verilir: “Allah’tan başkasına kul olmayalım ve O’na hiçbir şeyi şirk (ortak) koşmayalım ve bir kısmımız, bazılarını, Allah’tan başka Rabler edinmesinler.10  Bu açılımın kısaltılmış adı “Tevhid”dir. Buradan anlaşılıyor ki, yeni din/tebliğ dilinin ilk sırasında şirksiz bir Allah’a iman daveti yer almalıdır. Şirk, Kur’ân tarafından “en büyük zulüm11 olarak tanımlanır. O zaman buna kıyasla şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, en büyük ibadet de şirksiz bir iman yani yanına ve yerine hiçbir ilâhın konulmadığı “Tek Allah”a bağlanmaktır.

Yeni din/tebliğ dilinin ikinci sırasında yeryüzünde görünen sosyolojik bir gerçeklik/çeşitlilik olsa da “dinler” değil “tek din” çağrısı yer almalıdır. Bu “tek din” yine âyetin ifadesiyle “el-İslâme dînen” yani tek Allah’a teslim olmak anlamında “İslâm”dır.12  Âyetin tamamı şöyledir: “Bugün dininizi sizin için kemâle erdirdim, nimetlerimin tamamını size bahşettim ve Bana teslimiyeti sizin dininiz olarak belirledim.”13 Âyette kemâle erdirildiği/tamamlandığı söylenen din, özel anlamında Müslümanların dini olarak kullanılan “İslâm” terimi değil, Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e kadar gelen tüm peygamberlerin ortak tevhid inanışının adıdır. Yine tamamlanan bu din sadece yirmi üç yılda Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği din değil, onunla ancak tamamlanan iman sürecidir. Anlaşılıyor ki insanın Allah’a kendini teslim etmesi/İslâm, sahih dinin temeli veya temel ilkesi olarak kabul edilmiştir. Şüphesiz bu teslimiyet, yalnızca Allah’a inanmakta değil, ama aynı zamanda O’nun emirlerine itaat etmekte tam ifadesini bulur.

Yeni din/tebliğ dilinin üçüncü sırasında yer alan çağrı ise “Tek Kitap/Vahy” üzerinden olmalıdır. Yani bozulmamış, tahrif edilmemiş, içine sübjektif düşünceler karıştırılmamış saf/duru/güvenilir ilâhî metin temel alınmalıdır. Bu anlamda elimizde bulunan tek kaynak ise sadece “Kur’ân”dır. Çünkü Kur’ân’dan önceki ilâhî vahyin bilgilerini içeren ve “hayırlı haber” anlamına gelen İncillerin çoğu Hz. Îsâ’dan çok sonra kaleme alınmış14 ve üstelik onun konuştuğu dil olan Ârâmîce değil Grekçe yazılmışlardır. Sonra Kur’ân, kendinden önceki Tevrat ve İncil’i tasdik ettiği15 gibi tevhidî inanıştan ayrılan içeriklerini de düzeltmiş ve kendi bünyesinde toplamıştır. Görülüyor ki insanlığın elinde güvenilir olarak kalmış tek vahiy, aynı zamanda son vahiy olan Kur’ân’dır ve bu insanlığın ebedî kurtuluşu için son imkândır.

İşte bütün bunları topladığımızda çağımızda evrensel yeni din/tebliğ dilinin üç yöntemi/çağrısı olarak “Tek Allah, Tek Din ve Tek Kitap” gerçeğini görüyoruz. Bu temel sıralamayı dikkate almayan davet ve gayretlerin de istenilen/beklenen sonucu bize getirmeyeceğini düşünüyoruz. Elbette kurumlaşmış, kalıplaşmış, örgütlenmiş ve kendilerini farklı isimler altında ifade eden inanışların ve temsilcilerin bu yönteme/dile sıcak bakmayacağını kestirmek bir öngörü sayılmaz. Ama zaman içinde insanlığın, çektiği acılar ve ödediği faturalar sonunda mutlaka bu noktaya –geç de olsa– geleceğine tüm kalbimizle inanıyoruz. Din sadece dünyevî hayatı düzenleyen bir argüman değildir. Aslî hedefinde sınırlı bir zamanda, sınırsız bir âhiret hayatının kazanımı da vardır. Bu nedenle yeni din/tebliğ dilinin bu çağrısına âhiret/öte gerçeğinden bakmak, bu dili daha iyi anlamamıza, değerlendirmemize yardım edecektir.

İşte bu çalışmamız/gayretimiz, anlatmaya çalıştığımız bu yeni din/tebliğ diline dikkat çekme endişesi adına atılmış küçük bir adımdır. İnanıyorum ki ne demek istediğimizi anlayan ve bizden çok daha yetenekli/donanımlı olanlar, bu küçük adımı çok daha ileri noktalara taşıyacaklardır. Bu konuda yardımlarını esirgemeyen, yapıcı/olumlu yaklaşımlarıyla desteklerini sürdüren “aynı dili konuştuğum”, “aynı heyecanı paylaştığım” tüm kardeşlerime en içten sevgilerimi sunup, teşekkür ediyorum. Gönülden inanıyorum ki biz göremesek de gelecek olan nesil bu samimi çabanın meyvelerinden epey istifade edecektir. Selâm, esenlik, kurtuluş, bu endişeyi duyan/yaşayan ve kendini bu konuda sorumlu tutan insanların üzerine olsun.

YENİ DİN/TEBLİĞ DİLİNİN TEMEL ÖZELLİKLERİ 

Ey İnsanlar

XXI. yüzyıla girerken bir Müslüman olarak yeni bir din/tebliğ diline acil ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Eğer bu din evrensel ise; onun dili de evrensel olmalı, “rengi, dili, coğrafyası” ne olursa olsun insan merkezli ve tüm insanları kuşatacak bir yol yordam içermelidir. Yâni Allah “âlemlerin Rabbi” ve son vahyin tebliğcisi Hz. Peygamber “âlemlere rahmet olarak gönderildi” ise ve Kur’ân da “Ey İnsanlar” diye başlıyorsa, hiç kimsenin bu dini yerelliğe/bölgeselliğe mahkûm etmeye veya sıkıştırmaya hakkı yoktur. Bu nedenle sözünü ettiğim yeni din/tebliğ dilinin Kur’ân’ın kullandığı temel kavramlar üzerinden gelişmesinin ve Hz. Peygamber’in uyguladığı tedrîcî tebliğ metodolojisine uygun kullanılmasının yeni yüzyıl için sağlıklı bir çözüm olacağını düşünüyorum.

Bunun ilk adımı da inanan insanlar olarak kendimizi tanıtırken/tanımlarken sahip olduğumuz “mezhep, meşrep, mizaç” üzerinden değil, Kur’ân’ın bize verdiği sıfatlar/isimler üzerinden tanıtmaya başlamamızdır. Kur’ân’a baktığımızda 23 âyette16 O’nun bize ilk olarak “Ya Eyyühennâs17 yâni “Ey İnsanlar!” ifâdesi ile seslendiğini görmekteyiz. Bu da öncelikle bizim Allah’ın hitabına mazhar olmuş, O’nun tarafından yaratılmış “insanlar” olduğumuzu göstermektedir. Başka bir ifâde ile “Ey insanlar” hitabıyla başlayan âyetler Allah’ın kullarından istemiş olduğu genel emir ve yasakları onlara bildirmekte, aynı zamanda Kur’ân âyetlerinin tüm insanlığa gönderilmiş evrensel bir mesaj olduğunu vurgulamaktadır. 

“Nâs” sözcüğü kullanılarak verilen mesajların en önemlilerinden biri de, Allah’ın âyetlerini hep “nâsa” yani çoğul/toplum halinde insana açıklamasıdır. Bu anlamda muhatap insan değil, “nâs” olmaktadır. Bu tespitin bizi götürdüğü gerçek şudur: Kur’ân’ın mesajı geneldir; tüm insanların ondan nasibi vardır ve her insan ondan az veya çok bir şeyler anlar. Bilgisini artırdıkça ise daha çok şey idrâkine açılır. Önemli olan, bir kast ve sınıf engelinin olmaması, mesajın birilerine kapalı veya dokunulmaz kılınmamış olmasıdır.

Kur’ân, bu genel “insanlar” hitabından sonra bu insanların ilâhî vahyin emirlerine karşı gösterdikleri tavır ve davranışlara göre de onları “Müminler, Kâfirler ve Münâfıklar” olarak üç bölümde ele alarak isimlendirmiştir. Müminler, Allah’a inanan, güvenen, inanç esaslarını kalp ile tasdik, dil ile ikrar eden, bununla birlikte Allah’ın emir ve yasaklarını yerine getiren kişi demektir. Kâfirler ise, ilâhî vahyin ilkelerini ve hükümlerini çiğneyen, hakkı gizleyen, üstünü örten, Allah’a şükrünü yerine getirmeyen kişilerdir. İnanç gruplarından en tehlikelisi olan münâfıklar ise; kararsız, ikiyüzlü, menfaatleri gereği inanmadığı halde inanmış gibi görünen kimselere verilen isimdir. Görülüyor ki Allah insanlara “Ey Sünnîler, Ey Şiîler”, “Ey Hanefîler, Ey Şâfîler”, “Ey Eş’ârîler, Ey Mu’tezilîler” veya “Ey Şâzelîler, Ey Halvetîler” gibi fıkıh/kelâm mezhepleri ve tasavvuf meşrepleri üzerinden seslenmemiş, gönderdiği tüm   peygamberler ve onların ümmetleri de kendilerini yalnızca “Müslim” sıfatıyla tanımlamışlardır.18

Yine Kur’ân’da müminlerin farklı sıfatlarla anıldıklarını da görmekteyiz. Örneğin Nisâ/69. âyette Peygamber ile birlikte şu üç kişilik tanımlaması verilmektedir: “Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddîklarla, şehidlerle ve salihlerle birliktedirler. Bunlar ne güzel arkadaştır.19  Yine bu sıfatların dışında Kur’ân “Müttakîlerden20 yâni “Allah’a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar ve O’nun irâdesine ters işler yapmaktan kaçınanlardan”, “Mukarrebûndan21 yâni “Allah’a en yakın kılınmışlardan”, “Sâbikûndan22 yâni “iman ve amelde önde olanlardan” bahseder. Yine bunların yanında “Allah’ın hoşnut olduğu tavırları benimseyen” anlamında “Ashâbü’l-meymene23 ve “Ashâbü’l-yemîn24, “bâtılın ve erdemsizliğin yanında olup kötülüğe batanlar” anlamında “Ashâbü’l-meş’eme25 ve “Ashâbü’ş-şimâl26 sıfatlarından da söz edilebilir.

Öyleyse bütün bu gerçeklik ortadayken sürekli Müslümanlar’ın kendilerini içinde bulundukları mezhep ve meşrep isimleriyle gündeme getirmelerinin ve tanıtmalarının Kur’ân noktasından bakıldığında bir anlamı yoktur ve iyi niyetli dahi olsa bu ayrım tevhidi zedeleyen bir yaklaşımdır. Çünkü bütün mezhepler/meşrepler din değildir ve bunların kardeşliği iman ve İslâm kardeşliğinin önüne geçemez/ geçirilemez. Ne var ki İslâm dünyası bu bölünmüşlüğün faturasını yüzyıllardır ödemekte ve bu tâli/suni ayrışmalar İslâm karşıtlarının/düşmanlarının da ekmeğine yağ sürmektedir. 

Ne kadar üzücüdür ki müfessirlerin çoğu En’âm/159. âyette Hz. Peygamber’e söylenen “İnançlarının bütünlüğünü bozarak gruplara, fırkalara ayrılanlara gelince: onlar için yapabileceğin bir şey yoktur. Unutma, onların işi Allah’a kalmıştır: ve zamanı geldiğinde Allah onlara vaktiyle yaptıklarını gösterecektir27 şeklindeki sözlerin Yahudiler’e ve Hristiyanlar’a yönelik olduğunu söyleyerek konuyu kapatmışlardır ve bu “bütünlüğü bozarak grup ve fırkalara ayrılanların” son vahyin temsilleriyle de ilgili olduğu/olabileceği üzerinde durmamışlardır. Hâlbuki insanların, karşılıklı olarak yalnız kendilerinin Kur’ân öğretisinin “tek gerçek temsilcileri” oldukları şeklindeki hoşgörüsüz iddialarından doğan bütün gruplaşmalar/hizipleşmeler bu âyetin kapsama alanı içerisindedir. Bu konuda bir başka âyet de şöyledir: “İnançlarının bütünlüğünü bozarak parçalara bölünen ve her grubun yalnız kendi sahip olduğu [ilkelerle] övündüğü kimselerden olma!28  Ama bu âyette de dar kapsamlı düşünülerek yukarıdaki âyetle aynı kaderi paylaşmıştır. 

Elbette bu tespitlerim Hz. Peygamber’den çok sonraları oluşan ve bir ekol hâline gelerek insanlara kolaylık sağlayan mezheplerin ve yine insanın mânevî olgunlaşmasına hizmet eden farklı meşreplerin tarih içindeki olumlu rolünü/gayretini küçümsemek için değildir. Tekrar başa dönecek olursam, dikkat çekmek istediğim nokta, yeni bir din/tebliğ dilinin oluşmasında ve bildirilmesinde/tebliğinde artık Müslümanlar’ın dünyaya açılırken kendilerini Kur’ân’ın temel kavram ve tanımlamalarıyla ortaya koymaları gerekliliğidir.

Mekke’de işkence gören Yâsir ailesinin anneleri Sümeyye, Ebû Cehil’in mızrağıyla İslâm’ın ilk şehidi olurken “Sünnîlik” ve “Şiîlik” veya “Selefilik” adına şehit olmadı. Bedir’de şehit olanlar da “Hanefiler, Mâlikiler, Şâfiler, Câferiler” değildi. Uhud’da şehit olan başta Hz. Peygamber’in amcası Hz. Hamza ve yetmiş sahabenin de “Nakşî, Kadirî, Arûsî, Mevlevî” meşreplerine bağlılıkları yoktu. Mute Savaşı’nda sancağı taşıyan ve birbiri ardına şehit olan Zeyd bin HâriseCa’fer bin Ebû TâlipAbdullah bin Revâha da hiç “Matürîdî” veya “Eş’ârî” kelâm ekolüne uyanlardan olmadı. Gazze’de Yahudiler’in zulmü altında ölen 12.000 çocuk ve 8.500 kadın da mezhepleri ve meşrepleri için değil, Allah yolunda göçtüler. Yine bu çocukların kefene sarılmış bedenlerini “Elhamdülillah” diye karşılayan babalar/anneler seyr-i sülûk görmüş dervişler değillerdi. İşte böyle olduğu içindir ki; bütün dünya bu insanları görerek yeni bir mânevî uyanışa/dirilişe geçti. Bu değişim ve dönüşüm bile bize son ilâhî vahyin tebliğinde artık yeni bir dile/tavra/metoda ihtiyacımız olduğunu bir kez daha göstermiştir.

Son söz: İslâm dünyasının kendi mezhep ve meşreplerinden yola çıkarak gerçeği tekelleştirmek yerine insanlığın kurtuluşu ve mutluluğu için yeni çareler/reçeteler üretmesi ve onları gerçekleştirmek için de karşılıksız gayret göstermesi çağımızın beklenen en önemli hizmeti olacaktır. Şu bir gerçektir ki “insana uğrunda çaba gösterdiği dışında bir şey verilmeyecektir.29

TEK DİN VARDIR, O DA İSLÂM’DIR

İlk peygamber Hz. Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed’e kadar gelmiş geçmiş tüm peygamberlerin tek dini vardır; o da “İslâm”dır. Başka bir ifâde ile tüm peygamberler, İslâm peygamberidir ve hepsi tevhid gerçeğini kendi zamanlarının insanlarına –tekâmül süreçlerine uygun olarak– tebliğ etmişlerdir. Bu nedenle Kur’ân bizden, peygamberler arasında ayrım yapmamamızı ister ve imanımızın koşullarından birinin de hiçbirini dışarıda bırakmaksızın tüm peygamberlere inanmak olduğunu vurgular. 30

Mâide Sûresi, kaynakların ifâdesine göre Hz. Peygamber’e vahyedilmiş olan Kur’an’ın son bölümlerinden biridir. Bu konudaki görüş birliği, sûrenin, H. 10. yılda, Hz. Peygamber’in Vedâ Haccı sırasında nazil olduğu şeklindedir. 120 âyetten oluşmuş bu sûre Kur’ân’ın elimizdeki resmi dizilişinde beşinci, inzâl/iniş sırasına göre de 110. sûresidir. Konumuz açısından sûrenin 3. âyeti bize önemli bilgiler vermekte ve farklı çağrışımlarda bulunmaktadır: “Bugün dininizi sizin için kemâle erdirdim, nimetlerimin tamamını size bahşettim ve Bana teslimiyeti sizin dininiz olarak belirledim.31

Bu âyet, Hz. Peygamber’in çağdaşlarının şahitliğine dayanan eldeki bütün rivâyetlere göre, Hz. Peygamber’in vefatından seksen bir veya seksen iki gün önce, H. 10. yılda Zilhicce’nin 9’unda bir cuma günü öğleden sonra Arafat’ta nâzil olmuştur ve bu âyetten sonra başka hiçbir âyet indirilmiş değildir. Genelde müfessirler bu âyeti tefsir ederken çok farklı yaklaşımlarda bulunmuşlardır. Konuya, Hz. Peygamber’in risâletinin başlangıcından bu âyete kadar olan tarihi süreç çerçevesinde yaklaşanlar, 23 yıllık bu mücadele sonunda artık müşriklerin veya hakîkat inkârcılarının Müslümanlar’ı/İslâm’ı ortadan kaldırmak gibi bir umutlarının kalmadığını, Allah’ın indirdiği vahiy/Kur’ân ile –en büyük nimet olarak– inananların imanlarını ve bu vahyi hayata geçirme noktasındaki kararlılıklarını kemâle erdirip güçlendirdiğini ve en önemlisi de kendilerine din olarak “İslâm”ı seçtiğini söylemişlerdir. Görülüyor ki âyette İslâm yâni insanın Allah’a kendini teslim etmesi Müslümanlar için sahih dînin temeli veya temel ilkesi olarak kabul edilmiştir.

Fakat âyete daha geniş bir çerçevede yaklaştığımızda şunu da söylememiz mümkün gözükmektedir: Âyette kemâle erdirildiği/tamamlandığı söylenen din, özel anlamında Müslümanlar’ın dini olarak kullanılan “İslâm” terimi olsa da, genel ve geniş anlamda Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e kadar gelen tüm peygamberlerin ortak tevhid inanışının adıdır.  Yâni tamamlanan bu din sadece yirmi üç yılda Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği din değil, ancak onunla tamamlanan iman/tekâmül/üstün ahlâk sürecidir. Şüphesiz böyle bir bakış açısı bizi “dinler” kavramına değil “tek din” kavramına getirecektir ve bunun da bizi ulaştıracağı sonuç, tüm peygamberlerin tebliğ ettiği dinin İslâm olduğu, bu tebliğe teslim olanların da –hangi çağda yaşarsa yaşasınlar– Müslüman oldukları gerçeğidir.

Sözünü ettiğimiz bu gerçekliği Kur’ân’ın birçok âyetinde bulabiliriz. Örneğin Âl-i İmrân/ 52. âyette Hz. Îsâ’nın, “Allah’a giden yolda benim yardımcılarım kimlerdir?” sorusuna Havârîler32 şu karşılığı vermişlerdir: “Biz, Allah’ın yardımcılarıyız. Allah’a iman ettik ve şahit ol ki biz Müslimlerdeniz/şirki terk ederek tevhidle Allah’a yönelen kullardanız.33 Dikkat edilirse Hz. Îsâ’nın havârîleri kendilerini “Müslim” yani yalnız Allah’a teslim olmuş Müslümanlar olarak tanımlamaktadır.

Yine Yûnus/72. âyette Hz. Nûh, kendisine karşı çıkmakta ısrarlı davranan kavmine şöyle söylemiştir: “Eğer yüz çeviriyorsanız, sizden zaten hiçbir ücret istemedim. Benim ücretim, ancak Allah’a aittir. Bana Müslümanlardan olmam emredildi.34 Âyette “Müslümanlardan olmak” şeklinde tercüme edilen ifâdenin aslı “Müslîm” kelimesidir.

Bir başka âyette Hz. Yûsuf, kendisini Mısır’da büyük bir mülk ve nimete kavuşturan Allah’a şöyle duâ etmektedir: “Ey Rabbim! Bana nüfûz ve iktidar bahşettin; olayların altında yatan gerçekleri kavrayıp açıklama bilgisi verdin. (Ey) göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada ve âhirette benim yanımda yakınımda olan/beni koruyup destekleyen Sensin; canımı, Müslim olarak al ve beni dürüst ve erdemli insanların arasına kat!35  Bu âyette de görülüyor ki Hz. Yûsuf, bir “Müslim/Müslüman” olarak ruhunu Allah’a teslim etmek istemektedir.

Yine Bakara/133. âyette Hz. Yakup, son nefesini vermeye yaklaştığı anlarda oğullarına “Ben gittikten sonra siz kime kulluk edeceksiniz?” diye seslendiğinde oğulları ona şu cevabı vermiştir: “Senin ilâhına, ataların İbrâhim, İsmâil ve İshâk’ın ilâhına, Tek İlâha kulluk edecek ve O’na teslim olacağız!36  Yine bu âyette de tanık olduğumuz gibi Hz. Yakub’un çocukları “Müslim” olarak hayatlarını sürdüreceklerini söylemektedir. 

Bu âyetin devamında yer alan âyetler de konumuz açısından çok önemli açılımlar kazandırmaktadır. Bakara/135. âyette Yahudi ve Hristiyanlar’ın “doğru yolu bulmada” kendilerinden olmak teklifine37 Bakara/136. âyette verilen cevap şöyledir: “Deyin ki: Biz Allah’a inanırız; ve bize indirilene; ve İbrâhim’e, İsmâil’e, İshâk’a, Ya’kûb’a ve onların soyundan gelenlere indirilene; ve Mûsâ’ya, Îsâ’ya ve Rableri tarafından [diğer] tüm peygamberlere tevdî edilmiş olana [inanırız]; onların arasında hiçbir ayrım yapmayız. Ve biz O’na teslim olanlarız.38  Bu cevaptan da anlaşılıyor ki ismi sayılan bütün bu peygamberler İslâm peygamberidir, onların arasında ayırım yapılmaz ve Allah’a teslim olanların ortak adı da “Müslim”dir.

Bir diğer âyette Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil Kâbe’nin temelini yükseltirken şöyle duâ etmişlerdir: “Ey Rabbimiz, bizi Sana teslim olanlardan kıl ve bizim soyumuzdan Sana teslim olacak bir topluluk çıkar, bize ibadet yollarını göster ve tevbemizi kabul et: şüphesiz yalnız Sensin tevbeleri kabul eden, rahmet dağıtan!39  Bu âyette de görüldüğü gibi Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil hem kendileri hem de gelecek nesilleri için “Müslim” olmayı dilemişlerdir.

Bütün bu örnek âyetlerden bir kez daha anlıyoruz ki “tek din vardır; o da İslâm’dır” ve bu değişmez gerçeklik Kur’ân’da da şöyle vurgulanır: “Allah nezdinde tek [hak] din, İslâm’dır; daha önce vahiy verilenler, kıskançlıklarından dolayı, kendilerine [hakîkat] bilgi[si] geldikten sonra [bu konuda] farklı görüşlere sarıldılar. Allah’ın mesajlarının doğruluğunu inkâr edenlere gelince; unutma, Allah hesap görmede hızlıdır.40  Aynı sûrenin bir başka âyeti de şöyledir: “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o âhirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.41

Bu tespitten sonra insanın aklına doğal olarak ister istemez şöyle bir soru gelmektedir: “Eğer tek din İslâm ise Kur’ân’da ve insanlık tarihinde geçen başta Yahudilik ve Hristiyanlık olmak üzere din olarak tanımlanan/isimlendirilen inançları nasıl değerlendirmeliyiz?” Bu soruya verilecek kişisel cevabım ise şudur: “İster adı Kur’ân’da yer alsın isterse almasın, din olarak algılanan isimler, gerçek dini değil, İslâm’dan/tevhidden çeşitli görüşler/fırkalar oluşturarak sapanları/ kopanları/ayrılanları ifâde etmek için kullanılan sosyolojik tanımlamalardır.” Yani başka bir ifâde ile ismi ne olursa olsun “dinler” diye isimlendirilen inançlar İslâm’ın/Tevhid’in karşısında, ilâhî vahiyden/ Kitap’tan ayrılan ve çoğu şirke saplanmış oluşumlardır. Belki bu cevabım alışılmış/kalıplaşmış geleneksel anlayışa/bakışa ilk planda ters gelebilir ama Kur’ân’da bu yaklaşımı destekleyen çok önemli bir âyet yer almaktadır.  Bu âyette şöyle denilmektedir: “İbrâhim, ne Yahudi idi, ne de Hristiyan. Fakat o, hanif (Allah’ı bir tanıyan, hakka yönelen) bir Müslümandı. Allah’a ortak koşanlardan da değildi.42  Âyet çok açık/net bir şekilde önce tevhid dininin babası olarak bilinen Hz. İbrâhim’in Yahudi ve Hristiyan değil “Müslim” olduğu vurgulanmakta ve arkasından da O’nun müşrik olmadığı belirtilmektedir. Bir başka âyet de şöyledir: “İbrâhim’in, İsmâil’in, İshâk’ın, Ya’kûb’un ve onların soyundan gelenlerin ‘Yahudi’ yahut ‘Hristiyan’ olduklarını mı iddia ediyorsunuz? De ki: Allah’tan iyi mi biliyorsunuz? Allah tarafından kendisine verilen bir delili örtbas edenden daha zalim kim olabilir? Ama Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.43  Yine bu âyette de görülüyor ki; Kur’ân tevhidin temsilcisi olarak isimleri sayılan bu peygamberlerin “Yahudi” ve “Hristiyan” olmadıklarını söylemektedir. Aynı zamanda bu âyet “Yahudilik” kavramının Hz. Mûsâ’nın zamanından çok sonraları ortaya çıktığı, “Hristiyanlık” ve “Hristiyan” kavramlarının da Hz. Îsâ zamanında bilinmediği ve daha sonraki gelişmelerin ürünleri olduğu gerçeğine işâret etmektedir. İşte bütün bunlar bize Yahudiler’in ve Hristiyanlar’ın tevhid akidesinden sapmış ve şirke bulaşmış olduklarından “Müslim” vasfını yitirmiş olduklarını göstermektedir.

Buraya kadar yazdıklarımızı özetlersek, tek din vardır ve o da İslâm’dır. Yani tek olan Allah’a şirksiz teslim olmak, ilâhî irâdeye beşerî hiçbir unsur katmaksızın boyun eğmektir. Bu nedenle yeryüzünde Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e kadar –hangi dönemde yaşarsa yaşasın– bu temel ilkeye inanan ve onu hayata yansıtmaya gayret eden her insan Müslüman’dır. Bunun yanında din olarak isimlendirilen ve ilâhî kaynaklı olduklarını söyleyen tüm inançlar, sosyolojik yapılardır ve bunların teorisyenleri/âlimleri kendilerine indirilen Kitap’ı tahrif etmiş ve ilâhî vahyin âyetlerini bükmüşlerdir. 

MANİFESTO

  1. İslâm’ın/evrensel dinin evrensel dili olmalıdır.
  2. Yeni din/tebliğ dili; “rengi, dili, milliyeti ne olursa olsun”, insan merkezli ve tüm insanları kuşatacak bir yol yordam içermelidir. 
  3. Yeni din/tebliğ dili; Kur’ân’ın mesajlarını “sübjektif duygulara büründürmeden”, yalın, apaçık, net, yansız-yönsüz, eğmeden, bükmeden, değiştirmeden ortaya koymalıdır.
  4. Yeni din/tebliğ dilinin davetçileri çağrılarını yaparken, sözlerine önce “kendilerinin İslâm’ı tam anlamıyla temsil etmediklerini söyleyerek” başlamalıdır.
  5. Yeni din/tebliğ dili; örneklerini, insanlığa Kur’ân’da “Üsve-i Hasene” yani “en güzel, mükemmel örnek” olarak gösterilen ve “Şüphesiz sen büyük bir ahlâk üzeresin” ve “Ve biz seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” ifadeleriyle tanıtılan/övülen Hz. Peygamber’in yaşam tarzı üzerinden vermelidir.
  6. Yeni din/tebliğ dili; Kur’ân’ın kullandığı temel kavramlar üzerinden ve Hz. Peygamber’in uyguladığı tedrîcî tebliğ metodolojisine uygun yapılmalıdır.
  7. Yeni din/tebliğ dili; “Tevhid” eksenli olmalı ve şirkin her türüne karşı uyarıcı bir içerik taşımalıdır.
  8. Yeni din/tebliğ dili; “dinler” değil, “tek din” gerçekliği üzerine çağrısını yapmalıdır.
  9. Yeni din/tebliğ dilinin davetçileri; Kur’ân’ın “Ey İnsanlar!” seslenişini temel alarak, kendilerini “mezhep, meşrep, mizaç” üzerinden değil, Kur’ân’ın onlara verdiği sıfatlar/isimler üzerinden tanıtmalıdır.
  10. Yeni din/tebliğ dili; geçmiş hesaplar, geleceğe dair beklenti ve hayaller üzerine değil, günün realitesine/ ihtiyacına uygun, sorun çıkarıcı değil, çözüm odaklı bir dil olmalıdır.
  11. Yeni din/tebliğ dili; “tehdit” üzerine değil “teklif” üzerine kurulmalıdır.
  12. Yeni din/tebliğ dili; “insan din için değil, din insan içindir” gerçeğini vurgulamalıdır.
  13. Yeni din/tebliğ dili; insanın ilâhlaşmasına giden yolları tıkayan, ama ilâhîleşmesine engel olmayan bir içerik taşımalıdır. 
  14. Yeni din/tebliğ dili, “sesin” değil “sözün” yükseldiği bir dil olmalıdır.
  15. Yeni din/tebliğ dili; zorlaştırıcı ve nefret ettirici değil, kolaylaştırıcı ve müjdeleyici bir çağrı olmalıdır.
  16. Yeni din/tebliğ dili; “beyyine” üzerine yâni akla ve duyu organlarına dayalı, açık delil içerikli olmalıdır.
  17. Yeni din/tebliğ dili; uyuşturan, tembelleştiren, pelteleştiren bir dil değil, Allah’a karşı sorumluluk bilincini zinde tutan bir içerik taşımalıdır.
  18. Yeni din/tebliğ dili; hesaba çeken değil, “hesaba çekilmeden önce kendini hesaba çeken” bir anlayışın uyanmasına vesile olan bir dil olmalıdır.
  19.  Yeni din/tebliğ dilinin temsilcileri; dinin kaynak dili Arapça diye, yalnız bu dilin kelimeleriyle konuşmak yerine herkesin anlayacağı şekilde topluma seslenmelidir.
  20. Yeni din/tebliğ dili; “ifrat” ve “tefrit“ten uzak, “îtidal” prensibine uygun olmalıdır.
  21. Yeni din/tebliğ dili; gizli kibir ve gururdan kaynaklanan alaycı/sivri/kaba bir üslûp taşımamalıdır. 
  22. Yeni din/tebliğ dili; insanları küfürle itham etmekten kaçınmalıdır.
  23. Yeni din/tebliğ dili; gayret ve emeğe saygı gösteren bir dil olmalıdır.
  24. Yeni din/tebliğ dili; niceliği değil, niteliği ön plana çıkaran bir dil olmalıdır.
  25. Yeni din/tebliğ dili; iyiliği başa kakan bir içerik taşımamalıdır.
  26. Yeni din/tebliğ dili; nifak, fitne çıkarıcı ve tefrikaya hizmet eden bir dil olmamalıdır.
  27. Yeni din/tebliğ dili; iyilik ve takva üzere yardımlaşmaya çağıran bir içeriğe sahip olmalıdır.
  28. Yeni din/tebliğ dili; cinsiyet ayrımı yapmayan bir dil olmalıdır.
  29. Yeni din/tebliğ dili; emânete sadâkat gösteren bir dil olmalıdır.
  30. Yeni din/tebliğ dili; aşırı övme ve yağcılıktan uzak durmalı, ahde vefâya saygı göstermelidir.
  31. Yeni din/tebliğ dili; haksızlığa aracılık yapmamalıdır.
  32. Yeni din/tebliğ dili; affı tercih eden bir içerik taşımalı, kin duygularını beslememelidir.
  33. Yeni din/tebliğ dili; başkalarının ayıbını araştırmak gibi bir yola tevessül etmemelidir.
  34. Yeni din/tebliğ dilinin temsilcileri, insanlar arasında tiksinti verici davranışlardan ve sözlerden kaçınmalıdır.
  35. Yeni din/tebliğ dili; dava ve iddia üzerine değil, özendirme ve şuur uyandırma üzerine kurulmalıdır.
  36. Yeni din/tebliğ dili; başka insanların kutsal saydığı herhangi bir şeye –bu, Allah’ın birliği prensibini ihlâl ediyor olsa bile– hakaret/sövgü içeren sözlerle yaklaşmamalıdır.
  37. Yeni din/tebliğ dili; Kur’ân’ın evrensel-zaman üstü prensiplerini anlatan, koruyan ve temsil eden bir dil olmalıdır.
  38. Yeni din/tebliğ dili; dini bir meslek ve kazanç kapısı olmaktan çıkararak yalnızca Allah’ın rızasını ön planda tutan bir anlayışın/hizmetin ifadesine tercüman olmalıdır.
  39. Yeni din/tebliğ dili; hurâfe ve bid’atlerden arındırılmış, hamâsî söz ve sloganlardan kurtarılmış bir dil olmalıdır.
  40. Yeni din/tebliğ dili; spekülatif veya akademik bir dil değil, günlük hayatı kucaklayan, pratiklere el atan bir dil olmalıdır.
  41. Yeni din/tebliğ dili; Kur’ân’ın indiği devre dönüşü değil, “Kur’ân’a Dönüşü” telkin ve teşvik etmelidir.
  42. Yeni din/tebliğ dilinin davetçileri; nimetleri başkalarına, sıkıntı ve ıstırapları kendilerine ayıran yüce bir gönle sahip olmalıdır.
  43. Yeni din/tebliğ dilinin davetçileri; çağrılarını yaparken kendilerini Kur’ân öğretisinin “tek gerçek temsilcileri” olarak görmemeli, bu tavırdan doğan gruplaşmalara/hizipleşmelere yol açmamalıdır.
  44. Yeni din/tebliğ dilinin davetçileri; Allah’ın aydınlatıcı ve doğruya götürücü rahmet hizmetini insanlığa sunarken hiçbir karşılık beklememelidir.
  45. Yeni din/tebliğ dili; temsilcilerinin Allah yolunda mücâhede ve mücâdele etmeyi, her türlü makama, mevkiye, siyâsî/dinî/içtimâî/iktisâdî ikbâle yeğleyenlerin oluşturduğu bir dil olmalıdır.
  46. Yeni din/tebliğ dili; Allah’ı kendi rant/ikbâl/ emellerine kavuşmak amacını taşıyanlarca değil, hiçbir karşılık beklemeden tebliğe yönelen ve bunu gerçekleştirmek için sağlam ve sarsılmaz bir irade ile imana sahip olan insanlar tarafından oluşturulmalı/ sunulmalıdır.
  47. Yeni din/tebliğ dili; sadece kendi çevresince değil, dünya insanlarınca da “emîn” olarak tanımlanacak temsilciler tarafından sunulmalıdır.
  48. Yeni din/tebliğ dilinin temsilcileri; “sûizan” edip isâbet etmektense “hüsnüzan” edip yanılmayı tercih etmelidir.
  49. Yeni din/tebliğ dili temsilcileri; bilgiyi kendi egoları için bir yatırım aracı görmemelidir. Mal ve servette olduğu gibi, bilgide de infak yani başkalarına dağıtmak esastır.
  50. Yeni din/tebliğ dilinin davetçileri tutarlı olmalı; söylediklerini yaşamalı, kendi gerçekleştiremediklerini başkalarına dayatmamalıdır.
  51. Yeni din/tebliğ dilinin temsilcileri; inzâl olan din ile içtihadın her devirde ortaya çıkardığı yorumlanmış dini yâni “diyânet” i birbirine karıştırmamalıdır.
  52. Yeni din/tebliğ dilinin davetçileri, tebliğ hizmetleri için insanların kendi ayaklarına gelmesini beklemektense, onlara ulaşmak için her türlü imkânı değerlendirmeli ve gayret göstermelidir.
  53. Yeni din/tebliğ dilinin davetçileri; tebliğ hizmetleri sırasında, aşağılanmaya, küçük düşürülmeye, tecrite/ yalnızlaştırılmaya, yıldırma ve dışlanmaya maruz kalsalar dahi büyük bir azim ve gayretle yollarından dönmeme dirayetini göstermelidir.
  54.  Yeni din/tebliğ dili “taklit” yerine “tahkike”, “rivâyet” kültürü yerine “dirayet” tavrına dayanmalıdır.
  55. Yeni din/tebliğ dili; Kur’ân âyetleri üzerinden oluşturulmalı ve Kur’ân’ın yürüyen ahlâkı olan Hz. Peygamber’in örnekliği üzerinden sürdürülmelidir.
  56. Yeni din/tebliğ dili; özellikle insanın akıl ve sağduyusuna hitap etmeli ve insanların gözü bağlı inanabileceği türden doğmalar önermemelidir.
  57. Yeni din/tebliğ dili, Kur’ân’ın, zulme isyanı devrimlerin ruhu olarak gören ve sürekli yenilenmeyi hayatın esası yapan temel ilkelerine uygun olmalıdır.
  58. Yeni din/tebliğ dili; ilâhî vahiy/nübüvvet sona erdikten sonra yaşanan tüm olayları İslâm’ın değil, tarihin konusu olarak ele alan bir yaklaşım göstermelidir.
  59. Yeni din/tebliğ dilinin temsilcileri; dilin değil, mesajın kutsal olduğunu unutmamalıdır.
  60. Yeni din/tebliğ dili; peygamberlerin mucizeleri yerine, örnek insan olmaları gerçeğinden yola çıkarak oluşturulmalıdır.
  61. Yeni din/tebliğ dili; kurtuluşu yalnızca ibadete güvenen bir anlayışa bağlamak yerine, Allah’ın rahmetine güvenmeyi önceleyen bir anlayış hedeflemelidir.
  62. Yeni din/tebliğ dili; (kasıtsız) ihmal ile (kasıtlı) inkâr arasındaki farkı daima göz önünde bulundurmalıdır.
  63. Yeni din/tebliğ dili; Kur’ân’ın geçmiş bütün ilâhî vahiylerin sonu ve özü olduğu gerçeği üzerine kurulmalıdır.
  64. Yeni din/tebliğ dili; Kur’ân’ın âyetleri kadar evrenin âyetlerini de dikkate alan bir içerik taşımalıdır. 
  65. Yeni din/tebliğ dilinin temsilcileri, Kur’ân’ın ilk âyeti olan “Oku!” emrinin, insan için ilk ve temel ibadet olduğunu daima hatırlarında bulundurmalıdır.
  66. Yeni din/tebliğ dilinin davetçileri; “kutsal olan” ve “kutsal olmayan” şeklinde bir ayrıma gitmeden, tüm ilimlerin kutsallığını vurgulayan bir anlayış taşımalıdır.
  67. Yeni din/tebliğ dili; müteşâbihleri yâni “yoruma ve değişik anlamlar kazanmaya sürekli açık olan âyetleri” değerlendirirken, muhkemleri yâni “lafız ve anlam yönünden kuşkuya ve tartışmaya yer bırakmayan âyetleri” görmezlikten gelerek Kur’ân’ı kişisel yorumlara/ tevillere teslim etmeyen bir dil olmalıdır.
  68. Yeni din/tebliğ dili; hiçbir günahın Allah’ın merhametinden daha büyük olmadığı gerçeğini dikkate alan bir içerik taşımalıdır.
  69. Yeni din/tebliğ dili; hiç kimsenin Allah ile kul arasında bekçilik/vekillik/aracılık yapma hak ve yetkisinin olmadığı düşüncesini canlı tutmalıdır.
  70. Yeni din/tebliğ dili; ibadeti mabede sıkıştırmak yerine tüm hayatı büyük bir ibadet addeden anlayışa açık olmalıdır.
  71. Yeni din/tebliğ dili; dinde baskı ve zorlamanın olmadığı vurgusunu içermelidir.
  72. Yeni din/tebliğ dili; Kur’ân’ın zulüm dışında düşmanı olmadığı gerçeğini canlı tutmalı, zalimliğe geçit veren hiçbir söylem taşımamalıdır.
  73. Yeni din/tebliğ dili; Allah’a vekâlet devrini kapatan bir dil olmalıdır.
  74. Yeni din/tebliğ dilinin davetçileri; varlık ve oluşta esas olanın özgür irade olduğunu bilmelidir.
  75. Yeni din/tebliğ dilinin temsilcileri; Allah’tan ümit kesmenin, hakîkati örtmekle eşdeğer olduğunun idrakinde bulunmalıdır.
  76. Yeni din/tebliğ dilinin temsilcileri; “amel” diye adlandırılan ibadetlerin, birer kurtuluş belgesi değil, birer kurtuluş ümidi ve iyi yolda olma ölçüsü olduğunu unutmamalıdır. Amel, Allah’ın razı olduğu insan olmanın araçlarından biridir.
  77. Yeni din/tebliğ dilinin temsilcileri; vahiy alanı içine alınan konularda söz sahibinin yalnız Allah olduğunu unutmamalıdır.
  78. Yeni din/tebliğ dilinin temsilcileri; Allah’ın, koyduğu yasaklara uyulmasını sevdiği gibi, sağladığı kolaylıkların uygulanmasını da sevdiğini dikkate almalıdır.
  79. Yeni din/tebliğ dili; “sünnet” adı altında İslâm’ın geldiği dönemin veya karşılaştığı kültürlerin gelenek ve kabullerini insanlığa taşımamalıdır.
  80. Yeni din/tebliğ dilinin temsilcileri; “nass” yâni “dinin yasal karar ve kesin emirlerini” inkâr etmedikçe, “nass”a getirdiği yorum ne olursa olsun, bir insanın “tekfir” edilemeyeceğini akıllarından çıkarmamalıdır.
  81. Yeni din/tebliğ dili, Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar gelen tüm nebilerin “İslâm Peygamberi” olduğunu ve onlara iman eden takipçilerinin de “Müslim” olarak adlandırıldığı gerçeğini hatırlatmalıdır.
  82. Yeni din/tebliğ dilinin davetçileri “dinler” kavramı adı altında bugün zikredilen Hristiyanlık ve Yahudiliğin tahrif edilmiş; aslî öğretiden/tevhitten sapmış sosyolojik tanımlamalar olduğunu deklare etmelidir.
  83. Yeni din/tebliğ dili; “mefsedetin defedilmesi, menfaatin celbedilmesinden evlâdır” yâni kötülüğün ortadan kaldırılmasının, iyiliğin yapılmasından daha önce geldiği prensibine uygun olmalıdır.
  84. Yeni din/tebliğ dili; davetçilerini hayatın “nesnesi” değil “öznesi” kılmalı, “antitez” olmaktan çıkarıp “tez” konumuna yükseltmelidir.
  85. Yeni din/tebliğ dili; insanların acı ve sevinçlerine iştirak edebilen bir enginlik içermeli, hayatı anlamlı ve yaşanır kılmak isteyen herkese bir rahmet sığınağı olmalıdır.
  86. Yeni din/tebliğ dili; toplumda zayıfların, kimsesizlerin, çaresizlerin hakkını savunacak bir içerik taşımalıdır.
  87. Yeni din/tebliğ dili; topluma dürüst ve erdemli bireyler yetiştirebilecek bir eğitim sistemi/çizgisi geliştirebilmelidir.
  88. Yeni din/tebliğ dili; tepkisel/duygusal değil, ilkesel değerler üzerinden insanlığa seslenmelidir.
  89. Yeni din/tebliğ dili; insanlar arasındaki ilişkilerde “liyâkati, adâleti ve gayreti” üstünlük ölçüsü olarak ön planda tutmalıdır.
  90. Yeni din/tebliğ dili; insanların cennete gitme özgürlükleri olduğu gibi cehenneme gitme özgürlüklerinin de bulunduğunun farkında olmalıdır.
  91. Yeni din/tebliğ dilinin davetçileri; “hiç kimse sınanmadığı günâhın mâsûmu değildir” ilkesini/hakîkatini aklından çıkarmamalıdır.
  92. Yeni din/tebliğ dilinin davetçileri; takvanın insan ile insan arasında değil, Allah ile insan arasında bir değer taşıdığının idrakinde olmalıdır.
  93. Yeni din/tebliğ dili; sâlih ameli, yalnızca ibadet fıkhı ile sınırlamadan, insanlığın hayrına çalışıp barışçıl hareketler sergileyen ve değer üreten tüm eylemler olarak görmelidir.
  94. Yeni din/tebliğ dili; günahın ferdîliği üzerinde durmalı, suç ve günahta verâset ve intikalin söz konusu olamayacağını bilmelidir.
  95. Yeni din/tebliğ dili; aklı, canı, nesli, malı ve dini korumayı amaçlayan bir içerik taşımalıdır.
  96. Yeni din/tebliğ dili; tövbeyi teşvik etmeli, insan kaynaklı davranışlar içerisinden Allah’ı en çok sevindirenin, kulun Allah’tan af ve rahmet dilemesi olduğunu muhataplarına hatırlatmalıdır.
  97. Yeni din/tebliğ dilinin temsilcileri; baskı altında yapılan ibadetlerin, insanı kendisi olmaktan çıkararak “riyâ”ya düşüren bir günah olduğunun farkında olmalıdır.
  98. Yeni din/tebliğ dili; “azîmet” ile “ruhsat” arasındaki alternatifleri kişinin kendi tercihine bırakan bir yol izlemelidir. 
  99. Yeni din/tebliğ dili; “ameller niyetlere göredir” ilkesine bağlı kalmalıdır.
  100. Yeni din/tebliğ dilinin davetçileri; özgür irâdenin olmadığı yerde dinden bahsetmenin mümkün olmadığı gibi, hür irâdeye dayalı ibadetin olmadığı yerde de insandan söz etmenin mümkün olmadığını da bilmelidir.
  101. Yeni din/tebliğ dili; insan fıtratıyla uyuşmayan konuları gündeme getirmemelidir.
  102. Yeni din/tebliğ dilinin temsilcileri; Allah’ın hiçbir benliğe, taşıma gücünün üstünde yük yüklemeyeceği gerçeğini akıllarından çıkarmamalıdır.
  103. Yeni din/tebliğ dili; insanlara şerde pasif kalmanın yeterli olamayacağını, hayırda da mutlak aktif olmak gerektiğini öğretmelidir.
  104. Yeni din/tebliğ dilinin temsilcileri; zulmün altında inleyen insanları, onurlarına, haklarına ve özgürlüklerine kavuşturmak için, hiçbir renk, ırk, bölge, sistem ayrımı yapmadan mücadele etmelidir.
  105. Yeni din/tebliğ dili; “mezhep, meşrep, grup, cemaat, klik, parti, fırka” kardeşliğini değil, Kur’ân/iman kardeşliğini önceleyen bir dil olmalıdır.
  106. Yeni din/tebliğ dili; Kur’ân’ın mesajını, soy-sop, ırk ya da kültürel çevre gözetmeksizin bütün insanlığa ulaştırmalıdır.
  107. Yeni din/tebliğ dili; Allah’ın sonsuz/sınırsız rahmet/ merhamet ve şefkatini renk, dil, desen ayırmadan tüm insanlığa duyuran bir içerik taşımalıdır.
  108. Yeni din/tebliğ dilinin davetçileri; Kur’ân’ın en iyi tefsirinin zaman olduğu gerçeğini hesaba katarak çağrılarını yapmalıdır.
  109. Yeni din/tebliğ dili; hayır üreten ve topluma pozitif değer katan bir dil olmalıdır.
  110. Yeni din/tebliğ dilinin davetçileri; evrensel bir dinin özel kıyafeti/kisvesi olmadığını ve yine Allah ile kul arasında bir ruhban sınıfının bulunamayacağını iyi bilmelidir.
  111. Yeni din/tebliğ dili; kişilere odaklı, ötekileştirici/karalayıcı/dışlayıcı/suçlayıcı/kırıcı bir dil değil, ilâhî vahyin ilkelerine odaklı bir dil olmalıdır.

NECMETTİN ŞAHİNLER

27 Haziran 2024, Trabzon

Gözden geçirilmiş metin, 28 Ağustos 2024, Trabzon

  1. Âl-i İmrân 3/64. ↩︎
  2. Âl-i İmrân 3/19. ↩︎
  3. Fussilet 41/33. ↩︎
  4. Âl-i İmrân 3/104: Ve belki içinizden iyi ve yararlı olana davet eden, doğru olanı emreden, eğri ve yanlıştan alıkoyan bir topluluk çıkar; nihaî kurtuluşa erişecek kimseler, işte bunlar olacak. ↩︎
  5. Bakara 2/134, 141: Tilke ummetun kad halet, lehâ mâ kesebet ve lekum mâ kesebtum, ve lâ tus’elûne ammâ kânû ya’melûn(ya’melûne). ↩︎
  6. Derece derece, basamak basamak. ↩︎
  7. Amel, ibadet, eylem. ↩︎
  8. İhsân. ↩︎
  9. Âdilâne, dosdoğru, orta yolun ifadesi olan bir söz, adâlet ve insaf ölçülerine uygun bir söz. ↩︎
  10. Âl-i İmrân 3/64: Kul yâ ehlel kitâbi teâlev ilâ kelimetin sevâin beynenâ ve beynekum ellâ na’bude illallâhe ve lâ nuşrike bihî şey’en ve lâ yettehıze ba’dunâ ba’dan erbâben min dûnillâh(dûnillâhi), fe in tevellev fe kûluşhedû bi ennâ muslimûn(muslimûne). ↩︎
  11. Lokmân 31/13: Ve iz kale lukmânu libnihî ve hüve yaızuhû yâ buneyye lâ tuşrik billâh(billahi), inneş şirke le zulmun azîm(azîmun). ↩︎
  12. Bu âyet Kur’ân vahyini noktalayan son âyettir ve bu âyetten sonra başka hiçbir buyruk indirilmemiştir. ↩︎
  13. Mâide 5/3: […] el yevme ekmeltu lekum dînekum ve etmemtu aleykum ni’metî ve radîtu lekumul islâme dînen […] ↩︎
  14. 80-140 yılları arasında. ↩︎
  15. Nisâ 4/47: Yâ eyyuhellezîne ûtûl kitâbe âminû bi mâ nezzelnâ musaddikan li mâ me’akum min kabli en natmise vucûhen fe neruddehâ alâ edbârihâ ev nel’anehum kemâ leannâ ashâbes sebt(sebti) ve kâne emrullâhi mef’ûlâ(mef’ûlen). ↩︎
  16. Hz. Osman’ın mushafındaki sûrelerin nüzul sırası dikkate alındığında Kur’ân’da 21 yerde tekil ve iki yerde çoğul olmak üzere toplamda 23 defa geçen “ey insanlar” hitabının 12 âyeti Mekkî surelerde, 11 âyeti ise Medenî surelerde geçmektedir. ↩︎
  17. Bakara 2/21: Yâ eyyuhen nâsu’budû rabbekumullezî halakakum vellezîne min kablikum leallekum tettekûn(tettekûne). ↩︎
  18. Âl-i İmrân 3/52: Fe lemmâ ehasse îsâ minhumul kufra kâle men ensârî ilallâh(ilallâhi), kalel havâriyyûne nahnu ensârullâh (ensârullaâhi), âmennâ billâh(billahi), veşhed bi ennâ muslimûn(muslimûne); Bakara 2/136: Kûlû âmennâ billâhi ve mâ unzile ileynâ ve mâ unzile ilâ ibrâhîme ve ismâîle ve ishâka ve ya’kûbe vel esbâti ve mâ ûtiye mûsâ ve îsâ vemâ ûtiyen nebiyyûne min rabbihim lâ nuferriku beyne ehadin minhum ve nahnu lehu muslimûn(muslimûne). ↩︎
  19. Nisâ 4/69: Ve men yutiıllâhe ve’r-resûle fe ulâike mea’llezîne en’amellâhu aleyhim minen nebiyyîne ve’s-sıddîkîne ve’ş-şuhedâi ve’s-sâlihîn(sâlihîne), ve hasune ulâike refîkâ(refîkan). ↩︎
  20. Âl-i İmrân 3/133: Ve sâriû ilâ magfiretin min rabbikum ve cennetin arduhâs semâvâtu vel ardu, uiddet lil muttekîn(muttekîne). ↩︎
  21. Vakıa 56/88: Fe emmâ in kâne minel mukarrebîn(mukarrebîne). ↩︎
  22. Vakıa 56/10: Ves sâbikûnes sâbikûn(sâbikûne). ↩︎
  23. Beled 90/18: Ulâike ashâbul meymene(meymeneti). ↩︎
  24. Vakıa 56/91: Fe selâmun leke min ashâbil yemîn(yemîni). ↩︎
  25. Vakıa 56/9: Ve ashâbul meş´emeti mâ ashâbul meş’emeti. ↩︎
  26. Vakıa 56/41: Ve ashâbuş şimâli mâ ashâbuş şimâl(şimâli). ↩︎
  27. En’âm 6/159: İnnellezîne ferrekû dînehum ve kânû şiyean leste minhum fî şey’(şey’in), innemâ emruhum ilâllâhi summe yunebbiuhum bimâ kânû yef’alûn(yef’alûne). ↩︎
  28. Rûm 30/32: Minellezîne ferrakû dînehum ve kânû şiyeâ(şiyeân), kullu hızbin bi mâ ledeyhim ferihûn(ferihûne).  ↩︎
  29. Necm 53/39: Ve en leyse lil insâni illâ mâ seâ. ↩︎
  30. Bakara 2/285: Âmener rasûlu bi mâ unzile ileyhi min rabbihi vel mu’minûn(mu’minûne), kullun âmene billâhi ve melâiketihi ve kutubihi ve rusulih(rusulihi), lâ nuferriku beyne ehadin min rusulih(rusulihi), ve kâlû semi’nâ ve ata’nâ gufrâneke rabbenâ ve ileykel masîr(masîru). ↩︎
  31. Mâide 5/3: […] el yevme ekmeltu lekum dînekum ve etmemtu aleykum ni’metî ve radîtu lekumul islâme dînen […] ↩︎
  32. Havâriyyûn (tekili: havârî) Kur’ân’da Hz. Îsâ’nın bağlıları için kullanılan bir ünvandır. Bu terim, “beyazlık” anlamına gelen havar’dan türetilmiştir. Birçok müfessir tarafından, “yıkayarak elbisesini beyazlatan kişi”den -zira rivayete göre, Hz. Îsâ’nın müritlerinden bazısının işi buydu- “beyaz elbiseler giyen kişi”ye veya “kalbi beyaz yani, temiz olan kişi”ye kadar değişen birçok anlam verilmiştir. Ancak kuvvetle muhtemeldir ki havârî terimi, Hz. Îsâ zamanında ve belki O’nun da mensubu bulunduğu Filistin’de yaşayan dinî bir Yahudi grubu olan Essene Kardeşliği’ne mensubiyeti göstermek için kullanılmıştır -ve son zamanlarda keşfedilen Ölü Deniz Kitâbeleri’nin sağladığı deliller de bu görüşü desteklemektedir. Essenîler, ahlâkî safiyet sahibi olmaları ve fedakârca davranma gereğini vurgulamaları ile temayüz etmişlerdi ve inançlarının zahirî bir işareti olarak daima beyaz elbiseler giyerlerdi. Bu, onlara neden bu adın verildiğini tatmin edici şekilde açıklamaktadır. Hz. Peygamber’in, bir defasında, “Her peygamberin havârîleri vardır” demiş olduğu gerçeği, yukarıdaki görüş ile çelişmez. Çünkü o, bu terimi mecazî anlamda, Hz. Îsâ’nın “Allah yolundaki yardımcıları”nı kasdederek kullanmıştır. ↩︎
  33. Âl-i İmrân 3/52: Fe lemmâ ehassa îsâ min humul kufre kâle men ensârî ilâllâh(ilâllâhi), kâlel havâriyyûne nahnu ensârullâh(ensârullâhi), âmennâ billâh(billâhi), veşhed bi ennâ muslimûn(muslimûne). ↩︎
  34. Yûnus 10/72: Fe in tevelleytum fe mâ se’eltukum min ecr(ecrin), in ecriye illâ alâllâhi ve umirtu en ekûne minel muslimîn(muslimîne). ↩︎
  35. Yûsuf 12/101: Rabbi kad âteytenî minel mulki ve allemtenî min te’vîlil ehâdîs(ehâdîsi), fâtıras semâvâti vel ardı ente veliyyî fîd dunyâ vel âhıreh(âhıreti), teveffenî muslimen ve elhıknî bis sâlihîn(sâlihîne). ↩︎
  36. Bakara 2/133: Em kuntum şuhedâe iz hadara ya’kûbel mevtu, iz kâle li benîhi mâ ta’budûne min ba’dî kâlû na’budu ilâheke ve ilâhe âbâike ibrâhîme ve ismâîle ve ishâka ilâhen vahidâ(vahiden), ve nahnu lehu muslimûn(muslimûne). ↩︎
  37. Bakara 2/135: Ve kâlû kûnû hûden ev nasârâ tehtedû kul bel millete ibrâhîme hanîfâ(hanîfen), ve mâ kâne minel muşrikîn(muşrikîne). ↩︎
  38. Bakara 2/136: Kûlû âmennâ billâhi ve mâ unzile ileynâ ve mâ unzile ilâ ibrâhîme ve ismâîle ve ishâka ve ya’kûbe vel esbâtı ve mâ ûtiye mûsâ ve îsâ ve mâ ûtiyen nebiyyûne min rabbihim, lâ nuferriku beyne ehadin minhum ve nahnu lehu muslimûn(muslimûne). ↩︎
  39. Bakara 2/128: Rabbenâ vec’alnâ muslimeyni leke ve min zurriyyetinâ ummeten muslimeten leke ve erinâ menâsikenâ ve tub aleynâ, inneke entet tevvâbur rahîm(rahîmu). ↩︎
  40. Âl-i İmrân 3/19: İnned dîne indâllâhil islâm(islâmu), ve ma’htelefellezîne ûtûl kitâbe illâ min ba’di mâ câehumul ilmu bagyen beynehum ve men yekfur bi âyâtillâhi fe innallâhe serîul hisâb(hisâbi). ↩︎
  41. Âl-i İmrân 3/85: Ve men yebtegi gayrel islâmi dînen fe len yukbele minh(minhu), ve huve fîl âhireti minel hâsirîn(hâsirîne). ↩︎
  42. Âl-i İmrân 3/67: Mâ kâne ibrâhîmu yahûdiyyen ve lâ nasrâniyyen ve lâkin kâne hanîfen muslimâ(muslimen), ve mâ kâne minel muşrikîn(muşrikîne). ↩︎
  43. Bakara 2/140: Em tekûlûne inne ibrâhîme ve ismâîle ve ishâka ve ya’kûbe vel esbâta kânû hûden ev nasârâ kul e entum a’lemu emillâh(emillâhu), ve men azlemu mimmen keteme şehâdeten indehu minallâh(minallâhi), ve mâllâhu bi gâfilin ammâ ta’melûn(ta’melûne). ↩︎

Paylaş

PAYLAŞ

E-bülten aboneliği